Dostluğun Hakîkati

Yıl: 2004 Ay: Nisan Sayı: 08

Muhabbet, iki kalb arasında bir cereyan hattıdır. Sevenler, hiçbir zaman sevdiklerini gönüllerinden ve dillerinden düşürmezler. Sevdiklerine imkânlarını cömertçe sunmak sûretiyle, ömür boyu fedâkârlıklarının huzûru içinde yaşarlar.

Umûmî mânâsıyla dostluk, şahıslar arasındaki müsbet veya menfî berâberlik ve müşterekliklerden kaynaklanır. Hakîkî dostluk ise, yüksek şahsiyetlerin samimî ruhlarında barınır. Dostluğun zirve seviyede yaşanması da, her hâdise karşısında iki kişinin aynı duygulara sâhip olması, âdetâ iki bedende bir yürek hâline gelmesiyle mümkündür.

İnsan, gönül verdiğine meftun ve hayran olur. Muhabbet akışı neticesinde sevilenin her hâli sevene sirâyet eder. Gönüldeki aşk deryâları coşmaya ve sevdâ güneşleri tutuşmaya başlar. Netîcede kendi irâde ve ihtiyârını terk edip sevdiğini taklide yönelir. Bu itibarla mü’min, her husustaki gayretlerinde «muhabbet» iksirini kullanmasını iyi bilmelidir.

Hakîkî bir muhabbet, zahmetleri rahmete inkılâb ettirdiği için, sevilenin kahrı da lutfu gibi hoş karşılanır. Bir kimsenin muhabbetinin hakîkî olup olmadığını anlamak ve seviyesini ölçmek için, sevdiğinin kahrına ne kadar tahammül gösterebildiğine bakmak kâfîdir.

Hazret-i Mevlânâ, hakîkî muhabbet ve dostluğun, dosttan gelen ezâ ve cefâyı dahî hoş karşılamakla, ona rızâ ve teslîmiyet göstermekle mümkün olduğunu aşağıdaki hikâyede şöyle anlatır:

“Bir efendiye ziyârete gelen yakın dostları hediye olarak kavun getirmişlerdi. O da sevdiği, gönüldaşı, derin duygulu sâdık hizmetkârı Lokman’ı çağırttı.

Lokman gelince efendisi kavundan bir dilim kesip, ona ikrâm etti. Lokman o dilimi sanki bal gibi, şeker gibi yedi. Öyle hoşlanarak öyle zevkle yemişti ki, onu görenlerin de iştahları kabarıyor, ona âdeta imreniyorlardı. Efendisi ona ikinci bir dilim daha verdi. Zîrâ efendisi, Lokman’ın duyduğu bu lezzet karşısında huzur buluyordu. Derken kavundan son bir dilim kaldı. O zaman efendisi:

“–Bunu da ben yiyeyim de ne kadar tatlı bir kavun olduğunu anlayayım.” dedi.

Efendisi o dilimi yer yemez, kavunun acılığından ağzını bir ateş kapladı. Dili uçukladı, boğazı yandı. Kavunun acılığından kendinden geçti. Ondan sonra Lokman’a:

“–Ey benim cânım hizmetkârım! Ey benim cihânım!” dedi. “Böyle bir zehri nasıl oldu da tatlı tatlı yedin? Böyle bir kahrı nasıl oldu da lutuf saydın? Bu ne sabırdır? Kim bilir şimdiye kadar ne acılara katlandın ve sabrettin? Yoksa sen tatlı canına düşman mısın? Neden bir şey söylemedin? Neden; «Beni mâzur görün, şimdi yiyemem.» demedin?”

Lokman dedi ki:

“–Ben, siz efendimizin elinden o kadar tatlı yemekler yedim, maddeten ve mânen o kadar nâdide gıdalar aldım ki, size bunlar için mukâbelede bulunamadığımdan dolayı utancımdan iki büklüm olmuşumdur. Elinizle sunduğunuz bir şeye, «Bu acıdır, yenilemez.» nasıl diyebilirim?! Hem sizin elinizden gelen her acı bana tatlı gelir. Çünkü bedenimin bütün cüzleri sizin nîmetlerinizle perverde olmuştur.”

