Dünya, Âhiretin Tarlası; Vakit, Sadaka-i Câriye Vakti

Yıl: 2012 Ay: Ağustos Sayı: 90

Ferîdüddin Attâr Hazretleri, bir eserinde şu hikmetli kıssayı nakletmektedir:

Bir gün pâdişah Nûşirevân, uçsuz bucaksız yeşillikler arasında atını ok gibi, son sürat koşturuyordu. Bir ara yolda, ihtiyarlıktan beli yay gibi bükülmüş bir kimse gördü. Gördüğü o ihtiyar, geniş bir bahçe içerisinde birkaç mey­ve fidanı dikmekle meşguldü.

Bunun üzerine pâdişah âniden atını dizginleyerek bahçeye yaklaştı ve ihtiyarın, yapmış olduğu bu güzel işi hangi niyetle ve nasıl bir gönül kıvâmıyla yaptığını anlayabilmek için ona hitâben şöyle sordu:

“–Ey gençliğinde elif misâli dik duran, fakat zaman ilerledikçe dal gibi beli bükülmüş olan ihtiyar! Saçın, sakalın süt gibi ağarmış. Hak Teâlâ bilir ama, herhâlde ömür defterinden de yalnızca birkaç yaprağın kalmış gibi. Bu son günlerini dinlenerek, huzur içinde değil de, o titrek ellerinle ağaç dikmekle mi geçiriyorsun? Zira sen, belki de onun meyvesini bile göremeyeceksin!”

İhtiyar, yerden aldığı bastonuna dayanarak önce biraz doğruldu, sonra da pâdişâha bir müddet hayretle, derin derin baktı. Akabinde de gönül deryasının içinde nice inciler taşıdığını dile getirircesine tâne tâne şöyle konuştu:

“–Pâdişâhım! Vaktiyle bizim için birçok kişi fidan dikti. Onlar, belki de o diktikleri fidanların meyvesinden istifâde edemeden vefât ettiler. Biz ise onların diktikleri ağaçların meyvelerini yedik. Bu sebeple, şimdi bize düşen vazife de, aynen onların yaptığı gibi, bizden sonra gelecekler için fidan dikmek değil midir?”

İhtiyarın basîret ve firâset dolu bu sözleri, pâdişâhın çok hoşuna gitti. Ona bir miktar altın hediye etti. Bunun üzerine ihtiyar, tebessüm ederek sözlerini şöyle sürdürdü:

“–Ulu pâdişâhım! Gördünüz mü? Ağacım daha şimdiden meyvesini verdi. Zira ben, yetmiş yıldan fazla yaşasaydım bile, bu mahsulden daha iyi bir kazanç elde edemezdim. Hâlbu­ki bugün ektiğim fidanın meyvesini yemek için on yıl beklemem gerekmedi. Bugün ektiğim birkaç fidan dolayısıyla, hem pâdişâhımın nazarına hem de büyük ihsanlarına nâil oldum.”

Pâdişah, ihtiyarın bu sözlerinden daha çok memnun oldu. O araziyi de ona bağışladı, oradaki suyu da…

İşte kâmil bir mü’minin hayata bakış açısını gösteren müthiş bir ibret tablosu.

Zira kâmil bir müʼmin, her an ve her vesîleyle Cenâb-ı Hakkʼın rızâsını arayan insandır. Nerede ve ne zaman olursa olsun, Hakkʼın rızâsına medâr olacak hizmet imkânlarını bulmasını bilen insandır.

Yine kâmil bir mü’min, diğergâm insandır. Gönül dünyasında, ferdî bir hayat yaşamanın aslâ yeri yoktur. Her hususta kardeşini kendine tercih eder. Bâr olmayıp, yâr olur; yani insanlara yük olmayıp bilâkis onların yükünü hafifletir. Hayatı yalnız kendi menfaatleri doğrultusunda yaşamaz. Şartlar ne olursa olsun, her durumda insanlığa faydalı olmayı kendisine bir hayat düstûru edinmiştir.

Bu sebeple eline geçen her fırsatı, âhiret sermâyesi yapabilmek için büyük bir nîmet olarak görür. Zira bilir ki, Allah yolunda hizmetin yaşı yoktur. İlmi, irfânı ve kalbî kıvâmı ölçüsünde herkesin bu yolda yapabileceği farklı bir hizmet vardır. Çünkü gün gelecek, insanoğlu yaptığı her şeyden sorguya çekilecektir. Bu sebeple insan için her yaş, aslında hizmet etme yaşıdır ve ekin ekme vaktidir.

Nitekim ömrü Allah yolunda geçmiş olan ihtiyar bir zâta:

“–Efendim, artık yaşlandınız! Ömrünüz hep Allah için hizmet gayretiyle geçti. Lütfen artık kendinizi fazla yormayınız, biraz istirahat ediniz!” denilince o ârif gönüllü zât bu suâle şu hikmetli cevapla mukâbelede bulunmuş:

“–Evlâdım! Bir düşün bakalım. Meselâ siz bir yarışa katılmış olsaydınız, hedefinize iyice yaklaştığınızda hiç yavaşlar mıydınız?”

