Ebedi Saadet Rehberi Örnek Şahsiyet

2002 – Mayis, Sayı: 195, Sayfa: 032

İnsan, doğduğu andan itibaren her hususta bir örneğe muhtaçtır. Çünkü o, dilini, dînini, ahlâkî vasfını, alışkanlıklarını, temâyüllerini vs. hayatını şekillendiren bütün fikir, inanış ve faaliyetlerini hep kendisine takdîm edilmiş örnekler etrafında ve onlardan aldığı akislerle oluşturur. Bazı küçük istisnâlar olsa da, umumî hatlarıyla bu böyledir. Yâni insan, elinde büyüdüğü anne, baba, âile çevresi ve nihayet yaşadığı muhîtten aldığı tesirlerle müsbet veya menfî bir şahsiyet olarak topluma katılır.

Ancak insanın, dilini ve benzeri zâhirî hususları öğrenmesi hiçbir zaman bir mesele teşkil etmezken onun dînî, ahlâkî ve mânevî âleminin şekillenmesinde büyük ve ciddî meseleler ortaya çıkar. Çünkü dînî, ahlâkî ve mânevî âlem, olgun ve üstün şahsiyetler, yâni peygamberler ve Hak dostları tarafından şekillendirilmedikçe insanlar, gaflet, dalâlet ve isyâna sürüklenmekte ve böylece ebedî seâdetleri hazîn bir hüsrâna dönüşmektedir. Bu bakımdan beşeriyyet dâimâ ince rûhlu, zarif ve rakik kalbli rehberlere ihtiyaç hâlindedir. Onun içindir ki, insanlar, müsbet veya menfî rehber kabul ettikleri kimselere meftûn olur, güçleri nisbetinde onları taklîde çalışırlar. Bugün bir şarkıcıyı âdeta ilâh gibi görerek onun için kollarını ve göğüslerini jiletleyenlerin garip hâli, aslında boş bırakılmış gönül tahtının gelişigüzel insanlara takdîm edilmesinden başka bir şey değildir. Çünkü insan, sevecek ve sevdiği şahsiyet ve karaktere hayranlık duyarak onu taklîd edecektir.

Dolayısıyla insanoğlu için en mühim husus, en mükemmel örneklere sahip olabilmek, onları bulabilmektir. Bu itibarla Cenâb-ı Hak, insanoğluna sadece kitaplar değil, o kitapların canlı ifadeleri demek olan ve binbir üstün vasıflarla muttasıf peygamberler, yâni örnek şahsiyetler göndermiştir. Öyle örnek şahsiyetler ki, dînî, ilmî ve ahlakî davranışlar itibariyle her yönden mükemmellik arz ederler. Nitekim insanlık tarihinde her biri, belli bir hususiyeti zirveleştirerek beşeriyete müstesnâ hizmetlerde bulunmuşlardır.

Meselâ peygamberler içinde Hazret-i Nûh -aleyhisselâm-‘ın hayatına ba­kıldığında öncelikle; îmân dâveti, tahammül, sabır ve netîcede de küfre ve küfür erbâbına karşı şiddetli bir buğz göze çarpar. Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-, şirkin amansız bir düş­manıdır. Onun hayatı putlarla mücâdele ederek, putperestli­ği yok etme uğ­runda geçmiş, ayrıca Hakk’a teslîmiyette nümûne olmuştur. Hazret-i Mûsâ -aley­his­selâm-‘ın hayatı, zâlim Firavun ve avânesi ile mücâdele hâlinde geçmiş, daha sonra ise ge­tirdiği hukuk ile mü’minler için ictimâî bir nizam tesis etmiş­tir. Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-‘ın tebliğâtının fârik vasfı, insan­lara karşı şefkat ve merhametle dolu kalbî rikkattir. İnsanlara af ile muâmele ve tevâzû gibi yüksek hâller görülür. Haz­ret-i Süleyman -aleyhis­selâm-‘ın dillere destan olan o göz ka­maştırıcı saltanatına rağmen, tevâzû ve şükür ile kalbî tavrını muhâfaza ederek Rabb’e kullukta yü­celmesi hayranlık veri­cidir.