Sonra Lokman heyecan ve muhabbet dolu sözlerle içini dökmeye şöyle devâm etti:

“–Efendim! Sizden gelen bir acıdan feryâd edersem, başıma yüzlerce defa toprak saçılsın. Lutufkâr elinin tadı, bu kavunda nasıl acılık bırakır? Muhabbetten acılar tatlılaşır, muhabbet yüzünden bakırlar altın olur. Muhabbet ile tortular durulur, arınır. Muhabbetten dermansız dertler şifâ bulur. Muhabbetten ölüler dirilir. Muhabbet yüzünden pâdişahlar kul olur. Muhabbetten zindanlar gül bahçelerine döner. Muhabbet yüzünden karanlık evler aydınlanır, nûrlanır. Muhabbet yüzünden nâr, nûr olur. Muhabbet yüzünden çirkin bile hûri kesilir. Muhabbetten kederler, üzüntüler neşe olur, sevinç olur. Muhabbet yüzünden, yoldan çıkaran, yol kesen, yol gösterici ve saâdet rehberi olur. Muhabbet yüzünden hastalık, sıhhat ve âfiyete çevrilir. Muhabbetten kahır rahmet olur.”

***

Muhabbet, yaratılıştan gelen kalbî bir temâyüldür. Ancak kalbdeki muhabbetin seviyesi, muhabbet duyulanın ulviyyetine münâsip derecede olmalıdır. Bu itibarla kalbdeki muhabbet istîdâdının nihâî muhâtabı Allâh -celle celâlühû-’dur. Lâkin kalbin Allâh muhabbeti gibi son derece yüksek bir muhabbete muktedir olabilmesi için, daha önce tâkat getirebileceği bâzı mecâzî muhabbet temrinleriyle merhale kat etmesi îcâb eder.

Varılacak nihâî gâye olan “Hakk’a vuslat”ı unutarak mal, mülk, mevkî, servet, âile ve evlâd gibi fânî muhabbet merhalelerinden birinde takılı kalmak, gönül âleminin zaafa uğratılıp ziyân edilmesidir. Bundan kurtulmak için bütün fânî muhabbetlerin “muvakkat” merhaleler olduğunu hatırdan çıkarmayıp onlara karârınca değer vermek ve onları ilâhî muhabbete vâsıta kılmak zarûrîdir. Onlar, kalbin Allâh muhabbetini taşıyabilecek bir istîdâd kazanması için gerekli merhalelerdir. Fânî muhabbetlerin ilâhî muhabbete basamak olması, îmânın bir lezzet hâline gelmesine vesîle teşkîl eder. Beşerî endişe ve takıntılarını aşarak kâmil bir îmân ile âkıbetini düşünen her idrak sâhibi kolayca anlar ki; sonsuz isteklere, zevk u sefâlara, gel-geç fânî sevdâlara bir sınır çizerek muhabbeti ilâhî maksada yönlendirmek, yaratılış gâyesinin muktezâsıdır.

Fânî varlığının nefsânî arzularından sıyrılarak ilâhî varlığa râm olan kul, ölümsüzlüğe kavuşur. Böylece fânî varlığının toprak olmasından sonra da ömrü devâm eder. Bunun en tipik misâli, Leylâ’ya duyduğu mecâzî aşkı gönül âleminde tekâmül ettirerek Mevlâ aşkına ulaşan Mecnûn’un hikâyesidir. Eğer Mecnûn, Leylâ’da takılıp kalsaydı, fânî muhabbetlerin binlerce emsâllerinden biri olurdu. Neticede ismi asırlarca anılmaya lâyık olmaz, mâzîde gömülü kalırdı.

Hak ve hakîkatler, sadece satırlardan okunarak değil, sadırlardaki, yâni gönüllerdeki muhabbetle tanınır. Kalb, fânîlere duyulan muhabbet kademelerini aşıp Hak muhabbeti ile dolarsa, işte o zaman bütün sırlar, hakîkatler ve güzellikler gönüllere akseder. Bu bakımdan kişiyi ebedî saâdete götürecek hakîkî dostluk, “Hak ile kurulabilen dostluk”tur.

Aşağıdaki hikâyede efendi ile köle arasındaki şu mükâleme, Hak ile dostluğun hakîkatini ne güzel ifâde eder:

Adamın birisi bir köle satın almıştı. Köle, dîn ve salâh ehlinden, takvâ sâhibi bir mü’min idi. Efendisi onu alıp evine götürünce aralarında şöyle bir konuşma geçti:

Efendi: “–Benim evimde neler yemek istersin?”

Köle: “–Ne verirsen onu.”