Es’ad Erbilî Hazretleri de üzerinde yaşadığımız bu fânî imtihan yurdunun gerçek mâhiyetini ne güzel beyan buyurmaktadır:

“Dünyamız mahdut bir zamandır, ehemmiyet vermeye değmez. Lâkin «âhiretin tarlası» olduğu için azîz olsa gerektir…

Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmaya vesîle olan bir dünya muhteremdir. Cenâb-ı Bârî’nin ka­tında da makbûldür. Aksi hâlde değildir.”

Hiç şüphesiz, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı bâzen büyük, bâzen orta, bâzen de küçük şeylerde gizlidir. Bundan dolayı, büyük veya küçük her hizmet; kişinin ebedî kurtuluşu için büyük bir nîmet olarak görülmelidir.

Mübârek hayatı, Allah yolunda hizmetle geçmiş olan Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ümmetini de dâimâ hizmete, yani âhiretin tarlası olan bu dünyada Allah için gayret etmeye yönlendirmiştir.

Nitekim bir hadîs-i şerîflerinde:

“Kıyâmet kopuyor olsa ve birinizin elinde bir fide bulunsa, kıyâmet kopmadan onu dikebilirse bunu hemen yapsın!” (Ahmed, III, 191, 183) buyurmak sûretiyle de ümmetine, -son nefese kadar- yapılabilecek hiçbir hizmetten geri durmamak gerektiğini tebliğ etmiştir.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın şu sözü ne kadar mânidardır:

“Yapman gereken hayırlı, yararlı işleri yarına bırakma. Bakarsın yarın olur da, sen olmazsın.”

İşte bir mü’min, bu sözü bir hayat düstûru olarak gönlüne nakşetmelidir. Zira kimsenin yarına çıkmaya garantisi yoktur.

Ayrıca hiç unutulmamalıdır ki, ömrümüz, samimî fedâkârlık ve hizmetlerimiz nisbetinde, fânî hayatımızdan sonra da devam edecektir. Bu hakîkat bir hadîs-i şerîfte şöyle bildirilmiştir:

“Müslüman bir kişi bir ağaç diker de ondan insan, hayvan veya kuş yerse, bu yenen şeyler kıyamet gününe kadar o müslüman için sadaka olarak yazılır.” (Müslim, Müsâkât, 10)

Bu hadîs-i şerîfte zikredilen ağaç fidanını, genç bir gönül olarak anlamak da mümkündür. Zira bir yüreği îmanla buluşturan bir kimsenin, onun yapacağı bütün hayırlardan mânen istifâde edeceği muhakkaktır.

Mevlânâ Hazretleri ne güzel buyurur:

“Mal ile beden, kar gibi erir, gider. Fakat onlar, Allah yolunda harcanırsa, Allah onlara alıcı olur. Kur’ân’da; «Allah, cennet karşılığında mü’minlerden canlarını ve mallarını satın aldı…» (et-Tevbe, 111) buyrulmuştur.”

Lâkin hizmeti Allah katında makbûl kılacak olan da ihlâstır.

Zira yapılan amelleri ibadet vasıf ve derecesine yükseltmek, ancak ihlâs ile mümkündür. İhlâs, amelleri sırf rızâ-yı ilâhîyi kastederek îfâ etmek ve onlar üzerine nefsânî gâyelerin gölgesini dahî düşürmemektir. Beden için ruh ne ise, amel için ihlâs da o mesâbededir. İhlâssız amel, özden mahrum kuru bir yorgunluktan ibârettir.

Yalnız ihlâsı muhâfaza edebilmek de son derece güçtür. Nitekim bu hususta Zünnûn-ı Mısrî Hazretleri’nin şu sözü pek meşhurdur:

“Bütün insanlar ölüdür, âlimler bundan müstesnâdır. Bütün âlimler uykudadır, ilmiyle âmil olanlar bunun dışındadır. İlmiyle amel edenlerin de aldanma ihtimâli vardır, ancak ihlâslılar müstesnâdır. İhlâslılar da (dünyada her an) büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar…” (Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, V, 345)

Yine ihlâs, mü’mini, en büyük düşmanı olan şeytanın tasallutundan da kurtaran mânevî bir siperdir. Zira o, ancak ve ancak ihlâsta zaaf gösterenlere musallat olabilmektedir. Bu hakikat, âyet-i kerîmede şöyle bildirilmiştir:

(Şeytan) dedi ki: Ey Rabbim! Andolsun ki, beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlakâ azdıracağım. Ancak onlardan ihlâsa erdirilmiş kulların müstesnâ!” (el-Hicr, 39-40)

Cenâb-ı Hak, yaptığımız bütün işlerimizde tek gâyemizin rızâ-yı ilâhî olmasını lûtf u keremiyle ihsan buyursun. Elimizden, dilimizden ve gönlümüzden ümmet-i Muhammed’i istifâde ettirsin…

Âmîn…