Hazret-i Eyyûb -aleyhisselâm-‘ın hayatında belâla­ra sabrın ve her ahvâlde Allâh’a şükrün yüksek tezâhürleri mevcuddur. Hazret-i Yû­nus -aleyhisselâm-‘ın hayatı, Allâh’a yönelip bağlanma­nın ve kusurundan dola­yı nedâmet gösterip tev­beye sarılmanın kâmil bir misâlidir. Hazret-i Yûsuf -aleyhis­selâm-, esâret hâlin­deyken dahî Hakk’a bağlılık ve dâvetin zirvesini yaşamıştır. O; servet, şöhret ve şehvet sâhibi güzel bir ka­dının “gelsene bana” diyerek nefsi cezbedici bir teklifte bulunduğu zamanda bile büyük bir iffet sergilemiştir. Onun yüksek bir takvâ ile müzeyyen gönlü, davranış mükemmelliklerinin muhteşem menbaı hâlindedir. Hazret-i Dâvud -aleyhisselâm-‘ın hayatı, ilâhî azamet karşısındaki ibret sayfalarıyla dolu­dur. O’nun da, haşyetullâh içinde, gözyaşı dökerek hamd ü senâ ve zikredişi, tazarrû ve niyâz hâlinde Allâh’a yönelişi pek ibretlidir. Hazret-i Yâkub’un sîreti ise, insanın gözünde dünya karardığı zaman bile ye’se düşmeyip, sabr-ı cemîl ile Allâh’a bağ­lanmak ve O’nun rahmetinden ümid kesmemek lâzım geldi­ğine dâir büyük bir örnektir.

Peygamberlerin imâmı olan Hazret-i Muhammed -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in sîretine gelince, o da, bütün bu sayılanların tamamına sahip olmuş, güzel ahlâk ve hasletlerin zirvesini teşkil etmiştir. Âdetâ Fahr-i Kâinât Efendi­miz’in sîreti engin bir deryâ; diğer peygamberlerin sîreti ise oraya dökülen nehir­ler mesâbesindedir.

Yâni Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, bizlere hayatının her kısım ve safhasında her bakımdan müstesnâ bir güzellik ve mükemmellik sergilemiştir. Dolayısıyla her insan, Hazret-i Pey­gamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in şerefli hayatı ve sünnet-i seniyyesinde, kendisine örnek alabileceği davranış güzelliğini bulabilir.

Cemiyetin birbirine zıd noktalarında bulunanlara dahî en mükemmel ör­nek Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’dir. Meselâ, bir mahkû­mun hayatı hâkime, hâkimin hayatı da mahkûma misâl teşkil etmez; aynı şekilde bütün ömrü maîşet mücâdelesi ve yokluk içinde kıvranmakla geçen bir fakîrin hâli de, varlık içinde yüzen bir zengi­ne nümûne olamaz. Lâkin Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in hâli ise, her iki tarafa da örnek takdîm eder. Yâni O’nun ömrü boyunca yaşadığı devreler, insan hayatındaki her türlü med ve cezir tecellîleri için pekçok ideal davranış örnekleri sergiler. Yâni gerek öz hâlinde gerek tafsîlâtlı olarak bütün davranış güzellikleri O’ndadır. Âdetâ Fahr-i Kâinât Efendi­miz’in hayatı, en müstesnâ güllerden derlenmiş bir buke­te benzer ki, arayanlar, kendileri için güllerin en güzellerini bütün çeşitleriyle birlikte o bukette bula­bilirler.

O, en büyük örnek ve rehber olarak temiz bir kalb, müsterih bir vicdan, yüksek bir rûh ve nezih bir hayat ile kulluğu seviyelendiren azim, şecaat, şükür, tevekkül, kadere rızâ, belâlara sabır, fedâkâr­lık, kanaat, gönül zen­ginliği, diğergamlık, cömertlik, tevâzû gibi kıymetli haslet ve fazîletle­rin yegâne menbaıdır.

