Duâda Dikkat!

Yıl: 2012 Ay: Şubat Sayı: 84

Bir kimse devamlı olarak; «Yâ Rabbi! Lûtf u kereminle âfiyet ihsan buyur, bizleri âfiyetten ayırma!» der dururdu.

Onun bu sözlerini işiten birisi merakla:

“–Yapmakta olduğun bu duânın mânâsı nedir? Niçin bu kadar sık tekrar ediyorsun?” diye sordu. O da, soruyu yönelten şahsın merakını gidermek için başından geçenleri şöyle hülâsa etti:

“–Ben, sırtında semer ile insanların yüklerini taşıyan ve böylece geçimini temin eden bir hamal idim. Bir defasında çok ağır bir un çuvalını yüklenmiş, uzun bir müddet taşımış ve fazlaca yorulmuştum. İstirahat et­mek için bir ara çuvalı yere koydum. Bu arada da içimden:

«–Yâ Rab! Böylesine yorulmaktansa bana her gün iki somun versen, onunla iktifâ ederdim!..» deyiverdim.

Tam bu esnâda, birbiriyle hangi husustan dolayı çekiştiklerini bilmediğim iki adam gördüm. Aralarını bulayım diye yanla­rına vardığımda, biri diğerine vurmak istediği şeyi yanlışlıkla benim başıma vurdu. O anda yü­züm kanlar içinde kaldı. Bu sırada mahalle karakolundan gelip bu iki kişiyi ya­kaladılar. Yüzümü-gözümü kana bulanmış bir vaziyette görünce, kavgacılardan zannederek beni de yaka paça tutuklayıp hapse attılar. Bir müddet, karanlık, soğuk ve rutûbet kokusuyla dolu bir yerde hapis yattım. Lâkin her gün bana yiyecek olarak iki somun veriliyordu. Bir gece, rüyada birisinin bana şöyle dediğini işittim:

«–Yorulmadan her gün iki ekmek istemiş, fakat âfiyet istemeyi unutmuştun!… İşte, istediğin verildi.»

Bu sırada uykudan uyandım ve yapmış olduğum hatadan dolayı Cenâb-ı Hakk’a ilticâ ederek:

«–Affet Rabbim!.. Sen’in sonsuz rahmet ve merhametine sığınıyorum. Artık ben sadece âfiyet isterim, âfiyet!» demeye başladım. Derken hapishanenin ka­pısının açıldığını ve:

«–Hamal Ömer nerede?» diye bağırıldığını işittim. Biraz sonra da beni dışarı çıkardılar ve salıverdiler. O gün bugündür, ben de bu duâyı tekrarlamaktayım.” (Bkz. Kuşeyrî, er-Risâle, s: 514)

Duâ, Allah ile kul arasında dâimî bir râbıtadır. Duâ, kulluğun özü, Rabbe yönelişin adıdır. İlâhî rahmetten merhamet ve yardım dilenmektir. Bu sebeple kulluktan bahsedilen bir yerde, duâdan bahsetmemek mümkün değildir. Ancak duâ ederken, Hakk’a yakınlığımıza, takvâmıza ve Allah Teâlâ’dan ne istediğimize çok dikkat etmeli; O’ndan devamlı hayır, iyilik ve âfiyet istemeliyiz.

Nitekim, “Duâ ibadetin özüdür.” (Tirmizî, Daavât 1) buyuran Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, bir kimse müslüman olduğunda ona önce namaz kılmayı öğretir, sonra da şöyle duâ etmesini tavsiye ederdi:

“Allâh’ım, beni bağışla, bana merhamet et, rızânı kazandıracak işler yaptır, bana âfiyet ve hayırlı rızık ver.” (Müslim, Zikir, 35)

Bir diğer hadîs-i şerîflerinde de Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şöyle buyurmuştur:

“Allâh’tan talep edilen (dünyevî şeylerden) Allâh’ın en çok sevdiği, âfiyettir.” (Tirmizî, Deavât, 112/ 3542)

Kulun Cenâb-ı Hakk’a ilticâsında ne kadar dikkatli olması gerektiğini ifâde sadedinde, asr-ı saâdette yaşanmış bir hâdiseyi Mevlânâ Hazretleri edebî üslûbuyla da tezyîn ederek şöyle nakleder:

Sahâbeden bir zât hastalanmıştı. Öyle ki o hastalık yüzünden zayıflamış, iplik gibi incelmişti. Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz de onu görmek ve hâlini hatırını sormak için yanına gitmişti. Sahâbîyi ölüm hâlinde gördü. Sonra ona dedi ki:

“–Acaba sen, münâsebetsiz ve yersiz bir duâ mı ettin? Bilmeyerek zehirli bir şey mi yedin? Hele bir düşün bakalım; ne çeşit duâ ettin? Nefsin hilesine uyup nasıl coştun, köpürdün? Allah’tan neler istedin?”

