Dünyayı, Âhiret Penceresinden Seyretmek

Yıl: 2013 Ay: Eylül Sayı: 103

Saîd bin Ebî Arûbe -radıyallâhu anh- şöyle bir vâkıa nakleder:

Haccâc-ı Zâlim lâkabıyla meşhur olan Haccac bin Yusuf es-Sekafî, hac mevsiminde Mekke ile Medîne arasında bir suyun kenarında konaklamış. Hizmetçilerine hemen mükellef bir sofra kurulmasını emretmiş. Sonra da yardımcısını yanına çağırarak, âcilen sofrada kendisine eşlik edecek birini getirmesini emir buyurmuş. Yardımcısı da hemen civârı dolaşmaya başlamış. Bir dağın eteğinde, ihrâmının içinde uyuyan bir bedevîyi görmüş. Ayağıyla sallayıp onu uyandırmış. Sonra da bedevîye;

“–Kalk! Hemen emîrin yanına gidiyoruz!” demiş. Bu sözler üzerine derhal ayağa kalkan bedevîyi alıp sofranın başına getirmiş.

Haccâc-ı Zâlim, bedevîye:

“–Ellerini yıka ve hemen sofraya otur, sonra da benimle beraber yemek ye!” emrini verince, gönlü Hak aşkıyla dolu olan bedevî, Haccâc’a:

“–Senden önce, senden çok daha hayırlı bir Zât beni dâvet etmişti. Ben O’nun dâvetine icâbet ettim. Teşekkür ediyorum ama, senin dâvetini kabul edemem!” mukâbelesinde bulunmuş. Aldığı cevap üzerine, büyük bir şaşkınlık yaşayan Haccâc:

“–Kimmiş benden çok daha hayırlı olan bu dâvetçi zât?” diye sormuş. Bedevî:

“–Allah -celle celâlühû-. O beni oruca dâvet etti. Ben de O’nun bu dâvetini canıma minnet bilip kabul ettim!”

Yaşadığı şaşkınlığı üzerinden atamayan Haccâc, devamla:

“–Bu sıcakta mı oruç tutuyorsun?” diye suâl edince, bedevî:

“–Evet, bu sıcakta, bugünden çok daha sıcak olacağı kesin olan bir gün sebebiyle oruç tutuyorum!” diyerek mukâbelede bulunmuş.

Bu defâ Haccâc, oruç tutan bedevînin kalbî derinliğini anlamak için tekrar:

“–Olsun. (Nasıl olsa tutmuş olduğun oruç, nâfile bir oruç! Bu sebeple) sen yine de bugün benimle ye! Yarın oruç tutarsın.” demiş. Bedevî ise:

“–Eğer sen, benim yarına çıkacağıma kefil olursan, o zaman ben de orucumu bozar, seninle yemek yerim!” karşılığını vermiş. Haccâc ile bedevî arasındaki konuşma şöyle devam etmiş:

“–Ben bu konuda sana nasıl kefil olabilirim ki? (İnsanın ne zaman öleceği, ancak Cenâb-ı Hakk’ın bilgisi dâhilindedir.)”

“–Öyleyse yarına çıkmamı garanti etmeye gücün yetmeyeceği hâlde, şu an tuttuğum orucu bozmamı benden nasıl istersin!”

“–Çünkü bu gördüğün yemekler, hem çok leziz, hem de (bu sıcakta insanın harâretini kesecek olan) pek kıymetli yemeklerdir.”

“–Ey emîr! Şunu aslâ unutma ki, yemeği leziz ve kıymetli kılacak olan sen veya aşçı değildir. Onu asıl leziz ve kıymetli kılacak olan, ancak âkıbettir! (Yani bu yemekler feyiz ve bereket olup insanı ibadet ve tâate sevk ediyorsa leziz ve kıymetli, hantallık ve gaflet verip nefsin süflî arzularına ve mâsiyete sürüklüyorsa lezzetsiz ve değersizdir.)”

Bedevînin bu hikmet dolu sözleri üzerine Haccâc, uzun bir müddet derin düşüncelere dalmış.

