Dâsitâni Muhabbetinin Yanık Terennümleri

1997 – Temmuz, Sayı: 137, Sayfa: 020

 Hakikat-i Muhammediyye’ye yakınlaşabilmek, akıldan ziyade muhabbet ile mümkündür. O’na tabi olmanın şeref, haz ve lezzetini tatmak için, kendisine ümmet olmak isteyen peygamberler bile çıkmıştır. O’nun nur cemali, aşıklarının nazarında bütün varlığı gölge halinde bırakmış, gönüller O’nun en ufak bir arzusuna:

“Anam, babam sana feda olsun!” diye cevap vermiştir.

O’nun bu aleme şeref verdiği Rabiulevvel semaları, mü’minlere rahmet ve gufran olarak açılmıştır.

Allah Rasulü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, aşıklarının kıyamete kadar devam edeceğini hadis-i şeriflerinde söyle beyan buyuruyorlar:

“Ümmetim içinde beni en çok sevenlerin bir kısmı benden sonra gelenler arasından çıkacaktır. Onlar beni görebilmek için mallarını ve âilelerini fedâ etmek isteyeceklerdir.” (Müslim, Cennet, 12)

Rabcimiz biz acizleri, bu hadis-i şerifin muhtevasına dahil eylesin! Amin!..

Aslen Hıristiyan olduğu halde hakikat-i Muhammediyye’ye idrakin hazzına ulaşınca, gözü yaşlı bir mü’min ve Yanık bir Peygamber aşığı haline gelerek Yaman Dede adini alan, yakın zamanların içli sairinin su mısraları ne güzeldir:

Susuz kalsam, yanan çöllerde can versem elem duymam
Yanardağlar yanar bağrımda, Ummanlarda nem duymam
Alevler yağsa göklerden ve ben messeylesem duymam
Cemalinle ferah-nâk et ki yandım ya Rasulullah
Ne devlettir yumup aşkınla göz, rahında can vermek!
Nasib olmaz mi sultanim haremgâhında can vermek?.
Sonerken gözlerim asan olur âhında can vermek
Cemalinle ferah-nak et ki yandım ya Rasulullah
Boyun büktüm, perişanım, bu derdin sende tedbiri
Lebim kavruldu ateşden döner payinde tezkiri
Ne dem gönlün murad eylerse taltif eyle KITMİR’i
Cemalinle ferah-nak et ki yandım ya Rasulullah

Rasulullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- kendisini ashabına o kadar sevdirmişti ki, bu sevginin derinliğini izah etmek mümkün değildir. Böyle bir sevgi, ancak ilahi muhabbet ve feyz ile gerçekleşebilir; aksi halde muhaldir.

Dinaroğullarından kocasını, kardeşini ve babasını Uhud Harbi’nde kaybeden uç şehid sahibi kadının, Rasulullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘e olan muhabbet hali, ne kadar güzeldir! Sahabi teselli için onu ziyarete gittiği zaman kadın, ilk sual olarak:

“-Rasulullah sağ mıdır?..” diye ısrarla sordu. Ardından:

“-Bana O’nu gösterin!..” dedi.

Kendisine Allah Rasulü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- gösterilince de:

“-Şükürler olsun ya Rabbi!..

Şayet ben O’nu sağ olarak görmeseydim, hayatta hiçbir şey beni teselli edemezdi!..” dedi.

Bu coşkun muhabbeti, hadis-i şerif rivayetinde de aşikare olarak görürüz. Sahabe-i kiram, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘den bir hadis-i şerif rivayet ederken, bilmeyerek yanlış söylememek için o hadis-i şerifi O’na nispet etmek endişesiyle dizleri titrer, yüzleri sararırdı. Mesela Abdullah ibn-i Mes’ud’u; “Kaale Rasulullah!” derken, müthiş bir titreme alırdı. Ve birçok sahabi, bütün beşeri nisyan zaaflarını nazar-i itibara alarak, kelamı Allah Resulü’ne izafe ederken: “Böyle, veya bunun gibi, buna yakın, şu şekilde buyurdu…” lafızlarıyla bilhassa ifade ederlerdi.

Çünkü O, öyle büyük bir peygamberdi ki, üzerinde hutbe okuduğu hurma kütüğü, O’nun hicranı ile yanarak ağladı. Susuz kalan ümmetine parmaklarından mucizevi musluklar aktı. Abdest aldığı su kabından yudumlayan hastalar, şifa buldu. Sofrasında bulunanlar, lokmaların teşbihini duydu. O’ndan hatıra kalan sac ve sakalının mübarek telleri, cami minberlerinde saklanarak “sakal-i şerif” adıyla asırlardan beri ümmete rahmet oldu.

