Ebû’l-Hasan Harakānî (rahmetullâhi aleyh) -3-

-Hak Dostlarından Hikmetler-

2013 – Nisan, Sayı: 326, Sayfa: 032

Ebû’l-Hasan Harakānî Hazretleri buyurur:

“Dünyada en üstün ve değerli şey; her zaman ve mekânda Allâh’ın zikriyle dolu bir gönüldür.”[1]

[Göklerde ve yerde bulunan bütün varlıklar, Allâh’ı kendi dillerince zikrederler. Allah Teâlâ, bu hakîkati âyet-i kerîmede şöyle beyan buyurur:

“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O’nu tesbîh eder. O’nu hamd ile tesbîh etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbîhini anlamazsınız…” (el-İsrâ, 44)

Bundan dolayıdır ki bülbüllerin bir damlacık yüreklerinden dökülen feryat nağmeleri, kumrulardan yükselen “hû, hû”lar, leyleklerin “lek, lek”leri, ârif kullar nazarında hep duygu dolu birer “zikir” tezâhürüdür. Nitekim bu hakîkatin birer misâli sadedinde, nebevî terbiye altında yetişen güzîde sahâbîlerden Abdullah ibn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh-; “Biz boğazımızdan geçen lokmaların tesbihlerini duyar hâle gelmiştik!” buyurmuştur.[2] Yine Hak dostlarından Hüdâyî Hazretleri; koparmak için uzandığı bütün çiçeklerin kendi dillerince Hakk’ı tesbîh ettiklerini işitmiş ve hiçbirini koparmaya kıyamamış, neticede üstâdına ancak, sapı kırılmış olduğu için zikri bitmiş bulunan bir çiçeği takdim edebilmiştir.

Yani kâinattaki ilâhî nizam gereği, insanlar ve cinlerin dışındaki canlılardan zikri bitenin, ömrü de biter. Bu demektir ki, Allah Teâlâ’nın yarattığı bütün canlılar için hakîkî hayat; zikrin feyiz ve bereketiyle geçen hayattır. Dolayısıyla Allâh’ı unutan bir kalp, zâhiren yaşıyor olsa da, hakîkatte ölü demektir. Zikrin, kalpler üzerindeki bu hayâtî ehemmiyetine dâir, Sâmi Efendi Hazretleri de şöyle buyurmuşlardır:

“Hakîkî hayat sahibi, ancak kalbi diri olan kimsedir. Çünkü kalp, Beytullah’tır (nazargâh-ı ilâhîdir). Orada Allah muhabbeti ve zikri yoksa, o kalp ölüdür…”[3]

Gaflet ve kasvete müptelâ bir kalbin en tesirli ilâcı, “zikrullah”tır. Nitekim âyet-i kerîmede:

“…Bilesiniz ki kalpler, ancak Allâh’ın zikriyle itmi’nâna (hakîkî huzûra) erer!” (er-Ra‘d, 28) buyrulmaktadır.

Öte yandan, sırf dil ile zikretmek kolaydır. Lâkin Rabbimiz’in biz kullarından asıl murâdı; zikrin feyziyle dolarak dâimâ Allah ile beraberliğin şuur ve idrâki içinde bulunan, rakik, hassas ve ârif bir kalptir.

Esʻad Erbilî Hazretleri, bu keyfiyette bir zikir hâlinde bulunmayı, hattâ zikri sadece dil ve kalbe değil, vücûdun bütün zerrelerine yayabilmeyi, mânevî evlâtlarına şöyle tavsiye buyurmuşlardır:

“Bir insana gusül gerektiğinde nasıl ki vücûdunun her yerini, hattâ her noktasını yıkaması lâzım ise, gönül âlemini tasfiye etmek isteyen bir kişinin de bütün letâifleriyle, hattâ vücûdunun her zerresiyle zikretmesi zarurîdir.”[4]

