Cömertlik ve İnfak

Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından -6-

2008 – Nisan, Sayı: 266, Sayfa: 032

Îmânın ilk meyvesi merhamettir. Merhametin en belirgin alâmeti ve en olgun tezâhürü de “infak”tır. İnfak, malın ve canın Allâh’a adanışıdır. Beşeriyetin fazîlet zirveleri olan peygamberler ve onların vârisleri olan âlimler, ârifler ve velîlerin hayatları, sayısız merhamet ve infak menkıbeleriyle doludur.

Hayırda Yarışın…

Birgün Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- sabah namazını kıldıktan sonra ashâbına dönüp:

“–İçinizde bugün oruçlu olan var mı?” diye sordu. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“–Yâ Rasûlallâh! Dün gece oruç tutmak aklıma gelmedi, onun için şimdi oruçlu değilim.” dedi. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ise:

“–Ben dün gece oruç tutmayı düşündüm ve sabaha oruçlu çıktım.” dedi.

Rasûl-i Ekrem Efendimiz yine:

“–İçinizde bugün hasta ziyâretinde bulunan var mı?” diye sordu. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“–Yâ Rasûlallâh! Sabah namazını yeni kıldık ve yerimizden ayrılmadık, nasıl hasta ziyâret edebilelim ki?” dedi. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ise:

“–Duydum ki kardeşim Abdurrahman bin Avf rahatsızlanmış. Mescide gelirken, bakayım durumu nasıl olmuş diye, ona bir uğrayıverdim.” dedi.

Yine Fahr-i Kâinât Efendimiz:

“–İçinizde bugün bir yoksulu doyuran var mı?” diye sordu. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“–Yâ Rasûlallâh! Sabah namazını yeni kıldık ve henüz yerimizden ayrılmadık.” dedi. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ise:

“–Mescide girdiğimde, ihtiyâcını arz eden birini gördüm. Oğlum Abdurrahmân’ın elinde bir parça arpa ekmeği vardı. Onu alıp yoksula verdim.” dedi.

Bunun üzerine Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“–Seni cennetle müjdelerim (ey Ebû Bekir)!” buyurdu.

Hazret-i Ömer derin bir iç çekerek; “Âh cennet!” dedi. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- onun da gönlünü alacak bir söz söyledi:

“–Allah Ömer’e rahmet eylesin, Allah Ömer’e rahmet eylesin! Ne zaman bir hayır yapmak istese Ebû Bekir muhakkak onu geçer.” buyurdu. (Heysemî, III, 163-164. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Zekât, 36/1670; Hâkim, I, 571/1501)

Bu hadîs-i şerîften almamız gereken en büyük ders, her an Allâh’ın rızâsına vesîle olacak bir amel arayışında olabilmektir. Zîrâ âyet-i kerîmede:

“Bir (hayır) işini bitirince hemen (başka bir iş veya ibâdete) koyul ve yalnız Rabbine yönel.” (el-İnşirâh, 7-8) buyrulmuştur.

Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- da bir defâsında:

“–Ölüp de pişmanlık duymayacak hiçbir kimse yoktur.” buyurmuş; o pişmanlığın sebebi sorulduğunda da:

“–(Ölen), muhsin (ihsan sâhibi, sâlih) bir kişi ise, bu hâlini daha fazla artıramamış olduğuna; şâyet kötü bir kişi ise, kötülükten vazgeçerek hâlini ıslah etmediğine pişman olacaktır.” cevâbını vermiştir. (Tirmizî, Zühd, 59/2403)

Rabbimiz, râzı olduğu sâlih kulları hakkında âyet-i kerîmede:

“…Onlar hayırda birbirleriyle yarışırlar…” (Âl-i İmrân, 114) buyurmaktadır. İşte bu hayır yarışının mü’minlerde tabiat-ı asliye hâline gelmesi şarttır. Mü’min, esen meltemler gibi müşfik, yağan yağmurlar gibi cömert olmalı, her an etrafına huzur bahşederek Hakk’ın rızâsını aramalıdır.

Bu sebepledir ki Hak dostları da cömertlikte bereketli ırmaklara benzerler. Onlar, uzun yollar boyunca binbir canlıya; insana, hayvanâta, ağaca, kuşa, güle, sümbüle huzur bahşederek akıp giderler. Gerçek infak da; ihlâs, merhamet ve diğergâmlık dolu bir gönülle bütün mahlûkâta yönelmek sûretiyle Allah rızâsının aranmasıdır. Başkalarının mahrûmiyetini telâfî için, bütün imkânlarla muhtaçların yardımına koşmaktır.

Rabbimiz, aslında insanlık şerefinin en tabiî bir îcâbı ve merhametle yoğrulmuş selîm vicdanların en asil bir ifâdesi olan infâkı, ictimâî ibâdetlerin en mühimlerinden biri kılmıştır. Şüphesiz ki bu, O’nun müstesnâ lutuflarından biridir. Yâni Rabbimiz, kullarına lutfettiği nîmetlerin cüz’î bir kısmının, bir şükür ifâdesi olarak yine kendisine takdîm edilmesini irâde buyurmuş, buna mukâbil infâkı; günahlara keffâret vesîlesi ve ebedî saâdetin en mühim ecir kapısı eylemiştir.