O, bütün söz, fiil ve ifâdeye aksettiği kadarıyla duygu dünyâsı ile bir şeref levhası hâlinde tarihe geçmiştir. O, irşad vazîfesini, insanlık içinde bizzat kendi varlığından örnek vermek sûreti ile tamamlayan en zirvede bir peygamber ve eşsiz bir örnektir. Kur’ânî tabirle bir «üsve-i hasene»dir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Andolsun ki, Rasûlullâh’ta sizin için, Allâh’a ve âhıret gününe kavuşmayı umanlar ve Allâh’ı çok zikredenler için bir «üsve-i hasene» vardır.” (el-Ahzâb, 21)

Bunun içindir ki, Allâh Rasûlü’nün örnek sîretine tâbî olmak, Hakk’ın rızâ ve muhabbe­tine nâiliyyetin vazgeçilmez vesîlesidir. Yâni bir mü’min, ibâdet ve davranışla­rında Hazret-i Peygamber’in sünneti istikâmetinde merhale katetmedikçe İslâm’ın istediği ideal insan demek olan insan-ı kâmil hâ­line gelemez. Dînin gerçek huzur ve saâdetine de eremez. Çünkü Cenâb-ı Hak, İslâm’ın hedeflemiş olduğu ideal ve kâmil insan modelini Haz­ret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in şahsında sergilemiş, O’nu, âlemlere rahmet ve bütün mü’minlere örnek bir şahsiyet eylemiştir.

O’nun örnek şahsiyetini oluşturan hususlar anlatılmaya kalkılsa, ciltlerle kitap yetmez. O ki, Cenâb-ı Hak, yalnız O’nun hayatı üzerine yemin etmiştir. Yüce ismini, O’nun ismiyle birlikte zikretmiş ve kendisine îmânı O’na îmân şartına bağlamıştır. Mübarek isminin sıradan bir isim gibi zikredilmesini istememiştir. Kendisinin, O’nu yâd ile çokça salât ü selâm ettiğini, meleklerine de bunu emrettiğini bildirerek ümmet-i Muhammed’in de aynı şekilde O’na bol bol salât ü selâm getirmelerini ferman eylemiştir.

Zîrâ Hak katında O öyle bir şahsiyettir ki, hakkında:

(Ey Rasûlüm!) Muhakkak ki senin için tükenmeyen bir mükâfât vardır; çünkü sen büyük bir ahlâk üzeresin.” (el-Kalem, 3-4) buyurulmuştur.

O öyle bir şahsiyettir ki, O’nu kendilerine rehber edinip kendisine tabî olanların her biri göklerdeki yıldızlar gibi insanlığın mümtaz şahsiyetleri olmuş; ebedî seâdet ve huzûra ermişlerdir. O’na muhâlefet edenler ise, ebedî bir pişmanlık ve perîşanlığa sürüklenmişlerdir.

O öyle bir şahsiyettir ki, Cenâb-ı Hak O’na «habîbim» demiştir.

O öyle bir şahsiyettir ki, her yönüyle insanlık için serâpâ bir rahmetten ibarettir. Bu meyanda O’nun kalbinin insanlara karşı ne derecede şefkat ve merhametle dolu olduğunu şu âyet-i kerîme ne güzel sergiler:

“Size kendi içinizden öyle bir peygamber geldi ki, sizin hüsrânınıza üzülüyor, saâdetinizi cidden istiyor, mü’minler için yüreği rikkat ve merha­metle çarpıyor.” (et-Tevbe, 128)

O’nun engin şefkat, rahmet ve merhamet dolu hâlinden birkaç hususu Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- şu şekilde tavsîf eder:

“O, hiç kimseyi ayıplamaz, kötülüğe mukâbele etmez, af ve hoşgörülükle muâmele eder, kötülükten uzak kalırdı. Nefsi için bir kimseden intikâm almış değildir. Hiçbir köle ve hizmetçiyi, hattâ bir hayvanı bile incitmemiştir. Yanlış davranışları ise afvetmiştir. Bir hâcet dileyen yoksulu boş çevirdiği vâkî değildir. Yanında bir şey bulunmazsa o vakit başka…”

Nitekim O’nun teblîğ vazîfesindeki ulvî muvaffakıyeti de, bu yüksek hâllerinin bir bereketi olmuştur. Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in bu husustaki kemâlini şöyle bildirir:

(Rasûlüm!) Allâh’ın bir lütuf ve rahmetidir ki sen etrâfındakilere karşı mülâyim oldun. Eğer sen sert ve katı kalpli olsaydın etrâfından dağılırlardı.” (Âl-i İmrân, 159)

Gerçekten de o günkü câhiliyye insanları, O’nun yumu­şak tabiatlı, afvedici, güzel ahlâklı, halîm ve müsâmahakâr şahsiyeti karşısında bir mum gibi erimiş, vahşet ve huy­suzlukların elinden kurtularak etrafında pervane olmuşlardır. Çünkü O, insanlığın hüsranını değil, hidâyetini istiyordu. Azâbı değil, rahmeti temsil ediyordu.

