Ebû’l-Hasan Harakānî (rahmetullâhi aleyh) -2-

-Hak Dostlarından Hikmetler-

2013 – Mart, Sayı: 325, Sayfa: 032

Ebû’l-Hasan Harakānî Hazretleri buyurur:

“İki kişinin dinde çıkardığı fitneyi, şeytan bile çıkaramaz:

1) Dünya hırsına sahip âlim,

2) İlimden mahrum ham sofu!”[1]

[Hak katında makbul bir kulluk hayatı yaşayabilmek için; ilim, amel ve takvâ bütünlüğü zarûrîdir. Kur’ân ve Sünnet bilinmeden kulluk istikâmetini muhâfaza edebilmek çok zordur. Fakat bilmek de tek başına kâfî değildir. Kur’ân ve Sünnet’i tatbik ederek takvâya ulaşmak elzemdir.

Nefs ve şeytânın hile ve tuzaklarına karşı kalbin istikâmetini koruyan en kuvvetli mânevî zırh, takvâ duygusudur. Takvâ, Allâh’ın rızâsını ve muhabbetini kaybetme korkusuyla, haramlardan ve hattâ şüphelilerden bile sakınmayı gerektiren, aynı zamanda ilâhî mîzandaki hesap endişesiyle, helâlleri bile riyâzat hâlinde kullanmaya sevk eden bir îman hassâsiyetidir.

İlmin gâyesi ve zirvesi, mârifetullah’tır; yani “Allâh’ı kalben tanıyabilmek”tir. Allâh’ı kalben tanıyan bir kul, aynı zamanda Allah’tan lâyıkıyla korkar. Nitekim; “…Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar…” (Fâtır, 28) âyet-i kerîmesinde işâret edilen âlimler de, ilâhî kudret ve azameti idrâk ederek Cenâb-ı Hak karşısında kendi “hiçlik”, “yokluk” ve “âcizlik”lerini kavramış bulunan, takvâ sahibi âlimlerdir.

Dolayısıyla hâl ve davranışlarında takvâ tezâhürleri bulunmayan bir âlimin ilmi, özü itibâriyle İblis’in ilminden farksızdır. Çünkü İblis de yüksek bir ilim sahibiydi. Fakat takvâdan uzak olan bu ilmiyle, Allah katındaki yüksek mevkiini muhâfaza edemedi. Aksine bu ilim, onu gurur ve kibre sevk ederek enâniyetini palazlandırdı, böylece dalâlete düşerek Allâh’ın lânetine dûçâr olmasına sebep oldu. Yani İblis, ilmini ifsâda ve idlâle sermâye kıldı.

Demek ki ilim, onu kullananların kalbî durumuna göre faydalı veya zararlı olabilen, iki uçlu bir bıçak gibidir. Hayra da kullanılabilir, şerre de âlet edilebilir.

Muhabbetullah, mârifetullah, ihlâs ve takvâ ile kalben seviye kat etmemiş bir insan, -ne kadar bilgili olursa olsun- ham kalmaya mahkûmdur. O, bu hamlığıyla ilim tahsil edip, meselâ bir doktor olsa, insanlara şifâ tevzî edeceği yerde, menfaati için organ kaçakçılığı yapan bir insan kasabı oluverir. Bir hukukçu olsa, adâlet tevzî edeceği yerde bir suç şebekesi lideri veya zâlim bir cellât oluverir.

Dolayısıyla gerçek ilim tahsili, sadece bilgileri zihne depolamak değildir. İlmin kişiye dünyada ve ukbâda fayda sağlaması için, o kimsenin mânevî terbiye neticesinde kalben seviye kazanması, vicdânının ve ahlâkının olgunlaşması zarûrîdir. Tasavvufun gâyesi de, nefsi tezkiye ederek kalbî istîdatları inkişâf ettirmektir. Çünkü ihtiraslarının esiri olan ham bir nefs, sahibi olduğu ilmi kolayca menfaatlerine âlet ediverir. Bir câhilin cehâletiyle yapamayacağı zulmü, elde ettiği ilimle kolayca işleyebilir.

Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de ibretli kıssaları nakledilen Kârun, Bel‘am bin Bâûrâ ve emsâli bedbahtlar da, ilim noksanlığından dolayı hak yoldan sapmadılar. Onlar da gayet bilgili kimselerdi. Lâkin bildikleri husûsunda “takvâ” sahibi değillerdi.