“Cenâb-ı Hak, kalp gözünüzü nurlandırsın! Nasıl ki gül yaprağının her noktasında gül suyu mevcut ise, sizin kıymetli vücûdunuzun her zerresini de muhabbet ve dâimî zikrin hoş kokusuyla güzelleştirsin! Âmîn…”[5]

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmelerde:

“…Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir…” (el-Hadîd, 4)

“…Biz ona (insana) şah damarından daha yakınız.” (Kāf, 16)

“…Şunu iyi bilin ki Allah, insan ile kalbi arasına girer…” (el-Enfâl, 24) buyurarak her an biz kullarıyla beraber olduğunu beyan etmektedir. Dolayısıyla bu hakîkati idrâk etmiş bir mü’minin, hiçbir zaman Allah’tan gâfil kalması düşünülemez.

Bu hususta Şeyh Şiblî Hazretleri’nin şu kıssası ne kadar hikmetlidir:

Bir vâiz, kürsüde âhiret ahvâlini anlatmaktaydı. Cemaatin arasında Şeyh Şiblî Hazretleri de vardı. Vâiz efendi, Cenâb-ı Hakk’ın âhirette soracağı suallerden bahsederek:

“–İlmini nerede kullandın, sorulacak! Malını-mülkünü nereden kazanıp nereye harcadın, sorulacak! Ömrünü nasıl geçirdin, sorulacak! İbadetlerin ne durumda, sorulacak! Harama-helâle dikkat ettin mi, sorulacak!..”

Bunların ardından; “Şunlar şunlar da sorulacak!..” diye, hepsi de son derece mühim olan pek çok husus saydı. Fakat bu kadar tafsîlâtlı îzâha rağmen, meselenin özüne dikkat çekilmemesi üzerine, Şiblî Hazretleri yumuşak bir üslûpla vâize seslendi:

“–Ey vâiz efendi! Suallerin en mühimlerinden birini unuttun! Allah Teâlâ kısaca şunu soracak:

«Ey kulum! Ben seninleydim, sana şah damarından daha yakındım; fakat sen kiminleydin?!»

İşte makbul bir kulluk için mühim olan da Cenâb-ı Hak ile kalbî beraberliği temin edebilmektir. Zira seven, sevdiğini unutmaz, onu çokça zikreder. Beşerî ve nefsânî hayatta bile insan neyi çok seviyorsa; meselâ evlâdını, malını, ticâretini vs. en çok ondan bahseder. Bu ölçü, bir mü’minin Allah muhabbeti hususunda kendisini mîzân edeceği bir ibret aynası gibidir. Kendimize sormalıyız: Fânî dünyanın devremülk oyuncaklarına olan kalbî alâkamız ne nisbette, buna mukâbil bizi yoktan var eden, varlıkların en şereflisi olan insanlardan kılan ve sayısız nîmetleriyle rızıklandıran Cenâb-ı Hakk’a karşı muhabbet ve rağbetimiz ne nisbette?!.

Bu hususta Müfessir İsmail Hakkı Bursevî’nin şu ifâdeleri ne kadar mânidardır:

“Bir kemik parçası olan kulağa işittiren, yağdan oluşan göz yuvarlağına gördüren, bir et parçası olan dili konuşturan; bitkileri meyve ve dâneleriyle, hayvanları etleri ve yağlarıyla, yeryüzünü ağaçları ve nehirleriyle, gökyüzünü yıldızlarıyla ve onların ışıklarıyla donatan; geceyi insanların dinlenmesine tahsis eden; gündüzleri sayısız nîmetlerinden dilediği kadarını lûtfeden Allâh’ın şânı ne yücedir!