Kıyamette mahşer imamı O;
Mücrimlerin şefaatçisi O;
Ümmeti için “Ümmeti Ümmeti” diye sızlanan
O -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-…
Livau’l-hamd sancağı O’nun elinde…
bütün peygamberler O’nun gölgesinde…
Cennetin kapılarını açacak ilk el, yine O’nun eli…
Şeyh Galib bu manzarayı ne güzel seslendirir:
Hutben okunur minber-i iklim-i bekada
Hükmün tutulur mahkeme-i ruz-i cezada
Gülbang-i kudûm’un çekilir arş-i Huda’da
Esma-i şerifin anılır arz u semada
Sen Ahmed ü Mahmud ü Muhammedi’sin Efendim
Hakk’dan bize sultan-i müeyyedsin Efendim

Ucu kıyamete kadar teselsül edecek olan aşk kafileleri, O’nun sevgi ve heyecanı ile akıyor; ve akacak!.. Dünya ve ahiretin seadet ve selameti, O’na muhabbet sermayesiyle mümkündür.

Eskiden mühürlere bir vecize ve beyit hakkettirmek adetti. Bezm-i alem Valide Sultan, Cenab-i Hakk’ın, bu alemi nur-i Muhammedi muhabbeti saikasıyla halkettiğini ifade etmek üzere mührüne:

Muhabbetten Muhammed oldu hasıl,
Muhammedisiz muhabbetten ne hasıl?!.

Zuhurundan Bezm-i alem oldu vasıl

mısralarını hakkettirmiştir.

Son devrin büyük meşayıhından Menemen şehidi M. Es’ad Erbili Hazretleri, Rasulullah’a duyduğu aşkın kavurucu ateşi içinde yanışını ne güzel ifade eder:

Tecella-yı cemalinden habibim nev-bahar ateş!
Gül ateş, bülbül ateş, sünbül ateş, hak ü har ateş!

(Habibim, senin güzelliğinin tecelli ederek ortaya çıkmasından (dolayı, sana aşık olan) ilkbahar ateş, Gül ateş, bülbül ateş, sünbül ateş, toprak ve diken ateş!..)

Şua’-i afitabındır yakan bil-cümle uşşakı;
Dil ateş, sine ateş, hem dü çeşm-i eşk-bar ateş!

(bütün aşıkları yakan, (o mübarek yüzünün) güneş (gibi parlak) nurudur.. (Bu sebeple) gönül ateş, kalp ateş, (aşkınla) ağlayan (su) iki göz ateş!..)

Ne mümkün bunca ateşle şehid-i ışkı gasl etmek?
Cesed ateş, kefen ateş, hem ab-i hoş-güvar ateş

(Bu kadar ateşle aşk şehidini yıkamak mümkün mu? Cesed ateş, kefen ateş, şehidi yıkayacak tatlı su dahi ateş!.)

Fuzuli ise, meşhur Su Kasidesi’nde bu yanışı söyle ifade eder:

Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlare su
Kim bu denlû dutuşan odlare kılmaz çare su

(Ey göz (Allah’ın yüce Rasulü’nün muhabbetiyle) gönlümde (tutuşup alevlenmiş) ateşlere gözyaşından su dökme! Çünkü bu (son) derece (aşk hararetiyle) tutuşmuş olan ateşlere su (dökmek) çare değildir. (Bu aşk ateşi sönmez!)

Ab-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem
Ya muhit olmuş gözümden günbed-i devvare su

(Fakat yine de gözlerim O’nun aşkından, o kadar ağlamakta ki, su) donen gök kubbe (baştanbaşa) su renginde midir; yoksa gözümden (dökülen) su (lar mı, bütün) gök kubbeyi kuşatmıştır?. (Bilemiyorum; şaşkın bir haldeyim)

Suya virsün bağban Gül-zarı zahmet çekmesün
Bir Gül açılmaz yüzün tek virse bin Gül-zare su

(Bahçıvan Gül bahçesini sulamak için (bos yere) zahmet çekmesin! (Zira), bin tane Gül bahçesi sulasa, (Ya Rasulullah, yine de) Sen’in yüzün gibi bir Gül (hiçbir zaman) açılmaz!..)

