Dünyada Ahiret İçin Varız Fedakarlık Zaruridir

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

DÜNYA’DA ÂHİRET İÇİN VARIZ, FEDAKÂRLIK ZARURÎDİR.

Cenâb-ı Hak yine bize Kurʼân-ı Kerîmʼde misaller… O ashâb-ı kirâmın durumu, nasıl onlar imtihanı kazandı?

Uhud Harbiʼnde müslümanlar, ilk anda galip geldiler. Bu tecellî misal gelecek nesillere. İkinci safhada berabere gibi oldu, kısmen müslümanlar daha da zarar gördü. Üçüncü hâlde beraber gibi oldu üç safta. Fakat ondan sonra düşman korktu, Mekkeli müşrikler geriye dönmeye başladılar.

Efendimiz buyurdu ki:

“Onları Hamrâuʼl-Esedʼe kadar (Medîneʼde bir yer vardı, hudut. Oraya kadar) kovalayın ki, bizim gücümüzü (mânevî gücümüzü, maddî gücümüzü) görsünler, bir daha gelmeye teşebbüs etmesinler. Onları Hamrâuʼl-Esedʼe kadar kovalayın.” diye tâlimat verdi.

Bu sırada iki kişi, hattâ iki kardeş, biri ağır yaralı, biri hafif yaralı.

İkisi birbirine dediler:

“‒Kardeş, biz mesʼul değiliz (dediler) Hamrâuʼl-Esedʼe (gitmeye). Çünkü sen de yaralısın, ben de yaralıyım.”

Oraya kadar yürüyecek, belki oraya kadar beş altı km. yol gideceklerdi.

“‒Fakat (dediler), Allah Rasûlüʼnün bu arzusunu yerine de getirmemiz lâzım.”

Hafif yaralı, ağır yaralıya dedi ki:

“‒Sen benim sırtıma bin (dedi), Hamrâuʼl-Esedʼe kadar ben seni sırtımda taşıyayım (dedi). Allah Rasûlüʼnden ayrılmayalım (dedi). Onlarla olan kalbî beraberliğimizi her türlü beraberliğimizi koruyalım.” dedi. (Bkz. İbn-i Hişâm, III, 53)

Âyet-i kerîmede, Âl-i İmrân, âyet 172:

“Yara aldıktan sonra yine Allâhʼın ve Peygamberʼin dâvetine uyanlar, (özellikle) bunlar içindeki amel-i sâlih işleyenler ve takvâ sahibi olanlar için pek büyük mükâfat vardır.”

Hep fedakârlık.

Velhâsıl dünyada âhiret için varız. Âhiret için dünyaya gönderildik. Dünya geçici bir imtihan dershânesi.

Cenâb-ı Hak, Cennet alışverişi yapanlar, malını-canını fedâ edenler, bunların -onun altındaki âyette de- (et-Tevbe, 112) husûsiyetlerini bildiriyor:

Birinci; اَلتَّائِبُونَ buyuruyor. Samîmiyetle Cenâb-ı Hakkʼa tevbe edenler. “Tevbe, tevbe yâ Rabbi!” kâfî değil. O işin başlangıcı. Amellerimizle tevbe edebilmek. Cenâb-ı Hak buyuruyor Lokman Sûresiʼnde:

“…Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın. Şeytan, Allâhʼın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” (Lokmân, 33)

Demek “اَسْتَغْفِرُ اللهَ الْعَظِيم”i îfâ etmek lâzım. “اَسْتَغْفِرُ اللهَ الْعَظِيم” diyoruz seherlerde. O tevbemizi fiile çıkarmamız lâzım. Amel-i sâlihlerle fiile çıkarmamız zarûrî.

Kul, tevbesinde kararlılıkla durmalı, amel-i sâlihlerle kendisini tezyin ederek o tevbesini ispatlaması…

Yine Cenâb-ı Hak, Fâtır Sûresiʼnde aynı şekilde var:

“…Sakın dünya hayatı sizi kandırmasın. O aldatıcı (şeytan) da, Allah hakkında sizi kandırmasın.” (Fâtır, 5)

Cenâzelerde okunan bir âyet vardır Zümer Sûresiʼnde. Fakat birinci âyet okunuyor, alttaki âyet okunmuyor maalesef. İki âyeti beraber okumak lâzım, 53-54. âyetler. Orada Cenâb-ı Hak buyuruyor ki:

“De ki, ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allâhʼın rahmetinden ümit kesmeyin. (Ümit kesmek yok. Bir müslüman dâimâ ümit hâlinde olacak.) Çünkü Allah bütün günahları affeder. Şüphesiz O çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (ez-Zümer, 53)

Bu okunuyor cenâze kaldırılırken, cenâze imamları. Fakat onun altındaki âyet, bizi istikâmete davet ediyor:

“Size azap gelip çatmadan önce Rabbinize dönün!..” (ez-Zümer, 54) Daha evvel bir tevbe edin, istikâmete girin!

“…Oʼna teslim olun. Sonra size yardım edilmez.” (ez-Zümer, 54)

Burada Cenâb-ı Hak, yukarıda affediciliğini bildiriyor. Fakat “Sonra size yardım edilmez!” Eğer istikâmete dönmezsen, amel-i sâlihlere dönmezsen, size yardım edilmez, buyruluyor.

