Dünyaya Kulluk İmtihanı için Geldik

DiNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

DÜNYAYA KULLUK İMTİHANI İÇİN GELDİK

Muhterem Kardeşlerimiz!

Dünyaya geliş sebebimiz, bu imtihan dünyasına, Cenâb-ı Hak;

“Biz cinleri ve insanları «لِيَعْبُدُونِ» (“…Bana [Allâhʼa] kulluk etsinler diye yarattım.” [ez-Zâriyât, 56]) buyuruyor.

Allâhʼa kul olabilmek… Bir kulluk imtihanı için dünyaya geldik. Son nefese kadar bu talebeliğimiz devam edecek. Son nefesten sonra artık bir daha imtihan yok. Kabir hayatımız, kıyamet, bu dünyadaki hâlimize göre şekillenecek.

Yine bu “لِيَعْبُدُونِ : Allâhʼa kul olmak için.” Kalp, merhaleler kat edecek “لِيَعْرِفُونِ (Beni [Allâhʼı] bilsinler diye…)” Cenâb-ı Hakkʼı kalpte tanıyacak.

Yine Cenâb-ı Hak bir hadîs-i kudsîde, yaratma sebebi olarak:

“Ben gizli bir hazineydim. Mârifetime muhabbet ettim…” buyuruyor. (Bkz. İ. Hakkı Bursevî, Kenz-i Mahfî)

Yani “Kalpte tanınmama, kalpte sevilmeme, kalpte tanınmama muhabbet ettim.” buyuruyor.

Demek ki yaratılışın esasında, nüvesinde muhabbet var. Zaten bir baktığımız zaman kâinatta da bir “el-Vedûd” sıfatının bir tecellîsi. Neye baksak Cenâb-ı Hakkʼın bu muhabbet sıfatının, esmâsının bir tecellîsini görürüz.

Hayvanatta öyle… Bir akrep bile yavrularını sırtında taşıyor, muhabbet… Yılan, yavrularını bakarak büyütüyor. Bir kedinin altından yavrularını alamazsınız. Yaygın bir muhabbet… Cenâb-ı Hak da:

“Mârifetime muhabbet ettim (yani sevilmeme muhabbet ettim) ve yarattım.” (Bkz. İ. Hakkı Bursevî, Kenz-i Mahfî)

Demek ki kul, merhaleler katedecek kalbi, Cenâb-ı Hakʼla dost olacak. Muhabbet zirveleşecek.

Yine bir Ebûʼd-Derdâ -radıyallâhu anh-ʼın naklettiği bir hadîs-i şerîfte Rasûlullah Efendimiz, Dâvud -aleyhisselâm-ʼın bir duâsını bize tebliğ ediyor:

“Dâvud şöyle duâ ederdi (buyuruyor):

«Allâhʼım! Senʼden Senʼi sevmeyi, Senʼi seven kişiyi sevmeyi, sevgine ulaştıracak amel-i sâlihleri isterim.” (Tirmizî, Deavât, 72)

Burada demek ki Cenâb-ı Hakkʼı sevebilmek… Ancak Cenâb-ı Hak kendisini bize sevdirir. Cenâb-ı Hak sevdirirse biz sevebiliriz. Cenâb-ı Hakkʼı biz sevdiğimiz zaman, kendisini bize sevdirdiği zaman, Oʼnun sevdiğini severiz; Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼi.

Fakat buna muvaffak olabilmek için de Cenâb-ı Hakkʼa sevdirecek amel-i sâlihler istiyor Cenâb-ı Hak bizden.

Yaratılış gâyesi; kulluk… Cenâb-ı Hakkʼa yaklaşabilmek. Oʼnunla dost olabilmek. Her an ve her yerde Oʼnunla beraber olabilmek. Çünkü O, her an bizimle beraber olduğunu bildiriyor:

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

“…Nereye gitseniz O sizinle beraberdir…” (el-Hadîd, 4) buyruluyor. Bizim de Oʼnunla beraber olmamızı arzu ediyor. O beraberlik neticesinde bizde büyük bir lezzet husûle gelecek.

اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

(“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâhʼı anmakla mutmain olur (huzura kavuşur).” [er-Ra‘d, 28])

Kalpler, Cenâb-ı Hakʼla beraber olmanın bir lezzetini tatmış olacak.

Yine Cenâb-ı Hak; bir lûtuf insana;

نَفَخْتُ فِيهِ مِنْ رُوحِي buyuruyor. Kendinden bir sırlar bize Cenâb-ı Hak insana veriyor, kâbiliyetler veriyor; “…Rûhumdan üfürdüğüm zaman…” (el-Hicr, 29; Sâd, 72) buyuruyor.

Yine;

وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِي اٰدَمَ

(“Benî Âdemʼi mükerrem (üstün) kıldık…” [el-İsrâ, 70]) buyruluyor. Mükerrem kıldığını bildiriyor. Fakat bu mükerremlik insanın bedenî yapısında değil, rûhânî yapısında. Beden yapısı yine toprağa dönecek, türâbî. Fakat rûhânî yapısı Cenâb-ı Hakʼtan geliyor; نَفَخْتُ فِيهِ مِنْ رُوحِي…

Kul, bu istîdatları inkişâf ettirecek. Dünya baştanbaşa bir imtihan dershânesi. Hayat, fânîlikten bekāya doğru, dünyadan ukbâya doğru, sonsuzluğa doğru bir yolculuk. Âhiret için dünyada varız. Âhiret için yaratıldık. Bu dünyaya mâlik olmak için değil, Allâhʼın şâhidi olmak için geldik. Bu dünya hayâtı âhireti îmâr etmek için bize ikram edildi. Bu sebeple -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin ashâb-ı kirâma varlıkta-yoklukta her zaman buyurduğu; “Esas hayat âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Rikāk, 1)

Hendek çok zor bir harpti, Hendek Harbi. Sahâbî:

“‒Acaba Allâhʼın yardımı gelmeyecek mi?” diye bir vesveseye kapıldı. O zaman Efendimiz yine “Esas hayat âhiret hayatıdır.” buyurdu. (Buhârî, Rikāk, 1)

Demek ki hayatın hep çilelerinde, zor durumlarda, ıztıraplı anlarda kul;

“‒Esas hayat âhiret hayatıdır. Yâ Rabbi! Bu imtihandır, -inşâallah- benim için bir terfi-i derecâttır. Günahlarımın dökülmesine bir vesîledir.” (diyecek.)

Yine büyük fetihlerde, büyük muvaffakıyetlerde, Mekke Fethiʼne Efendimiz girerken, devenin üzerinde secde hâlindeydi. Etrâfındakilere herhangi bir enâniyet gelmemesi (için) “Esas hayat âhiret hayatıdır.” buyuruyor. (Buhârî, Rikāk, 1)

Demek ki kul, müʼmin, esas hayatın âhiret hayatı olduğunu, dünyanın bir imtihan dershânesi olduğunun idrâki içinde, hayatını o şekilde devam ettirecek.

Hayat, düşündüğümüz zaman, kundak ile kefen arasında, med-cezirlerle / iniş-çıkışlarla dolu bir yolculuk. Yine ömür ise beşik ile teneşir arasında bir zaman tüneli. Kalbin sanatı, bizlere ikram edilmiş olan bu bir avuç fânî sermayeyi, büyük ebedî bir saâdete döndürebilmek.