Dest-busi arzusuyla ölürsem dustlar
Kuze eylen toprağum sunun anunla yare su

(Ey dostlar! Şayet ben Hazret-i Peygamber’in elini öpme arzusuyla ölürsem, toprağımdan bir testi yapın (ve) onunla (o yüce) sevgiliye su ikram edin!. (Belki böylece O’nun elini öpmek ve şefaatine vasıl olmak nasib olur.)

Hak-i payine yetem dir ömrlerdir muttasıl
Başını daşdan daşa urup gezer avare su

(O rahmet Peygamber’in) ayağının (değdiği, gezip dolaştığı, mübarek) toprağına ulaşayım diye, su (lar), hiç durmadan ömürler boyu bas(lar)ini tastan tasa vurarak avare (ve meclub bir şekilde) akmaktadır..)

İslam tarihinin sahabe devrinden sonra en ihtişamlı safahatını teşkil eden Osmanlı Devleti, padişahından çobanına kadar bütün halkının Peygamber muhabbetiyle temeyyüz ettiği bir devlettir. Peygamber -aleyhi’s-salatü ve’s-selam-‘a, her adi anıldığında salat u selam getirmekten maada, ihtiram ile elini kalbine koymak, O’nun menakıbı okunurken doğum anini ifade eden mısraları top yekun ayakta dinlemek gibi şayisiz ihtiram tezahürünün en mükemmel örneklerini bu yüce devletin zirvesindeki padişahlar, bir örf haline getirerek ortaya koymuştur. Medine-i Münevvere postası geldiği zaman ab destini tazelemeden, oradan gelen kağıtları öpüp gözüne sürmeden ve ayağa kalkmadan okutturan bir tek Osmanlı padişahı yoktur.

Ayrıca Mescid-i Nebevi’nin ta’mirinde her taşı, büyük ve küçük abdestli olarak ve besmele ile yerine koyan Osmanlılar’ın bu ta’mir esnasında çekiçlerine keçe bağlayarak ruhaniyet-i Rasulullah’ı tedirgin kılmaktan teeddüb etmeleri, misli görülmemiş birer edeb ve ihtiram numunesidir.

Yine Osmanlılar devrinde Medine-i Münevvere’ye müteveccihen gelen sürre alayı, şehre girmeden, yakın bir yerde konaklar, kendilerini Medine’nin manevi havasına hazırlayıp istihareden sonra manevi işaretle huzur-i Rasulullah’a yaklaşırlar, ziyaretlerini ifa ederlerdi. Dönüşlerinde de memleketlerine şifa ve teberrük olarak Medine’nin mübarek toprağını götürürlerdi.

Yine Medine-i Munevvere’nin muhafazası ile vazifeli Osmanlı Paşaları, arabalarını Mescid-i Nebevi’nin uzağında durdururlar, edeble huzur-i Rasulullah’a yürüyerek gelirlerdi.

Osmanlı padişahlarının zamanının portreleri demek olan minyatürlerde sarıkların ucundaki sorgucun bir süpürge maskotu olduğunu acaba kim bilir? Bununla Harameyni’ş-Şerifeyn’in süpürgecisi olduğunu telakki ederler ve Harameyn’in süpürgecilerinin maaşlarını, kendi servetleri içinden verirlerdi.

Bu edebin şayisiz misallerinden biri de sudur. Sultan I. Ahmed Han Hazretleri, Peygamber
-aleyhi’s-salat u ve’s-selam-‘in kadem-i şeriflerini kavuğunun üstüne resmettirerek, tedaisinden feyz almaya çalışmış:

N’ola tacum gibi başumda götürsem daim,
Kadem-i pak1ini ol Hazret-i Sah-i rusulün..
Gül-i gülzar-ı nübüvvet o kadem sahibidür,
Ahmeda durma yüzün sur kademine ol gülün!..

mısralarını döşemiştir.

Cihan imparatoru Yavuz Sultan Selim Han ise, kendisini Rasulullah’ın hakikatine eriştirecek bir veliyi dünyadaki bütün ölçülerin üzerinde görüp:

Padişah-i alem olmak bir kuru kavga imiş;
Bir veliye bende olmak cümleden a’la imiş!..

diyerek, Allah ve Rasulullah dostuna yaklaşabilmenin önem ve hasretini belirtmiştir.

Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri de bu muhabbeti söyle dile getirir:

Kudum1un rahmet u zevk u safadır ya Rasulullah!
Zuhurun derd-i uşşak’a devadır ya Rasulullah!
Hüdayi’ye şefaat kıl eğer zahir eğer batın,
Kapına intisab etmiş gedâdır ya Rasulullah!