O, hayatı boyunca bir samîmiyet âbidesi idi. Gönlünde olmayan bir şeyi söylemedi. Ahlâkı ile âdetâ canlı bir Kur’ân idi. Bir işi bizzat yapmadıkça, kimseye o işin yapılmasını emretme­zdi.

Hâsılı O, gelmiş geçmiş en müstesnâ ve yüce bir örnek şahsiyetti. Bütün insanlığa:

1. Kullukta,
2. Muâmelâtta,
3. Ahlâkda kâ’bına varılmaz hasletler, fazîletler, gayretler, kısaca eşsiz maddî-mânevî güzellikler armağan etti.

Bu meyanda O’nun namaza olan hassâ­siyeti, her şeyin fevkindeydi. Ömrünün sonlarına doğru, hastalıkları had safhaya vardığı anlarda dahî gücünü toparlayabildikçe hücre-i saâdetinden çıkarak mescide varmış ve namazını cemaatle kılmıştı.

Rama­zan orucundan başka mü’minlere farz kılınmış oruç olmadığı hâlde Rasûlullâh’ın oruçsuz geçirdiği ay veya hafta pek nâdirdir.

Zekât âyetiyle de mü’minlere zekât vermelerini, hayır için infâk etmelerini emretmişti. Lâkin en güzel infâkı bizzat kendisi tatbîk ederdi. Cenâb-ı Hakk’ın:

“… Kendilerine verdiğimiz rızıktan Allâh yolunda infâk ederler.” (el-Bakara, 3) buyruğunu en güzel şekilde yaşar; hayra sarfedilen malı ve takvâ sâhibi ticâret erbâbını senâ eylerdi.

Sadece kendisine mahsus bir hususiyet olmak üzere dünyâlık nâ­mına bir şey saklamaz, elin­de ne varsa onu Allâh yolunda harcardı. Sahâbeden Ebû Zer -radıyallâhu anh- nakleder:

Hazret-i Peygamber’le Medîne kenarında bir taşlık arâzîde yürüyorduk. Karşımıza Uhud dağı çıktı. Hazret-i Peygamber bana:

“Yâ Ebâ Zer!” dedi. Ben de:

“-Buyur yâ Rasûlallâh!” dedim.

Buyurdu ki:

“Şu Uhud Dağı kadar altınım olsa, üç gün geçmeden onları muhtaçlara dağıtsam, elde avuçta borç için sakladığım bir dinardan başka bir şey kalmasa, bundan ne kadar memnun kalırdım.”

Ancak ifade etmelidir ki, bizlere yegâne rehber ve örneğin Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- olduğunu bilmek kadar O’nu nasıl örnek alacağımızı bilmek de son derecede mühim ve zarûrîdir. Zîrâ O’nun fiil ve davranışları:

1. Sadece kendisine mahsus,
2. Herkese şâmil olmak üzere iki kategori teşkil eder.

Dolayısıyla bizler, sadece şahsına âit olan ulvî fazîletlerde O’nu örnek almakla mükellef değiliz. Zaten böylesi yüksek hâl ve davranışlar sergilemeye tâkatimiz de yetmez. Ancak ikinci kısma giren hâl, davranış ve sözlerde ise, cân u gönülden O’na tâbî olmakla mükellefiz. İşte bu bağlılık hususunda Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:

(Ey Rasûlüm!) De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız, bana tabi olunuz ki, Allâh da sizi sevsin ve günahlarınızı mağfiret buyursun!..” (Âl-i İmrân, 31) buyurmaktadır.