Sahâbe-i kiramdan Yezid bin Seleme el-Cûfî -radıyallâhu anh- bir gün Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in huzûruna çıkarak:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Ben Siz’den pek çok hadis işittim. Fakat sonradan işittiklerimin, önceden işittiklerimi unutturacağından korkuyorum. Bana (hepsinin yerini tutacak) câmî bir söz söyleyiniz!” der.

Bunun üzerine Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şöyle buyururlar:

“–Bildiklerin husûsunda Allâh’a karşı müttakî ol! (Bu sana yeter.)” (Tirmizî, İlim 19/2683)

Bir kulun her şeyi bilmesi mümkün değildir. Fakat bildikleri husûsunda takvâ sahibi olmak; kulun bilmediği hususlarda da ilâhî lûtfa mazhar olarak gönlünün hakka ve hayra meyletmesine, yahut bilmediklerini de öğrenmesine vesîle olur. Nitekim âyet-i kerîmede:

 “…Allah’tan ittikâ edin (takvâ sahibi olun), Allah size (ihtiyacınız olan şeyleri) öğretir…” (el-Bakara, 282) buyrulmaktadır.

Müfessir Kurtubî, bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde şöyle der:

“Bu âyette Allah’tan ittikâ edenlere, bizzat Allâh’ın ilim öğreteceği vaadi vardır. Yani takvâ sahibi olan kulun kalbine Cenâb-ı Hak, kendisiyle hakîkatleri idrâk edeceği ve hak ile bâtılı birbirinden ayırabileceği bir nûr ihsân eder.” (Kurtubî, III, 406)

Yani öğrendiklerinin muktezâsınca takvâ üzere yaşayan mü’min kulların temiz kalplerine, Cenâb-ı Hak, hikmet ve hakîkatlerden ilham esintileri lûtfeder. Fakat takvâdan uzaklaşarak kalplerini dünyevî ihtiraslara ve nefsânî arzulara esir edenler -velev ki ilim erbâbı bile olsalar- yanlış yollara sürüklenmekten kurtulamazlar.

Mevlânâ Hazretleri’nin buyurduğu gibi:

“Çok âlim vardır ki irfandan nasîbi yoktur. İlmi ezberleyip yutmuştur da, Allâh’ın sevdiği bir dostu olamamıştır!”

Yani ilim, onları Allâh’a yaklaştıracağı yerde, uzaklıklarını artıran bir gaflet perdesine dönüşmüştür.

Şunu da ifâde edelim ki, bugün toplumda giderek yaygınlaşan yanlışlardan biri de, “ilim” anlayışının zihinlerde geçirdiği mânâ kaybıdır.

İlim, Cenâb-ı Hakk’ın sübûtî sıfatlarından biridir. Allah Teâlâ, mutlak ve küllî ilim sahibidir. Yani O’nun ilmi, olmuş ve olacak her şeyi kuşatmış­tır. O’nun ilmi dışında kalan hiçbir şey yoktur.

İnsanoğluna ve­rilen maddî ve mânevî bütün ilimlerse, Cenâb-ı Hakk’ın bu sıfatından sadece bir tecellî kırıntısıdır. Bu sıfatın insanlar üzerindeki tecellîsinden asıl gâye, kulun ilâhî kudret ve azameti lâyıkıyla idrâk ederek duygu derinliğine nâil olmasıdır. Bunun neticesinde kulda, her şeye ibret nazarıyla bakış tarzının meydana gelmesidir. Okuduğu, öğrendiği bütün ilimlerin hikmet tarafına da vâkıf olmasıdır.

Hâlbuki bugünkü ilim anlayışı, Allâh’ın kâinâta koyduğu maddî, zâhirî ve fizikî kânunların keşif ve tespitinden öteye geçmiyor. Böylece o kânunları yaratan Allâh’ı bilmek demek olan “mârifetullah” safhası, yani işin can damarı göz ardı ediliyor. Topluma ilâhî sanatın tezâhürleri anlatılıp bunların Sanatkâr’ı olan Allâh’a kalben intikâlin eğitimi verilmiyor. Böylece tek kanatlı bir kuş gibi, noksan ve yarım bir ilim anlayışı oluşturuluyor. Hâlbuki mâneviyattan mahrum şekilde tek taraflı verilen bir eğitim, noksandır. Eğitimde madde ve mânâ âhengi şarttır. Aksi hâlde insan, tek kanatla uçmaya çalışan bir kuş gibi, aç bir kedinin lokması oluverir.