Efendi: “–Nasıl elbiseler giymek istersin?”

Köle: “–Nasıl elbise giydirirsen onu giyerim.”

Efendi: “–Evimin hangi odasında kalmak istersin?”

Köle: “–Hangi odada kalmamı istersen orada.”

Efendi: “–Evimin hangi işlerini yapmak istersin?”

Köle: “–Hangi işleri yapmamı istersen onları.”

Bu son cevâbın ardından efendi bir müddet tefekküre daldı ve gözlerinden süzülen yaşları silerken şöyle dedi:

“–Keşke ben de Rabbimle böyle (dost) olabilseydim. O zaman ne mutluydu bana!..”

Bu arada köle dedi ki:

“–Ey benim efendim! Efendisinin yanında kölenin irâde ve ihtiyârı olur mu?..”

Bunun üzerine efendi:

“–Seni âzâd ediyorum. Allâh için hürsün. Fakat, benim yanımda kalmanı da arzu ediyorum. Tâ ki canım ve malımla sana hizmet edeyim…” dedi.

Kim ki Allâh’ı hakkıyla tanır ve ona gerçek bir muhabbetle yönelirse onda ne irâde kalır, ne de ihtiyâr. O yalnız şöyle der:

“–Allâh’tan istekte bulunmak benim neyime?!.”

***

Hakk’ı seven bir mü’min, hakîkatte hiçbir şeye mâlik olmadığının idrâk ve şuurunda olmalıdır. Zîrâ sevdiğine her şeyini teslîm etmesi îcâb eder. Muhabbet, fedâkârlık gerektirdiği için mâlikiyet ile imtizâc etmez. Muhabbet, gönülde tabiî olarak maddî ve mânevî bir ikram meyli doğurur. Bu da muhabbetin şiddeti nisbetinde gerçekleşir. Bu sebepledir ki insanlar en büyük bedelleri muhabbet duygusu mukâbilinde öderler. Bu, muhabbetin şiddetine bağlı olarak, sevilen uğruna hayat nîmetinden vazgeçmeye kadar varabilen bir fedâkârlık tablosu olarak tezâhür eder.

Bu bakımdan Rabbini seven ve sevgisinin hakîkatine sâdık olan kişi, “nefsini, her türlü imkânlarını ve âkıbetini” O’na teslîm eder. Zîrâ Allâh ve Rasûlü’nün dostluk ve muhabbeti, her bir mü’minin ona sahip olduğunu iddiâ edeceği kadar kolay kazanılacak bir seviye değildir.

Hakîkî dostluğun ve muhabbetin şartı, sevdiğinin yanında sevenin hiçbir irâdesinin bulunmamasıdır. Hazret-i İbrâhim -aleyhisselâm-’ın, Hak dostluğunun zirvesini teşkil eden şu hâli ne kadar ibretlidir:

İbrâhim -aleyhisselâm-, Nemrud tarafından ateşe attırılırken kendisine yardıma gelen meleklere:

“–Ateşi yandıran kimdir? O benim her hâlimi biliyor. Sizden bir talebim yok! (Dost’la Dost’un arasına girmeyin.)” buyurmuştur.

O’nun Rabbine olan teslîmiyeti netîcesinde dağ gibi ateş, bir gülistan hâline döndü.

Daha sonra İbrâhim -aleyhisselâm-, neslinden bir peygamber gelmesi için duâ etti, Cenâb-ı Hak ona ihtiyar yaşında bir evlâd ihsân eyledi. İbrâhîm -aleyhisselâm- onu çok sevdi. O mâsum, İbrâhim -aleyhisselâm-’ın kalbinde taht kurdu. Dostluğun nişânesi ve bir imtihânı olarak, onu da dostuna fedâ etmesi îcâb etti. Lâkin evlâdına duyduğu engin muhabbet, onu, gördüğü rüyâ hakkında tereddüde düşürdü. Tâ ki aynı rüyayı üç sefer görünce gönlü itmi’nâna erdi. Bu hususta vesvese vererek yolunu kesmeye kalkan iblisi taşladı.

O, fânî muhabbetini Bâkî olan Dost’unun muhabbeti uğruna kurbân etmeye götürdü. Bâkî Dostu da, ondaki bu kararlılığı gördükten sonra bir koç indirerek yavrusunu ona bağışladı ve onun bu dostluk nişânesi mukâbilinde şöyle buyurdu:

“…Ey İbrâhîm, rüyânı gerçekleştirdin, Biz, ihsan sâhiplerini böyle mükâfatlandırırız. Bu gerçekten çok ağır bir imtihandır.