“Kıyâmet günü şu sorulara (cevap) vermeden insan kıpırdayamaz…” buyruluyor hadîs-i şerîfte. Tirmizî naklediyor.

“…Ömrünü nerede tükettin? İlminle ne gibi işler yaptın?..”

En mühim ilim, Kurʼân-ı Kerîm ve Sünnetʼtir. Kurʼân ve Sünnet muhtevâsını ne şekilde yaşadın?

“…Malını nereden kazandın? (Meşrû.) Ve nereye sarf ettin?..”

Zaten kazanca göre sarf edersin.

“…Bu beden nerede yıprandı?” (Bkz. Tirmizî, Kıyâmet, 1)

İkincisi:

اَلْعَابِدُونَ buyruluyor. “İbadet edenler.” (et-Tevbe, 112)

O da, ruh ve beden âhengi içinde, Cenâb-ı Hak bizden ibadet istiyor. İbadet, rûhu canlandırmak için. Allâhʼın ibadete ihtiyacı yok. Kulların ibadete ihtiyacı var. Rûhânî hayata gıdâ vermek. Rûhânî hayata vitamin vermek. Aksi hâlde nefsânî hayat kaplıyor.

Cenâb-ı Hak:

“Hamd edenler.” اَلْحَامِدُونَ (et-Tevbe, 112) buyuruyor. Hep bize Fatihaʼda hamd telkin ediliyor.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

(“Hamd (övme ve övülme), Âlemlerin Rabbi Allâhʼa mahsustur.” [el-Fâtiha, 2]) diyoruz her rekâtta. Her rekâtta tekrar ediyoruz. Demek ki her an bir şükür hâlinde olmak. Allâhʼın azamet-i ilâhiyyesini tefekkür edebilmek.

Hamd, bütün ibadetlerin sırrıdır. Hamdin esası, kalp ile yapılandır. Kalbin, Cenâb-ı Hakkʼın nûruyla dolmasıdır. Allâhʼa hamd ile dolmasıdır. Hamd, tefekkürü gerektirir. Cenâb-ı Hak Kurʼân-ı Kerîmʼde 137 yerde bize tefekkürü, azamet-i ilâhiyyeyi tefekkür etmemizi, kudret akışlarını tefekkür etmemizi, ilâhî nakışları tefekkür etmemizi, Cenâb-ı Hak bizi dâvet ediyor.

Kalp incelecek, zarifleşecek, ilâhî azametten bir huşû hâli gelecek.

Kâinat, ilâhî bir vitrin. Cenâb-ı Hak bütün insanı Cenâb-ı Hakkʼa yaklaştıracak, tefekkürünü artıracak her şeyi ihsân etti. Bir atomun içine bak; bin bir türlü ibret. Yukarıda galaksilere çık, bin bir türlü ibret. Toprağa bak, ibret. Kendi vücuduna bak, ibret. Yaratılışa bak, ibret.

Velhâsıl kâinat ilâhî bir vitrin. Ve kalbin burada en değişik tecellîler seyretmesini Cenâb-ı Hak arzu ediyor. Her şey tefekküre bir davetiye. Kul tefekkür edecek. Kul, hamd hâlinde yaşayacak. Cenâb-ı Hak da;

“…Allahʼtan gereği gibi ancak âlimler korkar.” (Fâtır, 28) buyuruyor.

Demek ki kulun da ilmi arttıkça takvâsının artması lâzım. Eğer ilmi artıyor, takvâ yok: اَلْعِلْمُ لَا يَنْفَعُ (Faydasız ilim.) (Bkz. Müslim, Zikir, 73) O ilmin hiçbir faydası yok. Hattâ o ilmi, şeytanın amellerine teşvik eder. Gurur getirir, ucub getirir, vs. olur.

اَلسَّائِحُونَ buyruluyor. “Oruç tutanlar.” (et-Tevbe, 112) Ayrı bir, oruç ayrı bir Allâhʼın nîmetlerini hatırlama. Bir tefekkür. Cenâb-ı Hakkʼın nîmetlerinin kadrini düşünebilmek:

Oʼnun mülkünde yaşıyoruz. Oʼnun verdiği rızıklarla hayatımızı devam ettiriyoruz. Bir bardak suya muhtacız. Yarım ekmek, yarım dilim ekmeğe muhtacız.

Ve bunun farkında bulunabilmek, dâimâ Cenâb-ı Hakkʼa karşı bir şükür hâlinde bulunabilmek.

Rükû hâli, güzellik vermemiz lâzım. Secde hâli ayrı bir güzellik olması lâzım. Bir vecd hâli, bir istiğrak hâli olması lâzım.

Ondan sonra Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“…Mârufu emrederler ve münkerden nehyederler…” (et-Tevbe, 112)

Kalp bu hâlde dolacak. Dolan bu rûhâniyet de Cenâb-ı Hakʼla beraberlik neticesinde kul mârufu emredecek, Allâhʼın emirlerini tebliğ edecek, yaşayarak tebliğ edecek. Ve kötülüklerden nehyedecek.