Bu yüzden Allâh’ın büyük bir emâneti olan evlâtlar “zülcenâhayn”, yani iki kanatlı olarak yetiştirilmelidir. Madde ve mânâ, beden ve ruh, akıl ve kalp âhengi içinde, dünya ve âhiret beraberce öğretilmelidir. Evlâtlarımız meslekî eğitimlerini en güzel bir şekilde almakla birlikte, mânevî değerlerini de kazanmalıdır. Fazîlet ve takvâ ehli, sâlih, edepli, vicdanlı, ahlâklı doktorlar, mühendisler, muallimler, işçiler, işverenler, memurlar, idâreciler… olarak yetişmelidir.

“–Evlâdım okusun da kendini kurtarsın.” diyen pek çok anne-baba, asıl kurtuluşun ebedî kurtuluş olduğunu öğretme yolunda aynı gayreti maalesef gösteremiyor. Nice dindar âile bile, ilim tahsilini, sırf dünyevî diploma kazanmaktan ibaret zannediyor. “Kadın-erkek herkese ilim öğrenmek farzdır”, “ilim Çin’de bile olsa gidip alın”, “âlimin ölümü âlemin ölümü gibidir”, “hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu” gibi, ilme teşvik eden İslâmî hakîkatlerin mânâsını kendine göre yorumlayıp;

“–Benim oğlum-kızım da okusun, üniversiteyi bitirsin, yüksek lisans ve doktora yapsın, yurtdışında yabancı dil öğrensin, kariyer sahibi olsun, sonra maaşı dolgun bir iş bulsun, hem böylece kısmeti de açılır.” şeklinde anlıyor. Dünyevî ilim tahsiline ilâveten âhiretini kurtaracak ilmi de öğretme düşüncesi geri plânda kalıyor, hattâ bâzen hiç düşünülmüyor.

Sâmi Efendi Hazretleri, sohbetlerinde asıl ilmin, Allah Teâlâ’nın kudret ve azametini kalpte hissetmek olduğunu ifâde ederler ve bu ilme sahip olmanın şerefini her vesîleyle hatırlatırlardı. Bir gün ziyaretine gelenlerden biri, hem Hazret’in duâsını almak hem de yeğenlerini tanıştırmak istemişti. Huzûruna girip el öperken:

“–Efendim! Bu delikanlılar Amerika’da okuyup mühendis oldular. Duâlarınızı istirhâm ederiz!” diye takdim etti. Sâmi Efendi Hazretleri ise mânidar bir tebessümle onlara:

“–Fakir de Dâru’l-Fünûn mezunuyum. Fakat asıl tahsil, mârifetullâh’ın tahsilidir!” buyurdu.[2]

Bugün toplumda ekseriyetle maddî kaygılar ön plânda tutulduğu için, bu uğurda evlâtların mâneviyâtına zehir serpilmesine bile göz yumuluyor.

“–Oğlum-kızım Allâh’ın râzı olduğu bir ortamda ilim tahsil edebilecek mi, yoksa ihtilat ortamlarına girip mânevî hassâsiyetleri mi zedelenecek?” diye bir endişe duyulmuyor. Maalesef günümüzde, âdeta selde sürüklenen kütükler misâli, bu şuursuzluğa kapılmış birçok müslüman âile mevcut.

Hâlbuki niçin dünyaya geldik? Bir müddet sonra niçin dünyayı terk edeceğiz? Kabir ve sonrasında neler yaşayacağız? Bu hususlarda nesiller ekseriyetle câhil yetiştiriliyor. İlimle meşgul olarak Allah katında kıymetli bir iş yaptığını düşünen genç dimağlar, Kur’ân’ın medhettiği asıl ilmin muhtevâsından gâfil bırakılıyor. Evet, Kur’ân-ı Kerîm’de: “…Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?..” (ez-Zümer, 9) buyrularak “bilen”lerden olmak teşvik edilmektedir. Fakat aynı âyetin başında, gerçek mânâda bilenlerin, yani asıl “ilim” sahiplerinin şu üç vasfı da zikredilmektedir:

1) Seherlerde secde ederek ve kıyamda durarak ibadet etmek.

2) Âhiret endişesi içinde olmak. (Ebedî kurtuluş için gayret göstermek. Zira son nefesi îman selâmetiyle verebilmek husûsunda, peygamberler ve onların bildirdiği kimseler dışında hiç kimsenin bir garantisi yoktur.)