Sen O’na lâyıkıyla kulluk edemediğin hâlde, O sanki senden başka bir kulu yokmuş gibi, seni terbiye edip beslemektedir. Sen ise kullukta sanki O’ndan başka bir (sığınak, barınak ve dayanağın) daha varmış gibi davranmaktasın. (Bu ne dehşetli bir gaflettir!)”[6]

Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetiyle dolu olan bir gönül, Allâh’ın sevmediklerine aslâ meyledemez. Cenâb-ı Hak’la beraberliğin gönül feyzi karşısında, Allah’tan uzaklaştıran her şey, gözden ve gönülden düşer. Nasıl ki Güneş’ten aldığı huzmeleri tek noktada toplayan bir mercek, altındaki çerçöpü yakıp kül ederse, Hakk’ın zikrine lâyıkıyla teksîf olan bir gönül de, kulu Rabbinden uzaklaştıran bütün fısk u fücûrdan, mâsivâdan ve mâlâyânîden kendini korur. Bu ise kolay elde edilen bir netice değildir. Zira bu, Cenâb-ı Hakk’ın zâhirî ve bâtınî bütün emirlerine riâyet edip yine zâhirî ve bâtınî bütün nehiylerinden titizlikle sakınarak idrâk edilebilen, yüksek bir kulluk kıvâmıdır. Cenâb-ı Hakk’ın râzı olacağı bütün hâl ve davranışlar, işte bu kıvâma ulaşmış olan bir kulun en tabiî vasfı hâline gelir.

Bu itibarla gönül ne nisbette Rabbiyle beraberse, kul o nisbette istikâmet üzere demektir. Bunun aksine, Rabbini unuttuğu nisbette de hak ve hakîkat yolundan sapmış demektir. Dolayısıyla işin özü, zikrullah ve muhabbetullah ile yüksek bir kalbî seviyeye ulaşmaktır. Nitekim bir hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere;

Dâvud Peygamber şöyle duâ ederdi:

«Allâh’ım, Sen’den Sen’i sevmeyi, Sen’i seven kişiyi sevmeyi, Sen’in sevgine ulaştıran ameli isterim. Allâh’ım, Sen’in sevgini bana kendimden, âilemden ve soğuk sudan (yani dünyanın en câzip lezzetlerinden) daha sevimli eyle.»” (Tirmizî, Deavât, 72)

Sevgisini kullarının kalbine lûtfedecek olan, Cenâb-ı Hak’tır. Allah Teâlâ, sevdiklerinin kalbine aşk ve muhabbetini bahşeder. Bu bakımdan dâimâ hamd, şükür ve zikirle, sâlih amellerle ve Allâh’ın sevdiklerine yakın olmaya çalışmak sûretiyle, Cenâb-ı Hakk’ın seveceği hâle ulaşmaya gayret etmeli ve bunun duâ ve ilticâsı üzere bulunmalıyız. Böyle bir niyet, gayret ve iştiyaktan uzak, gâfilâne geçirilen bütün vakitler, ömür takviminin çöpe atılmış altın yapraklarıdır. Allâh’ı unutarak geçirilen bütün zamanlar, âhiretin can yakıcı nedâmet ateşleridir…]

Ebû’l-Hasan Harakānî Hazretleri buyurur:

“Hak dostları dâimâ büyük bir hüzün içindedirler. Bunun sebebi, Cenâb-ı Hakk’ı şânına lâyık bir şekilde zikretmek isteyip de bunu yapamayışlarıdır.”[7]

[Müteâl, yani hayal ötesi mükemmellikte olan Cenâb-ı Hakk’ı şânına lâyık bir sûrette idrâk edebilmek ve yine O’na lâyık olduğu şekilde mükemmel bir kullukta bulunabilmek, beşer tâkatinin üzerindedir. Bu sebeple mü’min, Hakk’a ibadet ve mârifet yolunda, elinden gelen bütün gayretini göstermekle birlikte, amellerini dâimâ noksan ve kusurlu görmelidir. Ayrıca Cenâb-ı Hak’tan kusur ve noksanlarının affını, ibadetlerinin lûtfen ve keremen kabûlünü niyâz etmelidir. Hakk’a kulluk edebi bunu gerektirir.

