Ebû’l-Hasan Harakānî (rahmetullâhi aleyh) -4-

-Hak Dostlarından Hikmetler-

2013 – Mayıs, Sayı: 327, Sayfa: 032

Ebû’l-Hasan Harakānî Hazretleri buyurur:

“Allah -Celle Celâlühû- sizi dünyaya temiz olarak getirdi; siz de O’nun huzûruna kirli olarak gitmeyiniz!”[1]

[İnsan doğduğu zaman, bulanık bir me’hazdan geldiği hâlde, mis gibi kokar; gözlere aydınlık, gönüllere ferahlık verir. Bu, onun mâsumiyet ve günahsızlığının getirdiği bir letâfet ve nezâfetin eseridir. Cenâb-ı Hak da bizim, dünyaya gönderildiğimiz gibi tertemiz kalmamızı, nezih bir hayat yaşayıp lekesiz bir amel defteriyle, yine tertemiz bir hâlde kendisine dönmemizi istiyor. Bunun içindir ki âyet-i kerîmede:

(İnsanların dirileceği) o gün, ne mal fayda verir ne de evlât. Ancak Allâh’a kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” (eş-Şuarâ, 88-89) buyuruyor.

Böylece biz kullarından kabul edeceği en kıymetli hediyenin, “kalb-i selîm” olduğunu beyân ediyor.

Kalb-i selîm; tezkiye edilmiş, arınmış, incelmiş, rafine olmuş, tertemiz bir kalp… Bu ne ile olacak? Tabiî ki, günah ve mâsiyetlerin kirinden, nefsânî ihtirasların kasvetinden kalbi muhâfaza ederek. Hasbe’l-beşer/insanlık îcâbı, kendimizi koruyamadığımız günah kirlerini de, derhâl nedâmet gözyaşlarıyla yıkayıp bilhassa seherlerde tevbe ve istiğfâr ile temizleyerek… Huzûr-i ilâhîye yüz aklığı, gönül huzuru ve müsterih bir vicdanla çıkabilme gayretiyle, takvâ ehli bir kul olarak…

Zira Cenâb-ı Hak, kullarını, saâdet ve selâmet yurdu olan Cennet’e dâvet ediyor. Lâkin Cennet, letâfet diyarıdır. Oraya ancak, kesâfetten arınmış, yani günah kirlerinden temizlenerek latîf hâle gelmiş olanlar kabûl edilirler. Nitekim âyet-i kerîmede bu hakîkate şöyle işâret buyruluyor:

“Rabʼlerine karşı gelmekten sakınanlar ise, bölük bölük Cennet’e sevk edilir, oraya varıp da kapıları açıldığında bekçileri onlara; «Selâm size! Tertemiz geldiniz. Artık ebedî kalmak üzere girin buraya!» derler.” (ez-Zümer, 73)

Dolayısıyla bugün imkânımız varken, günah ve mâsiyet kirlerinden arınmaya mecbûruz. Gençlik ve sıhhate güvenerek tevbe ve istiğfârı sonra­ya ertelemek, mânen helâk sebebidir. Bu hakîkate işâretle Muhammed Mâsûm Sirhindî -rahmetullâhi aleyh- genç talebelerine şu nasihatte bulunur:

“Yavrum! Ömrün en kıymetli zamanı, gençlik günleridir. İnsanın güçlü-kuvvetli, âzâlarının sağlam olduğu bu günler geçer ve ömrün en zayıf vakti gelip çatar. Ne yazıktır ki insanlar, en şerefli kazanç olan mârifetullâhʼı, gelip gelmeyeceği belli olmayan ihtiyarlık vaktine havâle ederler. Ömrün en şerefli vakitlerini, en rezil şey olan hevâ ve hevese sarf ederler. Unutma ki; «Yarın yaparım diyenler helâk oldu!».”[2]