3) Rabbinin rahmetini ümîd etmek. (Duâ ve ilticâ hâlinde yaşamak. Zira bütün sâlih amellerimiz de, Cenâb-ı Hakk’ın kabûlüne muhtaçtır.)

Şüphesiz ki dünyaya âhireti kazanmak için geldik. Cenâb-ı Hak, ilmi de bize Yüce Zât’ını tanımamız ve asıl hayat olan âhirete hazırlanmamız için bildiriyor. Allah katında kula kıymet kazandıracak ilmin aslî gâyesi, bu hakîkatlerin bilinip muktezâsınca yaşanmasıdır. Yani ilmin gâyesi, sırf dünyevî makam, menfaat, rahatlık ve güç elde etmek değildir. Çünkü fânî dünya hayatı, ebedî âhiret yolculuğundaki kısa bir merhaledir. Bizler dünyadan nasîbimizi unutmamakla birlikte, asıl âhiretimizi kazanmak için burada olduğumuzu da unutmamalı, ebedî saâdet ve selâmeti temin edecek ilimden gâfil kalmamalıyız.

Üniversiteyi bitirmiş, yüksek tahsil yapmış, bilgili, kültürlü nice gençler görüyoruz. Ne yazık ki Kur’ân ve Sünnet kültüründen haberleri yok. Yaptıkları tahsilin de, Kur’ân ve Sünnet’te medhedilen ilim olduğunu zannediyorlar. Hâlbuki insanın zihnini ve kalbini Allâh’a götürmeyen, O’nun kudret ve azamet-i ilâhiyyesini idrâke ulaştırmayan bilgiler, kişiye belki bu dünyada bir etiket ve apolet kazandırır, fakat ebedî hayatta kendisini müşkül duruma düşmekten kurtaramaz. Böyle tek taraflı bir ilim tahsili için verilen emekler, bir pırlantanın çöpe gitmesi gibi hazin bir talihsizliktir. İşte bu hakîkati çok geç olmadan anlayıp Hak katında makbul olduğu şekliyle ilim tahsiline gayret etmek îcâb eder.

Bilhassa dînî ilimlerin tahsilinde, öncelikle kalbe seviye kazandıracak mânevî terbiye ve takvâ eğitimine ağırlık verilmesi elzemdir. Zira kişiyi Hak katında makbul kılan, dînî tahsil diploması değil, kalbindeki takvâsıdır. Takvâdan uzak bir dînî tahsil, ilâhî hakîkatleri dahî dünyevî ve nefsânî kaygılarla değerlendiren “din âlimi” etiketli “din tahripçileri”nin ortaya çıkmasına zemin hazırlar. Bunlar da servet, şehvet ve şöhret gibi nefsânî ihtiraslara tamah ederek verdikleri fetvâlarda “Kitap ve Sünnet’e uyma” hassâsiyetini yitirerek “kitabına uydurma” menfaatçiliğine meylederler. Toplumun dînî eğitim noksanlığından doğan cehâletini fırsat bilerek, on tane doğrunun arasına kattıkları birer yanlışla, dînin hükümlerini eğip bükerler. İlme hizmet adı altında, toplumun îmânını ifsâd ederler.

Tarih pek çok defa şâhit olmuştur ki, takvâ ehli olmayan din âlimleri, dînin hükümlerini kendi menfaatlerine göre te’vil etmekten çekinmemişlerdir. Menfaat umdukları fânîleri memnun etmeyi, Allâh’ın rızâsından daha ön plânda tutacak kadar alçalabilmişlerdir. Nitekim dinler tarihine bakıldığında, Yahudîlik ve Hristiyanlığın bu şekilde tahrife uğramış olduğu, artık herkesin bildiği bir gerçektir.

Yine tarihe baktığımızda, canı pahasına da olsa ilâhî hükümlerden tâviz vermeyip ilmin vakârını koruyan müttakî âlimlere de şâhit olmaktayız.