Cenâb-ı Hak buyuruyor, ancak saâdet kendisiyle beraberliğinde Cenâb-ı Hak saâdeti veriyor:

اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

(“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâhʼı anmakla mutmain olur (huzura kavuşur).” [er-Ra‘d, 28])

Cenâb-ı Hak kulunun kendisiyle dost olmasını istiyor. O istîdatta halk etti. Ve Cenâb-ı Hak kulunun kendisiyle dost olması için, kuluna ilk peygamberden itibaren mektuplar gönderiyor. Biz, âhirzaman ümmetiyiz. En büyük mektup bize geldi. Her birimize bir mektup. Ne kadar okuyacağız? Ne kadar derinleşeceğiz? Kurʼân-ı Kerîm…

اَلرَّحْمٰنُ عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ خَلَقَ الْاِنْسَانَ عَلَّمَهُ الْبَيَانَ

“Rahmân (Allah) Kurʼânʼı öğretti.” (er-Rahmân, 1-2)

Rahmet tecellîsi. Cenâb-ı Hakkʼın büyük rahmeti. Efendimiz “رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ” (Âlemlere Rahmet). Cenâb-ı Hak bize de bu rahmetin muktezâsıyla bize Kurʼânʼı öğretti.

خَلَقَ الْاِنْسَانَ

“İnsanı yarattı.” (er-Rahmân, 3)

عَلَّمَهُ الْبَيَانَ

(“Ona beyânı öğretti.” [er-Rahmân, 4])

Sırlar, hikmetler, insana Cenâb-ı Hak lûtfediyor.

Bu mektupta ne var?

Bu mektupta kalbî hayat. Vurgulanan, kalbî hayat… 258 yerde muhtelif kalıplarda “takvâ” geçiyor. Kul, müttakî olacak. Cenâb-ı Hakʼla dost olacak. Kendisinin ilâhî kameranın altında olduğunun idrâki içinde olacak. Neyi görse Cenâb-ı Hakʼla buluşacak.

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

(“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” [el-Alak, 1])

“Aman yâ Rabbi!” diyecek. Bu minval üzere de bir gönlü olacak.

Yine bizim Allah katında ölçümüz ne kadar bizim? Ben ne kadar Allâhʼa güzel bir kulum? Ne kadar yakınım?

Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor, bir ölçü veriyor:

اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰیكُمْ

“…Allah indinde en değerli olanınız, Oʼndan en çok ittikā edeniniz (korkanınız)dır.” (el-Hucurât, 13)

Kalp, بَيْنَ الْخَوْفِ وَالرَّجَاءِ (korku ve ümit) arasında olacak. Cenâb-ı Hak verdiği kitabın, Kurʼânʼın, ders kitabının mâhiyetini bildiriyor:

هُدًى لِلْمُتَّقِينَ

(“…Takvâ sahipleri için bir hidâyettir.” [el-Bakara, 2]) buyuruyor.

“O Kurʼânʼda aslâ bir şüphe yoktur…” (el-Bakara, 2) Hak kitap olduğunda, menşeinin Cenâb-ı Hak olduğunda aslâ bir şüphe yoktur. O, müttakîler için, takvâ sahipleri için bir hidâyet rehberidir. Herkes için değil. Ne kadar takvâmız artarsa, o kadar Kurʼân-ı Kerîm bize bir rehberlik ediyor.

Cenâb-ı Hak bize, Kurʼân ekseni içinde bir hayat istiyor bizden. Kıyâmette biz onunla karşılanacağız.

Bu, Kurʼânʼla yaşamak için de Cenâb-ı Hak:

مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ buyuruyor.

“Kim Allah Rasûlüʼne itaat ederse Allâhʼa itaat etmiş olur.” (en-Nisâ, 80)

Yani kulluk, iki itaatle kemâle eriyor. Cenâb-ı Hakkʼın emirlerine itaat. Onun da tafsîlî hâli -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin 23 senelik nebevî hayatında.

Kurʼân ve Allah Rasûlü, ancak takvâ ile okunur. Herkes aynı rahlenin önünde oturur; kalbinin derinliğine göre bir netice alır.