Hazret-i Aişe -radıyallâhu anhâ-, Rasulullah’ın nurlu simasını şu şekilde tarif ederdi:

“Züleyha’yı kınayıp da Yusuf’u görünce ellerini kesenler, O’nun mübarek cemalini görselerdi, kalblerini keserlerdi!..”

Hadis alimi, müçtehid, İmam Nevevi Hazretleri, o kadar Rasulullah’la aynileşmişti ki; Rasulullah’ın, karpuzu kırarak mi, keserek mi yediğini bilemediği için hayat boyu karpuz yemekten vazgeçmişti..

Ortaasya’dan Balkanlar’a kadar İslam’ın nurunu ve feyzini gönüllerde yeşerten büyük veli Seyyid Ahmed Yesevi, 63 yaşına girdiği zaman, mezar gibi bir çukur kazdırıp:

“Bana bu yastan sonra toprak üstünde yasamak gerekmez!” diyerek, ibadet ve irşad hayatini, Rasulullah’la aynileşme neticesi bir mezarın içinde devam ettirmiştir.

İmam Malik -radıyallâhu anh-, Rasulullah’ın bastığı toprağa hürmeten, Medine-i Munevvere’de hayvan üstüne binmedi. Ayakkabı giymedi. Kendisine hadis-i şerifden sual soracak bir misafir geldiği vakit, abdest alır, sarık sarar, güzel koku sürünür, yüksek bir yere oturur, ondan sonra kabul ederdi. Kendini Allah Rasulü’nün ruhaniyetlerine hazırlar, O’nun mübarek kelamını nakledeceği için edebe son derece itina gösterirdi. Ravza’da imam iken hep kısık sesle konuşurdu. Devrin halifesi Ebu Cafer Mansur, yüksek sesle konusunca:

“Ya Halife! Bu mekanda sesini kıs! Allah’ın, Peygamber huzurunda yüksek sesle konuşulmaması hususundaki ihtarı, senden çok faziletli olduğu muhakkak olan ashab için vaki oldu!..” buyurdu.

Yine İmam Malik Hazretleri, kendisine zulmeden Medine valisine hakkini helal etmiş:

“Rasulullah’ın torunu olan bir zata mahşerde davacı olmaktan haya ederim!..” buyurmuştur.

Sair Nabi, hacc yolculuğunda, kafile Medine-i Munevvere’ye yaklaşırken, bir paşanın gafleten ayağını Ravza-i Mutahhara’ya doğru uzatmasına çok üzülür. büyük bir teessür içinde aşağıdaki mısraları yazarak Rasulullah’a olan tazimini ifadelendirir:

Sakin terk-i edebden kuy-i mahbub-i Huda’dır bu!
Nazargah-i ilahidir, makam-i Mustafa’dır bu!

(Cenab-i Hakk’ın nazargahı ve O’nun sevgili Peygamberi Hazret-i Muhammed Mustafa’nın makamı ve beldesi olan bu yerde edebe riayetsizlikten sakin!.)

Muraat-i edeb şartıyla gir Nabi bu dergaha;
Metaf-i kudsiyandir, busegâh-i enbiyadir bu!..

(Ey Nabi! Bu dergaha, edeb kaidelerine uyarak gir!. Burası, meleklerin etrafında pervane kesildiği ve peygamberlerin (eşiğini) öptüğü mübarek bir makamdır!..)

Bu, yürekten dökülen samimi iştiyak karşısında, Rasulullah’ın mucizevi tenbihatıyla Ravza müezzinleri, sabah namazı vakti, bu na’ti minarelerden okurlar.. Rasulullah’ın bu iltifatı, Nabi’yi çok duygulandırır; yaşlı gözlerle Ravza’ya girer…

Cemadat (cansız diye bilinen eşya) dahi, O’na muhabbet duymuş ve aşık olmuştur. Hazret-i Ali
-radıyallâhu anh- der ki:

“Ben Mekke’de Allah’ın Rasulü’yle dolaşırdım. Bir gün, beraberce Mekke dışına çıktık.. Önünden geçtiğimiz her tas ve ağaç, O’na:

´es-Salatu ve’s-selamu aleyke ya Rasulullah!.ª (Salat ve selam olsun sana ey Allah’ın Rasulü!..) diye selam vermeğe başladı.”

Süleyman Celebi de:

“Bir acep nur kim güneş pervanesi!..” diyerek, güneşin dahi O’nun etrafında pervane olduğunu ifade eder.