Nitekim, Cenâb-ı Hakk’ın insanlıkta tecellî eden sanat hârikası olarak yarattığı ve emsalsiz bir örnek şahsiyet olarak beşeriyete armağan ettiği Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz bile, bu kulluk edebinden dolayı:

“…Allâh’ım! Sen’i lâyık olduğun şekilde medh ü senâdan âcizim! Sen kendini nasıl medh ü senâ etmişsen öylesin!”[8] diyerek Rabbine ilticâ etmiştir.

Yine Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, geçmiş ve gelecek bütün günahları bağışlanmış olduğu hâlde, ilâhî rahmetin sağanak sağanak yağdığı ve duâların makbul olduğu seher vakitlerinde uyumamış, mübârek ayakları şişinceye kadar, gözyaşları içinde namaz kılarak sabahlamış, Cenâb-ı Hakk’a karşı dâimâ kusur, acziyet ve hiçliğini îtiraf hâlinde, günde yetmiş kere, -hattâ bir rivâyete göre- yüz kere istiğfâr etmiştir.

Cenâb-ı Hak, zikre bir sınır tâyin etmeksizin şöyle buyurmuştur:

“Ey îmân etmiş olanlar! Allâh’ı çokça zikredin. Ve O’na sabah ve akşam tesbihte bulunun.” (el-Ahzâb, 41-42)

İşte nebevî ahlâktan lâyıkıyla hisse almış olan Allah dostları da bu ilâhî emre riâyet ederek, büyük bir kulluk edebi içinde Cenâb-ı Hakk’ı çokça zikrederler. Fakat ne kadar çok zikretseler de, bunun, Cenâb-ı Hakk’ın şân-ı ulûhiyyeti karşısında âdeta bir “hiç” hükmünde olduğunu bilip gayret-i dîniyyelerini daha da artırmaya çalışırlar.

Zira kalbî duyuş ve hassâsiyeti artan bir kulun, Rabbinin azametini idrâki de ziyâdeleşir. Bu itibarla, az bir zikir ve ibadeti çok ve kâfî görmek, ancak bir gaflet işaretidir.]

Ebû’l-Hasan Harakānî Hazretleri buyurur:

“Siz «Allah -celle celâlühû-» derken, başka bir söz söyleyen kimse ile aslâ sohbet etmeyiniz!”[9]

[Allah Teâlâ’yı zikretmekten maksat, kalben O’nunla beraber olabilmektir. Yani dil, Hakk’ın esmâsını telâffuzla meşgulken, gönül de bütün dikkatini Cenâb-ı Hakk’a teksif etmelidir. Zikrin feyz ve bereketine nâil olabilmek için; dilin söylediğini, gönül dili de tasdik ederek bunu dâimî bir şuur ve idrâk hâline getirmelidir.

Bu hâle ulaşan Hak âşıklarını, artık hiçbir fânî, nefsânî ve dünyevî meşgale Allah’tan uzaklaştıramaz. Bu yüzden, değil zikir esnâsında Allah’tan gâfil kalmak, dünyevî meşgaleler esnâsında dahî gönlü Allâh’a verebilmek, halk içindeyken bile kalben Hak’la beraber olabilmek, her mü’minin gönül ufkunda bulunması gereken ulvî bir hedeftir.

Osmanlı devrinde yetişmiş olan büyük zâtlardan İmâm Birgivî Hazretleri’nin şu kıssası ne kadar mânidardır:

İmâm Birgivî Hazretleri, bir gün devrin Şeyhülislâm’ının verdiği bir fetvâyı uygun bulmaz, fetvâ kağıdını imhâ eder. Bu durumu öğrenen Şeyhülislâm, İmam Birgivî Hazretleri’ni huzûruna davet eder.

İmâm Birgivî Hazretleri fetvâhâneye girdiğinde Şeyhülislâm namaza durmuştur. Fakat Birgivî Hazretleri namazda olan Şeyhülislâm’a selâm verir, sonra da bir köşeye geçip oturur. Namazını bitiren Şeyhülislâm, hayreti daha da artmış bir hâlde İmâm Birgivî’ye hitâben:

“–Be kardeşim, hem verdiğimiz fetvâyı imhâ edersin hem de namaz kılmakta olan birine selâm verilmeyeceğini düşünemeyecek kadar gaflet içindesin!” der.