Bir misal vermek îcâb ederse:

Sâhilde olan kimseler, bir sahilin ufkunu görür, denizin ufkunu görür. Kayıkla gezerse, bir-iki metre derinliğini görür. Oradaki yosunları, çakıl taşlarını, birtakım balıkları görür. Fakat güçlü bir dalgıç, gücüne göre inmeye başlar. On metre iner, yirmi metre iner, elli metre iner, yüz metre iner. Her inişte ayrı ayrı manzaralar seyreder.

İşte Kurʼân-ı Kerîm de bir misal olarak, kalbin durumuna göre Kurʼân kendini açar.

“Allah Rasûlüʼne itaat, Allâhʼa itaat.” buyruluyor âyet-i kerîme. Efendimizʼe ben ne kadar benziyorum, ne kadar bir itaat hâlindeyim?

Birincisi: İbadetteki rûhâniyet. Efendimizʼin ibadetleri, Efendimizʼin namazı. Oʼnun namazı nasıldı?

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-:

“Sanki (diyor), yüreğinden (diyor) bir şey gelirdi, bir tencerenin kaynadığı gibi ses gelirdi.” (Ebû Dâvûd, Salât, 157; Nesâî, Sehv, 18)

Efendimiz, namazı o kadar çok severdi ki;

“Üç şey sevdirildi dünyanızdan (buyuruyor), biri sâliha hanım…” (Bkz. Nesâî, Işretü’n-Nisâ, 10)

İşte Fâtıma Vâlidemiz, Hatice Vâlidemiz, Âişe Vâlidemiz en güzel misal. Ona benzeyebilmek hanımların.

Namazları… Farzlara ilâveten sünnet namazı vardı, Duhâ vardı, İşrak vardı, Evvâbin vardı, Teheccüd vardı, Vudû vardı, Hâcet vardı, Hüsuf-Küsuf namazları vardı.

Sanki uzaktan bir gören, Efendimiz yalnız namaz kılıyor zanneder. Muâmelât hayatı da öyle. Efendimizʼe diğer bir pencereden bakan da yalnız o güzel muâmele, o güzel ahlâk(ı görür).

Namaz, çok mühim. Efendimiz:

“Gözümün nûru.” buyuruyor. (Bkz. Nesâî, Işretü’n-Nisâ, 10)

Namaz, Allah ile müʼmin arasında bir bağlantı. “…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyruluyor. Yaklaştığı nisbette psikolojik bir tedavi. Hiç asr-ı saâdette biz psikiyatrik bir hasta görmüyoruz hadîs-i şerîflerde. Çünkü secde, kulu Allâhʼa yaklaştırıyor, Cenâb-ı Hakʼla büyük bir huzur buluyor, o huzurun altında bütün dünyevî ıztıraplar eriyor, yok oluyor.

Yine bir toplum görüyoruz asr-ı saâdette. Oruç tutuyor o toplum. Fakat orucu, bütün, gözüne tutturuyor, kulağına tutturuyor, bedenine, her şeye, her uzvuna, her şeye tutturuyor, oruç tutturuyor. O oruç, Cehennemʼe kalkan hâline geliyor. Merhametini artırıyor, şefkatini artırıyor, Allâhʼın nîmetlerinin kadrini düşündürüyor. O şekilde infak ediyor. Vakıflar kuruyor, infak ediyor. Toplumda yalnız, garip, kimsesizler kalmıyor.

Ömer bin Abdülaziz zamanında toplumda bir garip kalmıyor.

“‒Bir zekât verilecek kimse kalmadı (diyor valiler), ne yapalım zekâtları?” diyorlar. Sosyal bir denge kuruluyor. İctimâî bir huzur hâli oluyor.

Bu nereden oluyor, asr-ı saâdet? İbadetteki -Efendimizʼin- rûhâniyetten alınan hisselerle olmuş oluyor. İbadetler bize bir vitamin. Nasıl bedenimizin bir devamlı yemeye, içmeye, gıdâya ihtiyacı var; rûhânî hayatımız da ibadetlerle tekâmül edecek.