Rasulullah’ın, mi’raca uruc etmesinden dolayı semavi alemdekilerin sevk ve heyecanını sair Kemal Edib Kürkçüoğlu mısralarında ne güzel ifade eder:

Şeb-i mi’racda simasını seyretti diye,
Kapanır yerlere gök secde-i şükran olarak..

(Mi’rac gecesinde Rasulullah’ın simasını seyretmesinden elde ettiği feyz ile, O’nun şanını yüceltmek üzere gök, Rasulullah’ın ayak bastığı yere şükran secdesine kapanır!.)

Can atar her gece Ruhu’l-Kudüs ihrama girip,
Harem-i muhterem-i kuyuna mihman olarak..

(Hazret-i Cebrail, Hazret-i Peygamber’in yüce huzuruna misafir olarak girebilmek için her gece heyecanla ihrama girer!..)

Bir gören bir daha görsem diye, Allah Allah
Şaşırır aklini ruhsarına hayran olarak…

(Hazret-i Peygamber’i bir kere gören, O’nun Gül yüzüne hayran olarak aklini kaybeder! “Allah, Allah!.” nidalarıyla bir kere daha görmenin heyecanına kapılır…)

Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, yaradılıştaki mecazi muhabbetleri tekamül ettirerek ulvileştiren ilahi muhabbetin tecelli merkezidir. Muhakkak ki mü’min, Rasulullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- karşısında ilahi ürperişlerini ve bedii duygularını hissettiği, ruhunu nefsaniyete aid bütün çizgi ve görüntülerden boşalttığı vakit, O’nunla aynileşme, O’nun muhabbetinden bir hisse alma yolundadır. Hazret-i Mevlana -kuddise sirruh-:

“İki Dünya bir gönül için yaratılmıştır! ´Sen olmasaydın, Sen olmasaydın bu kainatı yaratmazdım!..ª ifadesinin manasını düşün!” buyurur.

Hulasa bütün bu anlatılanlardan çıkan umumi ve nihai netice sudur ki, Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’e veya O’nu en cüz’i mikdarda bile hatırlatmaya vesile olan her şeye karşı ne kadar ihtiram edilse azdır! Zira o yüce Peygamber, “Müteal” olan, yani hayal ve idrakine imkan bulunmayan Allah -azimuş’şan- tarafından “Habibim” hitab-i ilahiyyesine mazhar olmuştur. O’na Kainat’ın yüce Halık’ının, ´Şüphesiz ki Allah ve melekleri, Peygamber’e çok salevat getirirler. Ey mü’minler! Siz de O’na salevat getirin ve tam bir teslimiyyetle selam verin!..ª (el-Ahzab, 56) buyurarak şayisiz melekleriyle birlikte “salat ve selam” ettiği Kur’ani gerçeği karşısında, bu yüce Peygamber’in fazl u kemaline yaklaşmak, O’nu idrak ve ihataya sığdırmak, kelimelerin mahdud imkanlarıyla mümkün değildir. Bu bahsi, sukutun sonsuzluğunda noktalamaktan başka çare yoktur!.. O’nu tasvirde lisanlar kat be kat aciz iken, bizim lisanımızdaki ifadesi de okyanustan terzi yüksüğü istiabinca bir kırıntı kabilindendir

Ne mutlu ki o mü’minlere; Allah Rasulü’nün muhabbetinden başkasına gönül vermezler, yabani bahçelerin sahte çiçeklerine aldanmazlar!..

Bu mübarek gecede (12 Rabiulevvel) Rabbimize donelim..

O’nun muhabbetini hüccet alarak Rabbimize yalvaralım..

O, mazideki, haldeki ve istikbaldeki bütün varlıklara;

mübarek olsun!

Bereket olsun!

Rahmet olsun!

Ol Seyyidü’l-kevneyn Muhammed Mustafa’ya salevat!..

Ol Rasulü’s-sekaleyn Muhammed Mustafa’ya salevat!..

Ol İmamü’l- Harameyn Muhammed Mustafa’ya salevat!..

Ol Ceddü’l-Haseneyn Muhammed Mustafa’ya salevat!..

Ya Rab, bizi mahşerde bu ikrar ile hasret!

Bu gece;

Konsun yine pervazlara,

Güvercinler!

(Hu hu)lara karışsın

Aminler!

mübarek akşamdır;

Gelin ey Fatiha’lar, Yasinler!

Rabiulevvel 1417