Bunun için Cenâb-ı Hak bize fırsat eldeyken sık sık tevbe ve istiğfârı emrediyor. Zira her günah, kalbi karartan bir lekedir. Bu lekeler çoğaldıkça, sonunda kalp, kasvet ve mâsiyet karanlığına gömülür. Büsbütün hatâsız bir kul olabilmek, hiçbir beşer için mümkün olmadığından, insanoğlu için, sürekli bir mânevî temizlenme gayreti içinde bulunmak şarttır. Nitekim âyet-i kerîmede Yüce Rabbimiz:

“…Allah tevbe edenleri de sever, temizlenenleri de sever.” (el-Bakara, 222) buyuruyor. Yani Allah Teâlâ, zâhirî temizlikle dışlarını, tevbe ve istiğfâr ile de iç âlemlerini temizleyen kullarını sevdiğini beyân ediyor.]

Ebû’l-Hasan Harakānî Hazretleri buyurur:

“Yüce mertebelere ulaşan Hak dostları, ihlâsla yaptıkları amelleri yanında, nefislerini de tezkiye ettikleri için yükseliyorlar.”[3]

[Mânevî terbiyeden geçmemiş ham bir nefs ile yapılan ameller, ne kadar ihlâsla îfâ edilmiş sanılsa da, sûrîdir, şeklîdir; huşû, huzur ve gönül feyzinden uzaktır. Nitekim İmâm-ı Rabbânî Hazretleri:

“Nefs-i mutmainneye kadar yapılan ibâdetler ve kulluk, taklidîdir. Nefs-i mutmainnede ise bunlar taklidden tahkîke dönüşür (yani kemâle erer).” buyurmuştur.

Mevlânâ Hazretleri de şöyle buyurur:

Gündüz gibi ışık saçmak istiyorsan, geceye benzeyen nefsânî arzularını yakmalısın!”

Yani nefsin aşırı arzularını, riyâzat ve mücâhede ateşiyle yakıp onu rûhun enerjisi kılmak gerekir. Hakîkaten nefs, terbiye edilerek ayak altına alındığında, sahibini âdeta mîrâca yükselten bir vâsıta olur. Fakat bunun aksine, ham hâliyle bırakılıp baş üstünde taşınırsa, insanı aşağıların en aşağısına düşüren bir mânevî iflâs sebebi olur.

Nefs, tezkiye edilip benlik aradan çıkarılmadığı müddetçe, ibadet, muâmelât ve hizmetlere, gurur, kibir ve enâniyet başta olmak üzere, pek çok nefsânî gâyenin karışma tehlikesi kuvvetle muhtemeldir. Nitekim Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, bir çuvalın dibindeki deliği kapatmadan içini doldurmaya çalışmanın, beyhûde bir gayret olduğunu ifâde eder. Bu sebeple sâlih amellerin Hak katında makbul olabilmesi için, evvelâ nefsin ham vasıflarından kurtulmak zarûrîdir.

Bu itibarla her insanın nefs terbiyesinden geçerek “mutmainne” ve üstü mertebelere ulaşmak için gayret göstermesi elzemdir. Bu terbiye neticesinde îman ve ahlâkın seviye kazanması, ibadetlerin de makbûliyetine zemin hazırlar.

Bu hususta Sâmi Efendi Hazretleri şöyle buyurmuşlardır:

“Hakîkî mânâda İslâm’a girebilmek, nefs-i emmâreyi bertarâf etmeye ve ilâhî emirlere tâbî olmaya bağlıdır. Binâenaleyh, nefs-i mutmainne’ye ermeden evvel, yalnız kalbî tasdîk ile meydana gelen İslâm’a, «İslâm-ı mecâzî» derler. Nefs, mutmainne makâmına erdikten sonra olan îmâna da, îmân-ı hakîkî denir.”[4]

Bu bakımdan mânevî terbiye ile nefsin ham vasıflarından kurtularak rûhu inkişâf ettirmek şarttır.]