Nitekim büyük İslâm hukukçusu Ebû Hanîfe Hazretleri’ne, halîfelikten sonra en yüksek makam olan Bağdat kadılığı teklif edilmişti. Fakat iktidardaki zâlim idâreciler tarafından fetvâlarının çarpıtılıp yanlış icraatlerine âlet edileceğini bilen Ebû Hanîfe Hazretleri, bu teklifi reddetti. Hazret, teklifi kabul etmediği için zindana atılıp kırbaçlanarak cezalandırıldı. Fakat Ebû Hanîfe Hazretleri, dînin hükümlerinin çarpıtılmasındansa, zindanda kırbaç yemeye râzı oldu. Ona bu zulmü revâ görenler geldi geçti; fakat bugün Ebû Hanîfe Hazretleri Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’in İmâm-ı Âzam’ı olarak gönüllerde yaşamaya ve hayır-duâlarla yâd edilmeye devam ediyor.

Bu bakımdan din ve dünyanın, huzur ve selâmetle ayakta durması, insanlara rehberlik eden âlimlerin, bildikleriyle amel etmelerine ve takvâ üzere yaşayıp canları pahasına bile olsa hakîkatlerden tâviz vermemelerine bağlıdır. Bizler de dînî bilgilerimizi kimden aldığımıza son derece dikkat etmeli, böylesine sağlam bir istikâmet sahibi olan sâlih ve ârif âlimlerin tebliğ ve irşadlarından feyz almaya gayret göstermeliyiz.

Nitekim Kadı Şurayh Hazretleri, Hazret-i Ömer’e bir mektup yazarak (nasıl hüküm vermesi gerektiğini) sormuştu. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- da cevâben şunları yazdı:

“Allâh’ın Kitabı’nda olanlarla hükmet. Eğer onda bulamazsan Allah Rasûlü’nün sünnetiyle hükmet! Allâh’ın Kitabı ve Rasûlü’nün sünnetinde de bulamazsan sâlih (âlim)lerin verdiği hükümlerle hüküm ver…” (Nesâî, Kudât, 11/3)

Şunu unutmamak gerekir ki, bir kimsede ilim var, fakat amel yoksa; ya da ilim ve amel var, lâkin ihlâs ve takvâ yoksa; her iki durumda da âkıbet hüsrandır. Cenâb-ı Hak, ilimlerini nefsânî menfaatlerine âlet eden amelsiz âlimleri Kur’ân-ı Kerîm’inde; “kitap hamallığı yapan merkepler”[3] olarak tasvir ederken, ihlâs ve takvâdan uzak, gâfilâne amel işleyenlere de; “yazıklar olsun”[4] buyurmaktadır.

Ebû’l-Hasan Harakānî Hazretleri’nin en başta işâret buyurduğu, dinde fitne sebebi olan “câhil ve ham sofular” mevzuuna gelince:

Öncelikle şunu ifâde edelim ki gerçek tasavvuf; kalbi tasfiye edip yalnız Cenâb-ı Hakk’a tahsis edebilmek için girilmesi gereken mânevî bir eğitimdir. Cenâb-ı Hak’tan uzaklaştıran bütün hâl ve tavırlardan arınmak için nefse karşı icrâ edilen ve hiçbir zaman sulhü olmayan büyük bir cihaddır. Kur’ân ve Sünnet’i takvâ ölçüleriyle yaşama gayretidir.

Tasavvufun mânâsından habersiz bir şekilde, “takvâ” ölçüleriyle yaşadığını zanneden bâzı ham sofular da, dînî bilgisi zayıf bâzı kimselere tesir ederek zarar verebilirler. Zira seyr-i sülûk esnâsında, yani mânevî terbiye yolculuğunda îfâ edilen riyâzat, mücâhede ve bâzı rûhî temrinler neticesinde, kalpte zuhûrat, tulûat, ilhamlar ve duyuşlar meydana gelmeye başlar. Bunlar, asıl maksat olmayıp aşılması gereken vehim ve hayallerdir. Ayrıca bunların Rahmânî mi, yoksa gayr-i Rahmânî mi olduğunu ayırt edebilmek için, ehil bir mürşide ihtiyaç vardır. Kâmil mürşidler, bu gibi zuhûrâtı Kur’ân ve Sünnet rehberliğinde tahlil ederek müridlerine gerekli tavsiyelerde bulunur ve onların istikâmetini muhâfaza ederler.