Hasta:

“‒Hiç hatırımda değil, ama himmet buyur da şimdi hatırlayayım.” dedi.

Cenâb-ı Mustafâ -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in gönle nur bahşeden mevcûdiyeti bereketiyle, hastanın etmiş olduğu duâ hatırına geldi. Her tarafı aydınlatan Peygamber’in himmeti, ona hatırlayamadığını ha­tırlattı. Hak ve bâtılı ayırt eden nur, gönül pencerelerinde parladı.

“–Yâ Rasûlâllah! Cenâb-ı Hakk’a saygısızca yaptığım duâ şimdi hatırıma geldi. Birçok günaha girmiştim; günah dalgaları arasında yüzüyordum. Suçlulara, günah işleyenlere çok çetin, çok şiddetli azap edileceğini duyuyordum.

Yâ Rasûlâllah! Sen bizi pek ürkütüyordun, pek korkutuyordun. Ben de çâresizlikler içinde ne sabredebiliyordum, ne de kaçacak, kurtulacak yol bulabiliyordum. Artık bende ne tevbe ümidi kalmıştı, ne de nefis ile mücâdele gücü…

«Yâ Rabbî!» diyordum. «Âhirette çektireceğin azâbı bu dünyada hemen çektir! Çektir de, âhirette mutlu olayım!» Böyle bir istekle ilâhî kapının halkasını çalıp duruyordum. Derken bende böyle bir hastalık belirdi. Hastalığın verdiği zahmetten canımın rahatı kalmadı. Zikrimden, evrâdımdan geri kaldım. Hattâ kendimi, iyiliğimi ve kötülüğümü bilemez bir hâle geldim.

Ey fütüvvetli, ey kokusu mübârek azîz Peygamber! Sen’in o nûrlu yüzünü görmeseydim, bu hayat bağından tamamıyla kurtulacak, yani ölüp gidecektim. Teşrîf buyurun da, bana zât-ı âlînize lâyık bir tesellîde bulunun.”

Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz buyurdu ki:

“‒Sakın bu duâyı bir daha etme; kendi hayat ağacını kökünden söküp atma!”

Hasta sahâbî:

“‒Tevbe ettim, ey benim Sultânım! Bir daha kendimi güçlü-kuvvetli görüp böyle boyumdan büyük bir lâf etmem.

Ey renklerin emîri! Çeşitli ve her renkte insanların Peygamberi! Sen’deki o güç ve kuvvet hakkı için kalplerimizin renkten renge girmesine acı, bizi temkin, sükûnet ve se­bat hâline gelmemiz için terbiye et. O muhteşem renginden bizlere de lûtfet. Himmet eyle.

Ey büyükler büyüğü, ey sahibimiz! Şu artakalanı esirge, koru. Koru da şeytan büsbütün sevinemesin.

Bizim için, bizim hatırımız için değil; günahkârları, sapıklığa düşenleri arayıp kayırdığın o kadîm lûtfun hakkı için!

Et ve yağdan ibâret olan bedene merhamet bağışlayan, acıma duygusu veren Allah! Yarattığın varlıklarda sanatını, yaratma gücünü, kuvvetini gösterdiğin gibi lûtuf ve merhametini de göster!

Ey büyüklerin en büyüğü olan Allah! Ettiğimiz bu duâ Senʼin öfkeni celbediyorsa, edilecek duâyı yine Sen bize ilham eyle!”

Nihâyet, canhıraş kıvranışları karşısında Cenâb-ı Peygamber o hastaya dedi ki:

“‒Duâlarına şu sözleri de ekle. De ki: «Ey güçlükleri kolaylaştıran Allah!