Allâh’ın bizleri sevmesinin bir şartı olarak Cenâb-ı Hak tarafından kullara takdîm edilen bu tabî oluş nasıl bir tebeiyyettir?

Hiç şüphesiz bu yüce hâl ve ilâhî keyfiyet, Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘e cân u gönülden muhabbet duymak ve O’nun kalbî âleminden hisse alabilmekle başlar. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm O’nun kalbî âleminden ümmete sergilenmiştir. Eğer sahâbe-i kirâm gibi bizler de o âleme girebilir ve ilâhî güzelliklerin, emir-nehiy, ilim ve hikmetlerin oradaki tecellîlerini seyredebilirsek, kısacası ilâhî kelâmı O’nun gönül iklîmindeki tezâhürleriyle ve şerhiyle okuyabilirsek, o zaman gönüllerimiz asr-ı saadetteki peygamber âşıkları gibi O’nun etrafında pervâne olur. Her sözüne, emrine ve hattâ îmâsına dahî:

“Anam, babam, malım ve nefsim sana fedâ olsun, yâ Rasûlallâh!..” aşkı, vecdi ve teslîmiyeti içinde oluruz.

Bu meyanda O’nun sıdk ve sadâkati gönlümüzün şiarı olmalıdır. Zîrâ O, öylesine bir sıdk hâli üzere idi ki, henüz O’na îmân etmediği devrede son derecede peygamber düşmanı olan Ebu Süfyan dahî, Bizans imparatoru Herakliyus’un:

“-Hiç sözünde durmadığı oldu mu?” suâline:

“-Hayır! O, verdiği her sözü tutar!” ifadesinden başka bir şey söyleyememiştir.

O’nun bu yüce hâlinden gerçek istifâde ise, Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-‘ın:

“-O dediyse, doğrudur!” hâline ermekle mümkündür.

Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in şu âbidevî vefâsından da alacağımız büyük hisseler vardır:

Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- çocukken, amcası Ebû Talib’in hanımı Fatma Hatun, O’na çok iyi bakmıştı. Müslüman olarak Medîne’ye hicret eden bu mübârek hanım, vefat ettiğinde Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz de:

“-Annem öldü.” buyurup gömleğini kefen olarak verdi ve kabre kendi mübârek elleri ile indirdi.

Böylesi yüksek alâka ve iltifâtını merak edenlere de şöyle buyurdu:

“-Ebû Tâlib’den sonra (çocukluk yıllarımda) bu kadıncağız kadar bana iyiliği dokunan hiçbir kimse yoktur. Âhırette cennet elbiselerinden giyinmesi için ona gömleğimi kefen olarak verdim. Kabre ısınması için ve oraya alışması için de orada bir müddet uzandım. O benim annemdi. Kendi evlâdından önce benim karnımı doyurur, saçımı tarardı; o benim annemdi.

İşte bu vefâ duygusuyla gönüllerimizi yoğurmanın yanında Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in emânet hassasiyeti de, rûhumuzu yüceltmeli ve üzerimizdeki bütün ilâhî ve beşerî emanetleri hakkıyla nasıl muhâfaza edeceğimizi O’ndan tahsîl etmeliyiz. O Âlemler Sultanı, müşrikler tarafından bile «Muhammedü’l-Emîn» (elinden ve dilinden herkesin emniyet ve huzur bulduğu kimse) olarak vasıflandırılmıştı. Bu vasfın sayısız tezâhürlerinden biri de şudur:

Hayber Savaşı’nın cereyân ettiği günlerde yahûdîlerin safından Yâser isimli bir çoban Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘e geldi. Bir süre sohbetten sonra İslâm’a girdi ve müslümanlara katılmak istedi. Ancak Hazret-i Peygamber, ona, önce koyunlarını her zamanki yerine yerleştirmesini ve ondan sonra kendilerine katılmasını emir buyurdu. Hiç şüphesiz bu emir, en zor zamanda bile sorumluluk, vazife şuuru ve emanete hassasiyetin ehemmiyetini sergileyen pek mânidar bir misâldir. Üstelik savaşın uzadığı ve müslümanlar arasında erzak sıkıntısının baş gösterdiği bir ânda…

İşte bu hassasiyetleri kazanmak için Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in fetânet vasfı da, birçok beşerî görüş zayıflıklarımızı basîrete çevirmeli ve gönüllerimizi nice bilgilerin hikmet ve sırrına âşinâ kılmalıdır.