***

İşte, hayatının merkezine Cenâb-ı Hakk’ı rızâsını yerleştirmiş, dünya hayatını dâimâ âhiret penceresinden seyrederek ince bir ruh ve derin bir tefekkür iklîmine ulaşmış olan ârif bir mü’minin hâlet-i rûhiyesini sergileyen hikmet dolu bir hâdise…

Fânîliğe mahkûm olan bu dünya hayatı, ebedî saâdet yurdu olan âhireti kazanabilmenin yegâne sermâyesidir. Bu sebeple onun her ânını, uyanık bir gönül, hamd eden bir dil ve şükreden bir kalp ile idrâk etmek gerekir. İnsan, hayatı bu şekilde yaşadığında, gönlünde oluşan derin bir aşk ve büyük bir heyecan ile, zâhiren zor ve meşakkatli görünen bütün hâdiselerin üstesinden rahatlıkla gelebilir. Onun nazarında Allah için katlanacağı bütün zahmetler sonsuz bir rahmete, bütün eziyetler doyumsuz bir lezzete dönüşür.

Aksi takdirde, baştanbaşa meşakkatli bir ibadet olan hac yolculuğunda, tepedeki kızgın Güneşʼe rağmen oruç tutmak ve bir dâvet olduğunda bozulmasına cevaz verildiği hâlde nâfile orucu bozmamak, başka ne ile açıklanabilir?..

Bu kıssada zikredilen bedevînin orucunu bozmaması, Haccâc’a vermek istediği bir hikmet dersi sebebiyledir. Yoksa, mü’min bir gönlü hoşnûd ederek, Hak rızâsını kazanmak niyetiyle, nâfile orucu bozmanın ve sonraki günlerde kazâ etmenin daha efdâl olduğu bildirilmiştir.

Tâbiîn neslinden Âmir bin Abdikays, ölümü yaklaşınca ağlamaya başlar.

“–Niçin ağlıyorsun?” diye sorduklarında şu cevâbı verir:

“–Ne ölüm korkusuyla, ne de dünyaya duyduğum hırs sebebiyle ağlıyorum. Lâkin sıcak günlerde, (Cehennem ateşine kalkan olan) oruç tutmaktan ve geceleri ibadet için kalkmaktan (teheccüdün feyz ve lezzetinden) mahrum kalacağım diye ağlıyorum.” (Zehebî, Siyer, IV, 19)

Nitekim Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın da uzun ve sıcak günlerde oruç tutmayı sevip tercih ettiği rivâyet edilmiştir.

İşte îmânı aşkla yaşayan ârif gönüller, uzun ve sıcak günlerde oruç tutmaktan târifsiz bir zevk duyarken, gâfil ve hantal kalpler ise böyle günleri, oruç vaktinin uzunluğuna dâir tartışmalarla mânen ziyân ederler…

Bu itibarla kalbimizin hangi vâdilerde dolaştığına son derece dikkat etmemiz lâzımdır. Zira Mevlânâ Hazretleri’nin buyurduğu gibi:

“Ey insan, dünyadan birbirine zıt iki ses gelir. Acaba senin kalbin hangisini almaya istîdatlı?

O seslerden biri Allâh’a yaklaşanların (takvâ sahiplerinin) hâli, diğeri ise aldananların (fısk u fücûra dalanların) hâlidir. Bu seslerden birini kabul ettin mi, öbürünü duymazsın bile! Çünkü seven bir kimse, sevdiğinin zıddı olan şeylere karşı âdeta kör ve sağır olur.”

Bu sebeple gönüllerin frekansı her zaman İslâm’ın ulvî sadâsını duymaya ayarlanmalı ve bir amel-i sâlihi bir başka amel-i sâlih takip etmelidir.

Zira yine Mevlânâ Hazretleri şöyle buyurmuştur:

“İbadetlerin kabul ediliş alâmetleri, o ibadetlerden sonra hemen başka ibadetlere girişmek, birbiri ardınca hayırlara koştukça koşmaktır.”