Birgivî Hazretleri gâyet sakin:

“–Dediğiniz doğrudur, lâkin ben namaz kılana selâm vermedim ki…” der. Şeyhülislâm’ın:

“–Nasıl olur, ben namaz kılıyordum.” demesi üzerine de:

“–Hayır, siz namaz kılmıyordunuz.” karşılığını verir. Bunun üzerine Şeyhülislâm, hayret ve şaşkınlığı daha da artmış bir hâlde:

“–Namaz kılmıyorduysam, ya ne yapıyordum?!” diye sorar.

Birgivî Hazretleri muhâtabını irşad maksadıyla kerâmeten şu cevâbı verir:

“–Siz hakîkî mânâda namaz kılmıyordunuz. Zira o esnâda şu duvara bir pencere açıp açmamanın kararını vermekle meşguldünüz.”

Şeyhülislâm, bu cevap karşısında âdeta donakalır. Zira gerçekten de o sırada duvara pencere açıp açmamayı düşünmüştür. Bunun üzerine, Birgivî Hazretleri’nin ne kadar büyük bir mânâ üstâdı olduğunu anlar ve ellerine kapanıp affını diler.[10]

Namaz, Cenâb-ı Hak’la beraberliktir, en büyük zikir hâlidir. Bu zikri gafletle ziyân edip onun feyiz ve rûhâniyetinden nasipsiz kalmak, Cenâb-ı Hakk’ın gazabını celbeder. Bunun içindir ki âyet-i kerîmede:

“Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarından gâfildirler.” (el-Mâûn, 4-5) buyrulmuştur.

Hâlbuki Rabbimiz, yalnızca ibadet esnâsında değil, her zaman gönüllerimizin zâkir hâlde bulunmasını arzulamaktadır. Gözlerimiz uyusa dahî kalbimizin uyanık olmasını dilemektedir. Nitekim âyet-i kerîmede; “Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allâh’ı zikrederler…[11] buyrulmaktadır. Bu gönül kıvamına ulaşanlar, dâimî bir ibadet hâlinde yaşarlar. Onların oturup-kalkmaları, yiyip-içmeleri, hattâ istirahatleri bile ibadet ecrine nâil olur.

Nitekim İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bu hakîkati şöyle ifâde buyurmuşlardır:

“Vakitlerimizi dâimâ Cenâb-ı Hakk’ı zikretmeye harcamalıyız. Alışveriş bile olsa, yüce şerîate uygun olarak yapılan her iş, zikir kabûl edilir. O hâlde bütün hâl ve hareketlerimizde şerʼî hükümlere riâyet edelim ki, bunların hepsi zikir sayılsın. Zira zikir, gafleti bertaraf etmektir. Ne zaman bütün fiillerimizde İslâmî emir ve nehiylere uyarsak, işte o zaman emir ve nehiylerin sahibinden gâfil kalmamış ve O’nu dâimâ zikretmiş oluruz.”[12]

Buna muvaffak olan kullarını, Cenâb-ı Hak şöyle müjdelemektedir:

“Onlar, ne ticaret ne de alışverişin kendilerini Allâh’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı insanlardır. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar. Çünkü (o günde) Allah, onları yaptıklarının en güzeli ile mükâfatlandıracak ve lûtfundan onlara fazlasıyla verecektir. Allah, dilediğini hesapsız rızıklandırır.” (en-Nûr, 37-38)]

Ebû’l-Hasan Harakānî Hazretleri buyurur:

“İnsanlar ekseriyetle duâlarında şöyle derler:

«Allâh’ım, üç yerde imdadımıza yetiş; can çekişirken, mezarda ve kıyâmette!»