Ebû’l-Hasan Harakānî Hazretleri buyurur:

“Nasıl ki namaz ve oruç farzdır, îfâsı mecbûrîdir, aynı şekilde gönülden kibri, hasedi ve hırsı bertarâf etmek de zarûrîdir.”[5]

“Tandırdan elbisene bir kıvılcım sıçrasa, hemen onu söndürmeye koşuyorsun! Peki dînini yakacak olan bir ateşin, yani kibir, haset ve riyâ gibi kötü sıfatların kalbinde durmasına nasıl müsâade edebiliyorsun?!”[6]

[Mü’min, dînin zâhirî ve bâtınî hükümlerine riâyet neticesinde kemâle erer. Nasıl ki dînin, abdest, namaz, oruç, zekât gibi zâhirî farzları varsa; güzel ahlâk, temiz bir vicdâna sahip olmak, merhamet, şefkat, fedâkârlık, ihlâs ve takvâ gibi bâtınî farzları da vardır.

Aynı şekilde, nasıl ki dinde içki, zinâ, kumar, fâiz gibi zâhirî haramlar varsa; gurur, kibir, riyâ, ucub, pintilik, haset, sûizan gibi bâtınî haramlar da bulunmaktadır.

Âyet-i kerîmede; “Günahın zâhirîsini (açığını) da, bâtınîsini (gizlisini) de terk edin!..” (el-En‘âm, 120) buyruluyor. Yani mü’minin, zâhirî haramlardan uzak durması zarûrî olduğu gibi, rûhuna zehir saçan bâtınî haramlardan sakınması da öylece zarûrîdir. Hattâ nice bâtınî haram, -mânevî hayattaki neticesi bakımından- zâhirî haramlardan daha tehlikelidir. Nitekim bunun bir misâli kabîlinden Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse Cennet’e giremez…” (Müslim, Îmân, 147)

Görüldüğü üzere, bâtınî günahları kalpten kazıyıp atabilmek, en az zâhirî günahlardan sakınmak kadar mühimdir. Ayrıca hırs, haset, kibir, ucub, riyâ gibi bâtınî haramlar, ekseriyetle hafife alınarak daha fazla işlenmektedir. Hâlbuki mânevî hayatın kanseri olan bu gibi çirkin huylardan korunmak da elzemdir.]

Ebû’l-Hasan Harakānî Hazretleri buyurur:

“Çok ağlayınız, az gülünüz; çok susunuz, az konuşunuz; çok infâk ediniz, az yiyiniz; başınızı yastıktan uzak tutunuz!”[7]

[Tasavvufî terbiyede, mânen olgunlaşmak için tatbik edilen bâzı usûller vardır. Bunlar; riyâzet, yani nefsin hoşuna giden şeylerden el çekmek ve mücâhede, yani nefsi, hoşlanmadığı bâzı zorluklarla terbiye etmektir. Bu aynı zamanda, ilâhî ve nebevî bir nefs terbiyesi metodudur:

Nitekim sahâbe-i kiramdan Abdurrahman bin Avf -radıyallâhu anh- buyurur ki:

“İslâm, nefse hoş gelmeyen zor emirler getirmişti. Biz, hayırların en hayırlısını, nefislerin hoşlanmadığı bu zor emirlerde bulduk. Meselâ Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ile Mekke’den çıkıp hicret etmiştik. Nefsimize zor gelen bu hicretimizle, bize fazîlet ve zafer bahşolundu. Yine Allah Teâlâ’nın Kur’ân-ı Kerîm’de:

«Nitekim pek yerinde ve gerekli bir iş için Rabbin Sen’i evinden çıkardığı zaman, mü’minlerden bir kısmı bundan hoşlanmamıştı. Gerçek apaçık meydana çıktıktan sonra bile, onlar bu hususta Sen’inle münâkaşa ediyorlardı; sanki gözleri göre göre ölüme sevk ediliyorlardı.» buyurarak târif ettiği hâl üzere, Allah Rasûlü’nün yanında Bedir’e çıkmıştık. Allah Teâlâ burada da bizler için fazîlet ve zafer lûtfetmişti.