Biz, oğluna bedel ona büyük bir kurban verdik. Geriden gelecekler arasında ona iyi bir nâm bıraktık. İbrâhîm’e selâm dedik.” (es-Sâffât, 104-109)

Böylece İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın Hak ile dostluğu bütün bir beşeriyete tescil edildi.

Hak ile dost olanlar, Hakk’ın mahlûkâtıyla da dost olurlar. Hakk’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı kazanırlar. Dostluğun şâhikasında bulunan Fahr-i Kâinât Efendimiz de, Taif’te taşlanırken hakîkî dostu olan Rabbine o beldenin halkı için duâ ediyordu.

Yine Hak dostlarından, ağır bir dostluk imtihanına tâbî tutulan Hallâc-ı Mansur, vecdine hâkim olamayıp gayriye mahrem olan sırları ortaya döktüğü için taşlanırken:

“Yâ Rabbî! Benden evvel beni taşlayanları affet.” diyerek Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı sergiliyordu.

***

İnsan, ancak nefs engelini aştıktan sonra, iptilâ ve meşakkatlere lâyıkıyla sabır gösterebilecek ve onları gönderene karşı râzı olabilecek bir dirâyete erişir. Bunlar, mâneviyat yolundaki med-cezirlerin cilveleridir. Onun için büyük mükâfâtlar ve dostluklar, dâimâ büyük mukâvemet, sabır, sebat ve tahammüllerin ardından gelir.

Bu mertebedeki mü’minlerin nazarında, hayatın gam ve sürûru birdir. Zîrâ dünyâdan kalben koptukları için, hayâtın sevinç ve kederleri onlar için müsâvî hâle gelmiştir. Hayır veya şer, her ne takdîr olunmuşsa hepsini Cenâb-ı Hak’tan bilip râzı olurlar.

Aşağıdaki şu mısrâlar, bu hâli ne güzel ifâde eder:

Hoştur bana Sen’den gelen,

Ya gonca gül, yâhud diken!

Ya hil’at ü yâhud kefen

Kahrın da hoş, lutfun da hoş!

Gâyet kolaylıkla söylenebilen şu kıtadaki gerçeklerin yaşanmasındaki azîm güçlük, iyi kavranmalı ve takdîr olunmalıdır. Ancak “râdıye” makâmında gerçekleşebilen bu veya benzeri sözleri, nefsinde bir varlık vehmine kapılarak veya taklîd hevesiyle, vaktinden önce ve fütûrsuzca terennüm etmekten sakınmak gerekir. Zîrâ bu takdîrde onlar birer iddiâ mâhiyetini taşırlar ki, Cenâb-ı Hak kulunun söylediği bu sözde samîmî olup olmadığını imtihan ederse, pek çok kulun bu yolda yaya kalacağından korkulur!

***

Hâsılı kalbin safâsı, Hak’tan gelene rızâ göstermekte gizlenmiştir. Bunun aksi hiçbir hareket, fayda getirmez. Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:

“Sen, Allâh’ın verdiklerine râzı olmadıkça, rahat etmek ve kurtulmak ümidi ile nereye kaçarsan kaç, orada karşına bir âfet çıkar; gelecek olan belâ gelir ve yine sana isâbet eder.”

“Bilesin ki, bu fânî cihânın hiçbir köşesi tuzaksız değildir. Hakk’ı gönülde bularak ve ona sığınarak onun mânevî huzûrunda yaşamaktan başka kurtuluş ve rahat yoktur. Bak; bu fânî âlemde en emin yerlerde yaşayanlar da en güçlü zannedilenler de nihâyet ölümün kucağına düşmüyorlar mı?”

“Sen fânî tuzaklardan emin olmaya değil, Hakk’a sığınmaya bak! O dilerse senin için zehri şifâ yapar, dilerse suyu zehir hâline getirir!”

Yâ Rabbî! Biz âciz kullarını Hak dostlarının gönül iklîminden lâyıkıyla müstefîd eyle!

« لاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ» “…Onlara herhangi bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmazlar.” (Yûnus, 62) âyet-i kerîmesinin tecellîsinden bizlere hisseler nasîb eyle!..

Âmîn!..