Ben de diyorum ki; «İlâhî, her zaman im­dâdıma yetiş!»”[13]

[İbadetler, belli bir zaman içinde edâ edilir ve biter. Lâkin kulluk dâimîdir. Bu hakîkatten gâfil kalan bir insan; güçlü, sıhhatli, rahat ve emniyet içinde olduğu zaman, kendini ihtiyaçsız görmeye, büyüklenmeye, duâ ve ibadet vazifelerini ihmâl etmeye ve neticede Rabbini unutarak haddini aşmaya başlar. Başı dara düştüğünde ise o mağrur tavrından eser kalmaz, âdeta ıslak bir kâğıt gibi zayıflık ve acziyet içinde kalır.

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de insanoğlunun fıtratına ayna tutarak onun bu zaafını şöyle beyan buyurmaktadır:

“Gemiye bindikleri zaman, dîni yalnız O’na has kılarak (ihlâsla) Allâh’a yalvarırlar. Fakat onları sâlimen karaya çıkarınca, bir bakarsın ki, (Allâh’a) ortak koşmaktadırlar.” (el-Ankebût, 65)

“Denizde başınıza bir musîbet geldiğinde, O’ndan başka bütün yalvardıklarınız kaybolup gider. O sizi kurtarıp karaya çıkardığında, (yine eski hâlinize) dönersiniz. İnsanoğlu çok nankördür. O’nun, sizi kara tarafında yerin dibine geçirmeyeceğinden, yâhut başınıza taş yağdırmayacağından emin misiniz? Sonra kendinize bir koruyucu da bulamazsınız.” (el-İsrâ, 67-68)

İnsan, dâimâ güvenip dayanabileceği bir güç ve kudrete muhtaçtır. Her dâim sonsuz kuvvet ve kudret sahibi olan yegâne sığınak, barınak ve dayanak ise Cenâb-ı Hak’tır.

Bu hakîkate bîgâne kalan gâfillerse, ulaştıkları dünyevî muvaffakıyetlere ve sahip oldukları güç ve kudrete güvenerek kendilerini yenilmez, yıkılmaz ve ölümsüz görmeye, hattâ nefislerini putlaştırarak ilâhî kudrete baş kaldırmaya kadar gitmişlerdir. Tarihte bunun pek çok misâli vardır:

Meselâ 1912 yılında, okyanusu aşmak için yapılan Titanic adlı devâsâ gemi için, gurur ve kibir şaşkınlığı içinde; “Bu gemiyi hiçbir güç batıramaz!” denildi. Gemi daha ilk seferinde bir buz dağına çarparak okyanusun derinliklerine gömüldü.

Yine 1986’da uzaya gönderilmek istenen ve Challenger yani “meydan okuyan” adı verilen uzay mekiği, fırlatıldıktan 73 saniye sonra gökyüzünde infilâk edip paramparça oldu.

Güç ve kudretine güvenerek tanrılık iddiasına kalkışan mağrur Nemrut, âdeta kendisiyle istihzâ edilircesine, cılız bir sinekle helâk edildi.

Kâbe-i Muazzama’yı yıkmak gibi çirkin bir maksatla Yemen’den yola çıkan mağrur Ebrehe, o zamanın tankları yerinde olan devâsâ fillerle takviye edilmiş azametli ordusuna çok güveniyor, kendisini hiçbir gücün durduramayacağını zannediyordu. Kendince Kâbe’yi yıkacak ve böylece insanlar ibadet ve ticâret için artık Yemen’e akın edecek, neticede Yemen’in iktisâdî hayatı canlanacaktı. Lâkin yenilmez zannettiği ordusuyla Mekke yakınlarına ulaştığında, Cenâb-ı Hak onları çölden gelen aslanlarla, kaplanlarla, vahşi canavarlarla değil, -kendileriyle istihzâ edercesine- küçücük kuşların attığı taşlarla, âdeta çiğnenmiş ekin yapraklarına döndürdü.