Fakat Kur’ân ve Sünnet’in istikâmet ölçülerini yeterince hazmetmeden veya kendisini şer’î ölçülerle irşâd edecek kâmil bir mürşidden mahrum bir şekilde bu tip zuhûratlarla karşılaşan bâzı sofular, farkına bile varmadan nefs ve şeytanın tuzağına düşebilirler. Gördükleri bâzı mânevî işâretlerle kendilerini kemâle ermiş zannederek etraflarına doğru-yanlış telkinlerde bulunmaya, âyet ve hadisleri kendi noksan bilgilerine göre yorumlamaya başlayabilirler. Bu gibi câhiller, irşâd ettiklerini düşünerek farkına bile varmadan kendilerine uyanları yoldan çıkarabilirler. Bu hakîkatten dolayıdır ki Abdülhâlık Gucdüvânî Hazretleri bir mürîdine şu nasîhatte bulunmuştur:

“İlim öğrenmekten hiçbir zaman uzak kalma! Fıkıh ve hadis ilmini öğren! Câhil sofulardan da uzak dur ki onlar, din yolunun tahripçileri ve Müslümanlığın yol kesicileridir.”

Ayrıca bâzı câhil sofularda birtakım fevkalâde kâbiliyetler de bulunabilir. Meselâ bâzıları, zihinden geçenleri okuyabilirler. Cinnîlerden huddâm kullanmak sûretiyle birtakım sırlara vâkıf olabilirler. Muhâtaplarını da bunun, mânevî bir tasarruf salâhiyetiyle olduğuna inandırabilirler. Câhil insanlar da; “Bu insanın keşfi açık, benim kalbimdekini bildi.” diye düşünebilir. Hiss-i kable’l-vukû, yani gerçekleşmeden evvel bâzı şeylerin hissedilmesi veya mâlûm olması gibi sıradışı hâller de, Allâh’ın bâzı kullarına olan bir imtihan şeklidir. Bu tip hissiyat, doğru da çıkabilir, yanlış da…

Kurtubî’nin gayb bahsinde bir hâdise nakledilir:

“(Zâlim lâkabıyla meşhur olan Emevî vâlisi) Haccâc’ın (v. 95/714) huzûruna bir müneccim girer. Haccâc, onun gözlerini bağlattıktan sonra eline biraz çakıl taşı alarak onları sayar ve:

«–Elimde kaç tane taş var?» diye sorar. Müneccim taşların sayısını doğru olarak söyler. Haccâc bu defa saymadan bir avuç taş alır:

«–Şimdi söyle bakalım, elimde kaç tane taş var?» der. Müneccim tahminde bulunur, fakat yanılır. Sonra da:

«–Ey emîr! Öyle zannediyorum ki onların sayısını siz de bilmiyorsunuz?!» der. Haccâc:

«–Evet, bilmiyorum.» deyince müneccim:

«–O hâlde sizin bilmediğinizi ben de bilemem.» der. Haccâc:

«–Bununla öncekinin arasında ne fark var?» diye sorunca müneccim:

«–Öncekileri saymıştınız, o zaman taşların sayısı gayb sınırlarından çıkmıştı. (Sizin zihninizdeki, benim zihnime transfer olmaktaydı.) Bunları ise saymadınız, işte bu gaybdır.» der ve; «Gerek göklerde gerek yerde olanlardan hiç kimse gaybı bilemez, yalnız Allah bilir…» (en-Neml, 65) âyetini okur.”[5]

İşte bu hâdise, muhâtabının zihninden geçenleri okuyabilme kâbiliyetine tipik bir misaldir. Yani bu tip kâbiliyetlerin ille de mânevî bir makâm ile îzah edilmesi gerekmez. Zira Hind fakirleri de birtakım rûhî temrinler neticesinde -ateş üzerinde yürümek gibi- bâzı fevkalâde davranışlar sergileyebilmektedirler. Nitekim Cü­neyd-i Bağ­dâ­dî Hazretleri de bu hususta:

“Bir ki­şi­yi ha­va­da uçar­ken gör­se­niz, hâ­li Ki­tap ve Sün­ne­tʼe uy­mu­yor­sa bu bir (kerâmet değil) is­tid­raç­tır.” bu­yurmuştur.

Fakat maalesef halktan birçok insan, Kur’ân ve Sünnet kültürü bakımından yeterli seviyede olmadıkları için, bu gibi kimselerin tesirinde kalabilmektedir. Böylece şer’î bakımdan yanlış olan birtakım fikir, uygulama, hurâfe ve bid’atler -sanki dindarlık îcâbıymış zannedilerek- câhil kimseler arasında yayılıp kabul görebilmektedir. Nitekim tarihte bâzı tarîkatlerin bozulup istikâmetini kaybetmesi de bundan dolayıdır.