Yani insan, dûçâr olduğu musibet veya uğradığı sıkıntılarda, vukûâtı âhiret penceresinden seyredebilmeli ve Cenâb-ı Hakk’ın zikrinden hiçbir zaman gâfil kalmamalıdır. Nitekim âyet-i kerîmede;

“Kim Rahmân’ı zikretmekten gâfil olursa, yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat ederiz.” (ez-Zuhrûf, 36) buyrulmuştur.

Bunun yanında insanın, her nefes tükenen ömür sermayesi neticesinde âhiret sabahına yüz aklığıyla çıkabilmesi için, hayırlı işlerde acele etmesi elzemdir. Zira kimsenin yarına çıkacağına dâir bir garantisi yoktur. Nefis, insanı dâimâ “yarın yaparsın” diye kandırır. Yapacağı güzel işleri devamlı ertelemeye çalışır. “Yarın daha güzelini yaparsın!” diyerek onu oyalar. Bu sebeple büyükler demişlerdir ki:

“Dem bu demdir, dem bu dem!” Yani yaşadığımız şu vakit, elimizdeki tek nakdimizdir.

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz de:

“Faydalı işler görmekte acele ediniz.” buyurmuşlardır. (Müslim, Îman, 186; Tirmizî, Fiten 30, Zühd 3)

Dolayısıyla elde fırsat varken, o fırsatı iyi değerlendirmek lâzımdır. Zira yarın var mıyız, yok muyuz meçhuldür. Nitekim hikmet ehli ârif zâtlar da:

“Yarın yaparım diyenler helâk oldu!” buyurmuşlardır.

Halîfe Ömer bin Abdülazîz -rahmetullâhi aleyh-, bir gece evinde otururken vezirlerinden biri kapıya gelir.

Halîfe:

“–Böyle vakitsiz ziyaretinizin sebebi nedir?” diye sorduğunda vezir:

“–Müzâkeresi elzem olan bir mesele için geldim.” cevâbını verir.

Ömer bin Abdülazîz:

“–Ayrı bir odada meseleyi müzâkere için başka kandilim yok. Beytülmâl’den ancak bir kandile kifâyet edecek kadar yağ almaktayım, onu da âilem ile birlikte kullanıyorum.” diyerek cevap verir.

Vezir:

“–Yarınki istihkâkınıza mahsûben lâzım olan yağı Beytülmâl’den alsak olmaz mı?” diye sorar.

Halîfe; “–Olur.” diyerek bir senet yazar ve veziri, kiler eminine gönderir. Kiler emîni senedi okuduktan sonra şöyle der:

“–Bu yalnız yarınki istihkâkın senedidir, kifâyet etmez. Halîfenin, yarına çıkacağına dâir de bir senet imzalaması lâzımdır ve o senedi de getirmeniz îcâb eder.”

Bu cevap üzerine çâresiz kalan vezir, kendi evinden tedârik ettiği yağ kandilini alarak tekrar halîfenin huzûruna çıkar ve görüşmek istediği meseleyi neticeye bağlar.

Velhâsıl, îman gönülde kuvvetlenince, artık bütün hâdiseler âhiret ufkundan değerlendirilir. Uhrevî sıkıntılar hatıra geldikçe dünyevî hiçbir sıkıntı insanın gözünde büyümez. Yine âhiretteki ebedî saâdet düşünüldükçe fânî dünya hayatındaki zevk u safâların câzibesi gönülde sıfırlanır. İlâhî muhabbetle dolan gönüller müstesnâ bir huzur ve sükûna kavuşur.

Nitekim Allah dostlarından İbrahim bin Edhem Hazretleri şöyle der:

“İlâhî muhabbette duyduğumuz lezzet, huzur, vecd ve istiğrâkımız müşahhas bir şey olsaydı; krallar onu alabilmek için bütün hazinelerini de krallıklarını da fedâ ederlerdi.”

Cenâb-ı Hak, karşılaştığımız her hâdiseyi âhiret ufkundan seyrederek ibret ve hikmetle tefekkür edebilmeyi lûtf u keremiyle ihsân eylesin…

Âmîn!..