Velhâsıl biz, en büyük hayırlara hep böyle nefsimize zor gelen emirler sâyesinde ulaşmıştık.” (Heysemî, VII, 26-27)

Ebû’l-Hasan Harakānî Hazretleri’nin dikkat çektiği hususlar da, nefsânî ihtirasları kırarak rûhâniyeti inkişâf ettirmek için mürâcaat edilen terbiyevî usullerdendir. Bunlara kısaca temas edecek olursak:

Çok ağlayınız, az gülünüz;

Dünyevî sevinçlerle haddinden fazla gülüp neşelenmek ve taşkınca kahkahalar atmak, insana önündeki ölüm, kabir, diriliş, hesap, sırat gibi çetin menzilleri unutturur. Bu ise kalplerin incelik ve hassâsiyetini giderir, gönül feyzini yok eder. Bunun içindir ki Cenâb-ı Hak:

“Gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz! Ve siz, gaflet içinde oyalan­maktasınız.” (en-Necm, 60-61) îkâzında bulunmuş ve diğer bir âyet-i kerîmede;

“Yaptıklarının cezâsı olarak, az gülsünler, çok ağlasınlar!” (et-Tevbe, 82) buyurmuştur.

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz de:

“Şâyet benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız.” buyurmuştur. (Buhârî, Tefsîr, 5/12)

Yine Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bir gün, gülmekte olan bâzı insanlara rastlamıştı. Onlara:

“‒Cennet ve Cehennem’den bahseden Kitap aranızda olduğu hâlde siz gülüyor musunuz?!” buyurdular.

Oradakilerden hiçbirini, vefât edinceye kadar bir daha gülerken gören olmadı. (Heysemî, X, 307)

Hak dostu Mevlânâ Hazretleri ne güzel söyler:

“Nedâmet ateşiyle dolu bir gönülle ve nemli gözlerle duâ ve tevbe et! Zira çiçekler, güneşli ve ıslak yerlerde açar!..”

Çok susunuz, az konuşunuz;

Ağzımıza giren her lokma gibi, ağzımızdan çıkan her kelimeye de dikkat etmeliyiz. Zira insan, her konuştuğundan mes’ûldür.

Nitekim bir gün Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz’e, hangi ameli işlemenin daha hayırlı olacağını sormuş ve bu meyanda pek çok amel-i sâlih saymıştı. Fakat Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, her seferinde:

“–İnsanlar için bundan daha hayırlısı vardır.” buyurmuştu. Muâz -radıyallâhu anh-:

“–Anam, babam Sana kurban olsun, insanlar için bunlardan daha hayırlı olan nedir?” diye sorunca Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ağzını gösterdi ve:

“–Hayır konuşmayacaksa susmak!” buyurdu. Muâz -radıyallâhu anh-:

“–Konuştuklarımızdan dolayı hesâba mı çekileceğiz?” diye sordu. Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, Muâz’ın dizine hafifçe vurarak şöyle buyurdu:

“–Allah hayrını versin ey Muâz! İnsanları yüzüstü Cehennem’e sürükleyen, dillerinin söylediğinden başka nedir ki? Kim Allâh’a ve âhiret gününe inanıyorsa, ya hayırlı söz söylesin veya sussun, zararlı söz söylemesin! Sizler hayırlı söz söyleyerek kazançlı çıkınız; zararlı söz söylemeyerek rahat ve huzûra kavuşunuz.” (Bkz. Hâkim, IV, 319/7774)

Yine Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz:

“Rabbim bana sükûtumun tefekkür olmasını emretti.”[8] buyurarak, sükûtu da bir ibâdet vecdiyle yaşamanın lüzûmuna işâret etmişlerdir.

Hakîkaten, nefsâniyet dizginlenip rûh inkişâf ettikçe, gönlün ufku genişlemeye başlar. O mü’min artık her şeye; “Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak, 1) âyetinin sırrıyla, ibret nazarıyla bakar. Baktığı her şeyde de ilâhî kudret tecellîlerini görerek kalben Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olur.