Bu itibarla Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in şu tavsiyelerini hatırdan çıkarmamak gerekir:

“…Benden sonra sağ kalıp uzunca bir hayat sürenler, pek çok ihtilâflar göreceklerdir. O zaman sizin üzerinize gerekli olan, benim sünnetime ve doğru yolda olan Hulefâ-i Râşidîn’in sünnetine sarılmanızdır. Bu sünnetlere sımsıkı sarılınız. Sonradan ortaya çıkarılmış bid’atlerden şiddetle kaçınınız. Çünkü her bid’at dalâlettir, sapıklıktır.” (Ebû Dâvûd, Sünnet, 5/4607; Tirmizi, İlim, 16)

Demek ki Kur’ân ve Sünnet’ten habersiz bir tasavvufî hayat yaşanamaz. Zira dînî bilgisi noksan biri, takvâ üzere yaşadığını zannettiği hâlde, Kur’ân ve Sünnet’e muhâlif sözler söyleyebilir, yanlış hâl ve davranışlara sürüklenebilir, yanlış fetvâlar verebilir. Bu da onu ve ona tâbî olanları ebedî felâkete götürür. Nitekim bu hakîkat halk dilinde; “Yarım doktor candan, yarım hoca dinden eder.” şeklinde hulâsa edilmiştir.

Şunu da iyi bilmek lâzımdır ki, büyük evliyâullâh’ın keşif ve kerâmetleri bile, hiçbir zaman vahiy gibi yüzde yüz kat’î ve mutlak doğrular olarak görülemez. Bunlara ancak Kur’ân ve Sünnet süzgecinden geçirdikten sonra îtibar etmek gerekir.

Sâmi Efendi Hazretleri sohbetlerinde sık sık, takvâ yolculuğunda mühim bir merhale olan nefs-i mülhemeden bahseder ve:

“Nefs-i mülheme, hayır ve şerrin tefrik edilmeye başlandığı bir merhaledir. Fakat nefs-i mutmainneye gelinceye kadar bir teminat yoktur. Nefs-i mülhemede gelen ilhamlar bâzen Rahmânî olur, bâzen olmaz.” buyururdu.

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri de bu hususta şöyle buyurmuştur:

“Mânevî hâller, şerîate bağlıdır; şerîat hâllere bağlı değildir. Çünkü şerîat sağlam ve kesindir, doğruluğu vahiyle sâbittir. Hâller ise zannîdir, keşif ve ilhamla sâbittir.”[6]

Bu sebeple bizlere düşen asıl vazife de; “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol…” (Hûd, 112) âyet-i kerîmesi mûcibince, en azından zarûrât-ı dîniyye hususunda Kur’ân ve Sünnet’in muhtevâsında derinleşerek istikâmet üzere yaşamaya çalışmaktır.

Unutmayalım ki bizler için her hususta “üsve-i hasene”, yani en büyük örnek şahsiyet; Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’dir. O’nu hayatımızın her safhasında örnek almalıyız. O’nun gönül dokusundan hisse alarak büyük bir titizlikle O’nun izinden giden Allah dostlarının, takvâ ehli âlim ve ârif zâtların öğütlerini can kulağıyla dinlemeliyiz. Kur’ân ve Sünnet’i bilmeyenlerin veya bilip de yaşamayanların yanlış görüş ve fetvâlarından kendimizi korumalıyız. Hâl ve yaşayışında Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’den, sahâbe-i kiramdan, selef-i sâlihînden, evliyâullah’tan izler bulunmayan kimselerin, bizler de izinde bulunmamalıyız.]

Cenâb-ı Hak, râzı olduğu gibi kullukta bulunabilmeyi, cümlemize nasîb ve müyesser eylesin. Fikriyâtımızı, hissiyâtımızı, amellerimizi, hâl ve davranışlarımızı rızâsıyla te’lif eylesin.

Âmîn!..


Dipnotlar:

[1] Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 624.

[2] Mustafa Eriş, Mahmud Sâmi Efendi’den Hâtıralar, I, 20-21.

[3] Bkz. el-Cum’a, 5.

[4] Bkz. el-Mâûn, 4-6.

[5] Bkz. Kurtubî, el-Câmî, XIII, 226.

[6] Kişmî, Berekât, s. 197-212; Ebû’l-Hasan en-Nedvî, İmâm-ı Rabbânî, s. 182-188.