İsmet sıfatı da, bizleri daima hayır ve sevâba yöneltmeli; içimizde günâha dair bütün kapıları kapatmalı ve mâsiyetin her türlüsü gönüllerimizde ömrünü tüketmelidir. Bu sıfattan lâyıkıyla nasîb alanlar, Cenâb-ı Hakk’a ve Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘e öyle yakın gönüller hâline gelirler ki, melekler misâli ilâhî ahlâka bürünürler; böylece ellerinden, dillerinden ve kalblerinden başta mü’min kardeşleri olmak üzere bütün mahlukata sadece şefkat, merhamet, afv, muhabbet gibi güzellikler sâdır olur. Yâni baştan aşağı hayır, bereket ve rahmet olurlar; hiç kimseyi incitmez, hor-hakîr görmez ve en ufak bir çelmede dahî bulunmazlar. Onun için ismet sıfatından istifâde pek mühimdir. Zîrâ ufak-büyük bütün mâsiyetler, Cenâb-ı Hakk’ı ve Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘i unutmakla başlar.

Dolayısıyla Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in bütün tebliğ ve irşâdı da, iç âlemizi sahâbe misâli tezyin etmeli ve Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in âhirzamandaki ümmeti için buyurduğu «kardeşlerim» iltifat ve muhabbetine mazhar eylemelidir.

Hâsılı her mü’min, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘e muhabbet, bağlılık ve sadakati, bahsettiğimiz husûsiyet, fazîlet ve güzelliklerle yaşamalı; kendisi de, önce çevresine sonra da bütün insanlığa hidâyet, huzur, seâdet ve Hakk’ı tevzî eden bir örnek şahsiyet timsâli olabilmelidir.

Zîrâ O’na olan muhabbetimizin ölçüsü, O’nun hâli ile ne kadar hâllendiğimizle belli olur. Onu seven ve O’nun uğruna her şeyini fedâ eden sahâbe, O’nu nasıl işitti, hissetti ve O’nun duygularıyla yaşadı? O’nun mübârek duygu, hâl ve ahlâkını hayatına nasıl aksettirdi? Acabâ bizler bu hâllerin hangi kademesinde bulunuyoruz? O’na olan muhabbetimizi bu ölçülerle mîzan etmek; böyle bir Peygamberin ümmeti olarak bir vicdan muhâsebesine girmek zorundayız.

Bu ay idrâk edeceğimiz mevlid kandilinde de gönüllerimizi bilhassa bu muhâsebe ile güzelleştirmeliyiz. Yâni O Varlık Nûru’nun dünyâyı şereflendirmeleri ile âlemde yaşanan ilâhî hâdiseler, kalblerimizi duygulandırmalı; günahlarımız, hatâlarımız, kusurlarımız ve isyanlarımız onun zemzem misâli tertemiz ahlâkıyla yıkanmalı ve doğduğu o nûrlu şafak vaktinin mânâ ve hikmeti ile mânevî bir diriliş yaşamalıyız. Kısaca bu kandil vesilesiyle Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘e lâyık bir hayat yaşamanın gayreti ve heyecanı içine girmeli ve ibadetlerimize, davranışlarımıza, duyuşlarımıza, düşüncelerimize O’nun derinliğini; günümüze, yarınımıza, velhâsıl dünyâ ve âhıretimize O’nun eşsiz güzelliklerini aksettirmeye çalışmalıyız ki, ebedî seâdete nâil, O’nun yüce şefâatine mazhar olabilelim… Aksi hâlde o mübârek geceyi gerçek mânâda idrâk etmiş ve değerlendirmiş sayılmayız…

Rabbimiz, bu velâdet kandili münâsebetiyle Rasûlü’nün, nezd-i ilâhîsin­deki yüksek mevkii hürmetine bizleri bağışlasın. Bizleri kendine karşı samîmî bir kul, Rasûlü’ne de lâyık bir ümmet eylesin.

Mevlid-i nebî kandilimiz mübârek olsun! Âmîn!..