Cenâb-ı Hak bizi öyle bir imtihan dershânesinde halk etti ki, her şey bize O’nu hatırlatıyor. Bunun idrâk edilmesi için, gönülden gaflet perdesinin kaldırılması zarûrîdir. Bu hususta şu hâdise ne kadar ibretlidir:

Tâbiîn neslinin büyük şahsiyetlerinden Ebû Vâil -rahmetullâhi aleyh- anlatıyor:

Abdullah bin Mesʻûd -radıyallâhu anh- ile yola çıktık. Yanımızda Rebî bin Haysem de vardı. Bir demircinin yanından geçiyorduk. Abdullah -radıyallâhu anh- durup ateşin içindeki demire bakmaya başladı. Rebî de ateşe baktı ve yere düşecek gibi oldu. Sonra Abdullah oradan ayrıldı. Fırat sahilinde bir fırının önüne geldik. Abdullah -radıyallâhu anh- fırının içindeki ateşin alev alev yandığını görünce:

“Cehennem ateşi uzak bir mesafeden onları görünce, onun öfkelenişini (müthiş kaynamasını) ve uğultusunu işitirler. Elleri boyunlarına bağlı olarak Cehennem’in daracık bir yerine atıldıkları zaman, oracıkta yok oluvermeyi isterler.” (Furkan, 12-13) âyet-i kerîmesini okudu.

Bunun üzerine Rebî -rahmetullâhi aleyh- bayıldı. Onu taşıyarak âilesine götürdük. Abdullah -radıyallâhu anh- öğlene kadar başında bekledi ama Rebî ayılmadı. Akşama kadar bekledi de Rebî nihâyet ayılabildi…” (Ebû Ubeyd, Fedâilü’l-Kur’ân, s. 23)

Cenâb-ı Hak bizi sık sık kıyâmeti tefekküre dâvet ediyor. Kur’ân-ı Kerîm’in bilhassa son üç cüzünde hep kıyâmetten haber verilmektedir. Yeryüzü ne olacak, semâvât ne olacak, insanlar ne hâle gelecek?.. İşte bu hakîkatlerin tefekküründe yoğunlaşarak takvâda merhale almaya gayret etmeliyiz.

Çok infâk ediniz, az yiyiniz;

Mü’min, kifâyet miktarıyla yetinip ihtiyaç fazlasını infâk etmeli, kendisi için kifâyet miktarını belirlerken de insaflı davranmalıdır. Her şeyde olduğu gibi bu hususta da Allah Rasûlü’nü, ashâb-ı kirâmı ve İslâm büyüklerini kendine örnek almalıdır. Toplumun umûmî kabullerini ölçü almak yerine, asr-ı saâdet toplumuna bakarak hâlini mîzân etmelidir.

Abdullah Dehlevî Hazretleri, az yemek husûsunda şu güzel teşbihte bulunur:

“Dünya hayatı bir gündür, o bir günde de oruç tutmamız lâzımdır.” [9]

Yani nefsimizi günahlardan ve aşırılıktan alıkoymamız îcâb eder.

Ayrıca Allâh’a muhabbetimizin göstergesi, O’nun yolundaki fedakârlığımızdır. Âyet-i kerîmede ise gerçek fedakârlığa şöyle işâret buyrulur:

“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça «birr»e (hayrın kemâl noktasına) eremezsiniz…” (Âl-i İmrân, 92)

Başınızı yastıktan uzak tutunuz;

Yani uykunun esiri olup da iç dünyanızı hantallaştırmayınız!

Cenâb-ı Hak, ilâhî mükâfatlarla müjdelediği bahtiyar kulları hakkında şöyle buyuruyor:

“O müttakîler, geceleri pek az uyurlar, seher vakitlerinde de istiğfâra devam ederlerdi.” (ez-Zâriyât, 17-18)

Hazret-i Süleyman -aleyhisselâm-’a da annesi şu nasihatte bulunmuştur:

“–Yavrucuğum! Geceleyin fazla uyuma! Zira geceleyin fazla uyku, kişiyi kıyâmet günü fakir bırakır!” (İbn-i Mâce, İkâmet, 174)]

Ebû’l-Hasan Harakānî Hazretleri buyurur:

“«Amel işlemen gerekmez!» demiyorum. Lâkin yaptığın ameli acaba sen mi yapı­yorsun, yoksa sana yaptırılıyor mu, bunu bil­men gerekir. Aslında kul, Allâh’ın sermâyesiyle ticaret yapmaktadır. Sermâyeyi Allâh’a verip gittiğinde, evvel de Al­lah, âhir de Allah, ortası da Allah’tır. Ticaretin O’nun sâyesinde kâr eder, senin sâyende değil! Pazarda kendisi için pay görene, oraya yol yoktur.”[10]

[Kulluk edebi; hatâ ve kusurları nefsinden, bütün muvaffakıyetleri ise Allah’tan bilmeyi gerektirir.