رَبَّنَاۤ اٰتِنَا فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي الْاٰخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ

Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, âhirette de iyilik ver. Bizi cehennem azabından koru! (el-Bakara, 201)

Allâh’ım bizim yolumuzu gül bahçesi gibi güzelleştir, varacağımız yerde Sen bulun, konak yerimiz Sen ol, yürüdüğümüz yol bizi Sana gö­türsün, sadece cennete değil. Bizleri Cennet ve Cemâlinle müşerref eyle!”[1]

Cenâb-ı Hak’tan dâimâ âfiyet istemek husûsunda, Peygamber Efendimiz’in amcası Abbas -radıyallâhu anh-’tan da şöyle bir rivâyet nakledilmektedir:

“–Yâ Rasûlâllah! Bana Allah Teâlâ’dan isteyeceğim bir şey öğret!” dedim. Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“–Allah’tan âfiyet dileyin!” buyurdu. Aradan birkaç gün geçtikten sonra tekrar yanına geldim ve:

“–Yâ Rasûlâllah! Bana Allah Teâlâ’dan isteyeceğim bir şey öğret!” dedim. Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- yine:

“–Ey Abbas! Ey Rasûlullâh’ın amcası! Allah’tan dünya ve âhirette âfiyet dileyin!” buyurdu. (Tirmizî, Deavât, 84/3514; Ahmed, I, 209)

Duâ esnâsında dikkat edilmesi gereken diğer bir husus da, bir musîbetten kurtulmak için başka bir belâyı istememektir. Nitekim Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm-, kendisini günaha sürüklemek isteyen gâfil kadınların şerrinden kurtulmak için âyet-i kerîmede bildirildiği üzere şu duâyı yapmıştı:

“Rabbim! Bana zindan, bunların benden istediklerinden daha iyidir!..” (Yûsuf, 33)

Yani Yûsuf -aleyhisselâm- duâsında, içine düştüğü müşkil hâlden selâmete çıkmayı değil de, bir bakıma zindana atılarak kurtulmayı talep etmiş oldu. Duâsının kabulü neticesinde de hapse düştü.

Bu sebeple kul, hangi hâl ve şartlar altında olursa olsun, dâimâ rahmet ve merhamet ummânı olan Rabbinden hayır talep etmelidir. Nitekim hadîs-i şerîfte bildirildiği üzere:

Duâ, inen ve henüz inmemiş olan her çeşit (musibet) için faydalıdır. Kazâyı sadece duâ geri çevirir. Öyle ise size düşen, duâ etmektir.” (Tirmizî, Daavât, 112/ 3542)

Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz de, Cenâb-ı Hakk’a nasıl duâ edilmesi gerektiğini öğretmek için bâzen ashâbı ile beraber duâ ederdi. Çünkü Allah Teâlâ, duâsız bir kul istemediğini bildirerek şöyle buyurmuştur:

قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبِّى لَوْلاَ دُعَاؤُكُمْ

(Ey Rasûlüm!) De ki: Sizin duâ ve niyazlarınız olmadıktan sonra, Rabbim size ne diye değer versin?.. (Yani sizler ne işe yararsınız.) (el-Furkân, 77)

Bu sebeple başta peygamberler olmak üzere, bütün Allah dostları; darlıkta ve bollukta, kederde ve ferahta, dâimâ Allâh’a yönelmişler ve O’na niyazda bulunmuşlardır. Aslında ins ve cinnin gâfilleri dışında kâinattaki her varlık, niyaz ve ilticâ ellerini yalnızca O’na açmış hâldedir.

Velhâsıl müʼmin, kulluk hayatında duânın vazgeçilmez bir yeri olduğunun idrâkiyle, dâimâ “Allah’tan âfiyet dileyiniz.” (Buhârî, Cihâd, 112) emri mûcibince hareket etmelidir. Zira Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın buyurduğu gibi:

“Allah’tan af ve âfiyet isteyiniz! Hiç kimseye, yakînden (kat’î bir îmandan) sonra âfiyetten daha fazîletli bir şey verilmemiştir.” (Tirmizî, Deavât, 105/3558)

Yâ Rabbi! Bizleri âfiyetten ayırma. Senʼi râzı olacağın şekilde zikretmek, nîmetine şükretmek, Sana lâyıkıyla kullukta bulunmak için bizlere yardım eyle!..

Âmîn…


Dipnot:

[1] Bkz. Müslim, Zikir, 23; Tirmizî, Deavât, 71/3487.