Ne ibrettir ki Cenâb-ı Hak, zâlim Ebrehe’nin canını orada almadı. Onu, gurur, kibir ve azametle çıktığı Yemen’e yaralı olarak döndürdü. Yemenlilere Ebrehe’nin hakir ve zelil âkıbetini gösterdikten sonra, onu kahr-ı ilâhîsinin ibretli bir misâli hâlinde tarihin çöplüğüne gömdü.

Bunun gibi sayısız misallerle de sâbittir ki, Cenâb-ı Hakk’ın “mütekebbir” sıfatının ortaklığa tahammülü yoktur. Allah Teâlâ’nın azamet ve kibriyâ sıfatıyla yarışa kalkışan, Hakk’a karşı “Ben!” diyen zâlimler, “Bizden daha güçlü kim var?” diye övünen Âd ve Semûd gibi kavimler, Allâh’ın lûtfettiği güç ve kudreti kendi nefislerine izâfe ederek gurur ve kibir şımarıklığına kapılanlar, dâimâ ilâhî gazaba dûçâr olarak mahvolmuşlardır. Vaktiyle o mağrur zâlimlerin ihtişamlı sarayları üzerine doğan Güneş, bugün onların harâbeleri üzerine doğuyor…

Velhâsıl Cenâb-ı Hak, insanı bu dünyada varlıkla da darlıkla da imtihan etmektedir. Kulun başı dara düştüğünde Rabbine yönelip yalvarması, buna mukâbil rahata kavuştuğunda ise kulluğunu unutması, büyük bir ihânet ve nankörlüktür. Bu itibarla, edep, tevâzû, hamd, şükür, rızâ ve duâ hâli, hayatın şartları değişse de mü’minin değişmez bir vasfı olmalıdır.

Bizler de, ebediyet yolculuğumuzun en çetin geçitleri olan; son nefes, kabir, kıyâmet, mîzan ve Sırat’ta Rabbimiz’in imdadımıza yetişmesini istiyorsak, bugün ilâhî emir ve nehiylere titizlikle riâyet ederek Cenâb-ı Hakk’ın yardımına lâyık hâle gelmeye gayret göstermeliyiz. Bilhassa rahatlık zamanlarında Rabbimiz’i daha çok hatırlayıp kulluk edebi içinde vazifelerimizi güzelce îfâ etmeliyiz ki; zorluk ve meşakkatlerle karşılaştığımızda, Rabbimiz de bizi hatırlayıp ilâhî nusret ve inâyetinden mahrûm etmesin…]

Cenâb-ı Hak cümlemize, kulluk edebinin gerektirdiği şekilde yaşayabilmeyi; varlıkta şımarmayıp şükredebilmeyi, yoklukta şikâyet etmeyip sabredebilmeyi, her hâlükârda ilâhî takdirden râzı olup rızâ-yı ilâhîsine nâil olabilmeyi nasip ve müyesser eylesin…

Âmîn!


Dipnotlar:

[1] Câmî, Nefahât, s. 444.

[2] Bkz. Buhârî, Menâkıb, 25.

[3] M. Sâmi Efendi, Hz. Yûsuf, s. 26.

[4] M. Esʻad Efendi, Mektûbât, s. 140, no: 112.

[5] M. Esʻad Efendi, Mektûbât, s. 100, no: 69.

[6] Bkz. Rûhu’l-Beyan Kur’ân Meâli ve Tefsiri, c. 1, s. 89-90, Erkam Yayınları.

[7] Harakānî, Nûru’l-Ulûm, s. 248.

[8] Müslim, Salât, 222.

[9] Câmî, Nefahât, s. 444.

[10] Bkz. Naim Erdoğan, Dînî Hikâyeler (Nüzhetü’l-Mecâlis adlı eserden tercüme), sf. 267-268, Çile Yayınları, İstanbul, 1979.

[11] Âl-i İmrân, 191.

[12] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, II, 540, no: 25.

[13] Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 638.