Unutmamalıyız ki hepimiz yoktan var edildik. Var olmak için ve milyonlarca varlık içinde eşref-i mahlûkat olan “insan” kılınmak için bir bedel ödemedik. Rabbimiz bize farkında olduğumuz ve olmadığımız sayısız lûtuflarını meccânen ve keremen ihsân eyledi.

O’na şükür için yaptığımız ibadet, tâat, hizmet ve amel-i sâlihler de O’nun bize bir lûtfu. Zira O bize bu yolda güç ve imkân verdiği için biz bunlara muvaffak kılınıyoruz. Dolayısıyla kendimize âit hiçbir sermâyemiz yok. Sırf Allâh’ın bize verdikleriyle, O’nun rızâsını celbetmeye çalışıyoruz.

Bir düşünelim: Cenâb-ı Hak bize göz nîmetini lûtfetmese biz nasıl görebilirdik? Vücûdumuza güç-kuvvet vermese biz nasıl bir şeyler elde edebilirdik? Bize tefekkür melekelerini vermese nasıl düşünebilirdik?..

Velhâsıl, elimizde ne kadar güç ve sermaye varsa hepsi Cenâb-ı Hakk’a âit. Bu sebeple bir müslümanın lügatinde “ben” olmayacak. Gönlünde benlik dâvâsı bulunmayacak. Kulluğunu unutmayacak. Elindeki bütün nîmetleri Hak’tan bilecek; “Ben yaptım, ben kazandım!” demeyip dâimâ; “Sen lûtfettin yâ Rabbi; bu, Rabbimin fazlındandır!” diyecek…

Ri­vâyete göre Ce­nâb-ı Hak, Hazret-i Mûsâ’ya:

“Fi­ra­vun’a git; çün­kü o iyi­ce az­dı…” (Tâ­hâ, 24) buyurduğu za­man Mû­sâ -aleyhisselâm-, âi­le ef­râ­dı­nı ve da­var­la­rı­nı zâ­hir­de emâ­net ede­ce­ği bir kim­se ol­ma­dı­ğın­dan:

“–Yâ Rab­bî! Ev hal­kım ve da­var­la­rım ne ola­cak?” de­di.

Bu­nun üze­ri­ne Ce­nâb-ı Hak şöy­le bu­yur­du:

“–Ey Mû­sâ! Ben’i bulduktan sonra başka ne istersin? Sen Ben’im em­ri­mi edâ­ya koş! Ba­na bağ­lan ve teslîmiyet gös­ter! İs­ter­sem, kur­du ko­yun­la­rı­na ço­ban eder ve meleklerimi de âilene muhâfız kılarım.

Ey Mû­sâ! Ne­dir bu dü­şün­dü­ğün? Annen Sen’i de­ni­ze bıraktı­ğı za­man Se­n’i kim kur­tar­dı? Bun­dan son­ra Sen’i annene tek­rar kim ka­vuş­tur­du? Ha­ni sen, bi­ri­ni ka­zâ ile öl­dür­müş­tün de Fi­ra­vun Sen’i ara­ma­ya ko­yul­muş ve öl­dür­me­ye az­met­miş­ti; o va­kit Sen’i on­dan kim muhâfaza et­ti?..”

Mû­sâ -aleyhisselâm- bu sözleri hem din­li­yor, hem de her cüm­le­nin so­nun­da:

“–SEN, SEN, SEN YÂ RAB­Bİ!..” di­yor­du.[11]

Ebû’l-Hasan Harakānî Hazretleri buyurur:

“Allah Teâlâ şu dört şey hususunda kuluna hitâb eder: Beden, dil, kalp ve mal. Bedeni hizmete, dili zikre vermek kâfî değildir! Kalben Cenâb-ı Hakʼla beraber olup malını da Allah yolunda cömertçe sarf etmedikçe bu vuslat yolunda mesâ­fe alamazsın!”[12]

[Hak Teâlâ’nın biz kullarından istediği, dâimâ kendisiyle olan bir kalb-i selîmdir. Bu yüzden, bedenimizin Allah yolunda hizmetle, dilimizin de zikirle meşgul bulunması, elzem olmakla birlikte kâfî değildir. Gönlümüzün de her dâim Allah ile olması ve bu sâyede varlık ve benlik dâvâsından vazgeçerek, her şeyin gerçek sahibinin Allah olduğu idrâkinde derinleşmesi zarûrîdir. Allâh’ın lûtfettiği nîmetlerden, yine O’nun rızâsı için fedâkârlıkta bulunmak sûretiyle de, bu kalbî yakınlığın gerektirdiği hâl ve davranışları hayatımızda sergilememiz îcâb eder.

Meselâ zekât, dînen zengin sayılan her mü’min için, asgarî bir fedâkârlık ölçüsüdür. Fakat insan, sevdiğine, sevgisi ölçüsünde fedâkârlıkta bulunur. Bunun bir misâli sadedindeki şu hâdise ne kadar hikmetlidir:

Fakihlerden biri, imtihan etmek maksadıyla Şeyh Şiblî Hazretleri’ne zekâtta malın ne kadarının infâk edilmesi gerektiğini sorar. Hazret:

“–Bunun cevâbını fakihlerin mezhebine göre mi, yoksa Hak âşıklarının meşrebine göre mi istiyorsunuz?” der. Fakih:

“–Her ikisine göre de olsun.” deyince Hazret şu cevâbı verir:

“–Fakihlerin mezhebine göre, meselâ iki yüz dirhemin, üzerinden bir yıl geçtikten sonra, kırkta birine tekâbül eden beş dirhemini vermek gerekir. Âşıkların meşrebine göre ise, derhâl iki yüz dirhemin iki yüzünü de verip bir de «yakayı kurtardım» diye şükretmek gerekir.”

Fakih der ki:

“–Biz bu mezhebi âlimlerimizden öğrendik.”

Buna mukâbil Şeyh Şiblî Hazretleri de şöyle buyurur:

“–Biz de bu meşrebi Ebû Bekir Sıddîk Efendimiz’den öğrendik. O, nesi var nesi yoksa hepsini Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in önüne koydu…”

Dolayısıyla bizler de dâimâ Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz lûtuflarını, merhametinin büyüklüğünü, ihsan ve ikrâmının azametini tefekkür ederek, imkânlarımız nisbetinde O’nun kullarına infak ve ihsân etmeye gayret göstermeliyiz. Zira âyet-i kerîmede; “…Allah sana ihsân ettiği gibi, sen de (insanlara) ihsân et!..” (el-Kasas, 77) buyrulmaktadır.]

Cenâb-ı Hak cümlemizi, elinden, dilinden, hâlinden, kālinden, velhâsıl maddî-mânevî bütün imkânlarından rızâ-yı ilâhîsi yolunda infâk edebilen, cömert, fedâkâr ve hizmet ehli kullarından eylesin.

Âmîn!..


Dipnotlar:

[1] Harakānî, Nûru’l-Ulûm, s. 258.

[2] Muhammed Mâsûm, Mektûbât, I, 63, no: 65.

[3] Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 622.

[4] Mahmud Sâmi Efendi, Musâhabe, İstanbul 2008, I, 127-129.

[5] Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 629.

[6] Harakānî, Nûru’l-Ulûm, s. 239.

[7] Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 630.

[8] Bkz. İbrahim Canan, Hadis Ansiklopedisi, XVI, 252, hadis no: 5838.

[9] Raûf Ahmed Müceddidî, Dürrü’l-Meârif, İstanbul 1998, s. 143.

[10] Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 625.

[11] Ahmed er-Rufâî, Hâletü Ehli’l-Hakîkati Meallâh, s. 337.

[12] Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 631.