Dîni Yücelten Haslet: Cömertlik

İnfak ibâdetinin îfâsı için gerekli olan yegâne gönül sermâyesi “cömertlik”tir. Cömertlik tohumunun atılmadığı gönül bahçelerinde infak meyvelerinin hâsıl olmasını beklemek beyhûdedir.

Hadîs-i şerîfte, cömertliğin ilâhî muhabbet ve yakınlığa vesîle olduğuna şöyle işâret buyrulmaktadır:

“Allah Teâlâ cömerttir, ihsan sâhibidir; cömertliği ve yüksek ahlâkı sever…” (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 60)

Îmânın lezzeti olan cömertlik, halkın da Hakk’ın da sevgisini celbeder. Nitekim hadîs-i kudsîde buyrulur:

“Bu dîn (yâni İslâm), Zâtım için seçip râzı olduğum dîndir. Ona ancak cömertlik ve güzel ahlâk yakışır. Müslüman olarak yaşadığınız müddetçe onu, bu iki hasletle yüceltiniz!” (Heysemî, VIII, 20; Ali el-Müttakî, Kenz, VI, 392)

Cömertlik, Allâh’a ve âhirete kâmil mânâda îmânın bir neticesidir. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- bunu ne güzel ifâde buyurur:

“Îman bir ağaç gibidir: Kökü yakîn, dalı takvâ, nûru hayâ, meyvesi cömertliktir.”

Şeyh Sâdî-i Şîrâzî de:

“Cömert kimse, meyve veren bir ağaç gibidir. Cömert olmayan insan da dağdaki odun gibidir.” diyerek bu güzel hasletten mahrûmiyetin; ateşe atılacak bir odun olmakla eşdeğer olduğuna işâret etmiştir.

İki Büyük İllet: İsraf ve Cimrilik

İsraf, kendine harcamak; cimrilik ise kendine biriktirmektir. İkisi de bencillik ve hodgâmlıktır. Cenâb-ı Hak, bu şekilde bir kulluğu reddetmektedir. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Eli boynuna bağlıymış gibi cimri olma! Elini büsbütün açıp isrâfa da kaçma!..” (el-İsrâ, 29)

“Onlar verdikleri zaman isrâf etmezler; cimrilik de etmezler; ikisi ortası bir yol tutarlar.” (el-Furkân, 67)

İmam Gazâlî Hazretleri, “israf ile cimrilik arasındaki denge hâlini, cömertlik” olarak târif etmiştir.

Servetin hakkını vermek; onu men edilen yerlere harcamamak ve iki büyük tehlike olan israf ve cimrilikten uzak durmakla mümkündür. Zenginliğin âfeti; hırs, tamah ve cimriliktir. Bunun çâresi de cömertliktir.

Diğer taraftan, cömertliğin âfeti ise israftır. Yâni cömert olayım derken ölçüsüzce saçıp savurmak, nîmeti lüzumsuz yerlere sarf etmektir.

Ancak infak bahsinde şuna da dikkat etmek gerekir ki israf, çok harcamak demek değildir. Yersiz ve gereksiz harcamanın azı da çoğu da israf iken, yerinde ve isâbetli bir harcama, çok da olsa israf sayılmaz, bilâkis takdîre şâyân olur. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın bütün malını Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’a getirip infâk etmesi, bunun en güzel misâlidir.

Öte yandan cimrilik de az miktarda vermek değil, imkâna göre verilmesi gereken nisbette vermemektir. Zîrâ herkes imkânı nisbetinde mes’ûldür.

Şeyh Sâdî bu hakîkati ne güzel îzah eder:

“Hak Teâlâ, kimseye iyilik kapısını kapatmamıştır. Şunu bil ki, herkesin iyiliği kendi kudretine göredir. Bir zenginin hazinesinden bir kantar altın vermesi, bir fakirin el emeğinden bir kırat vermesi kadar olamaz. Çekirge ayağı, karıncaya ağır yüktür.”

Yermük Harbi’nde üç şehîdin son nefeslerinde büyük bir fedâkârlıkla birbirlerine devrettiği, lâkin neticede ortada kalan bir bardak suyun infâkı, belki birçok büyük zannedilen infakları aşmıştır. Zîrâ orada mühim olan bir bardak su değil, sergilenen gönül zenginliğinin ihtişâmıdır.

Bu bakımdan az miktarda vermek cimrilik olsaydı, cömertlik, sırf varlıklı kimselerin bir imtiyâzı olurdu. Halbuki zenginlik veya fakirlik, bu dünyâdaki imtihan sırrının berâberinde getirdiği bir takdîr-i ilâhîdir. Kulun varlıklı veya muhtaç olması kendi irâdesine bağlı değildir. Bu yüzden cömertlik veya cimrilik, mal-mülk ve servet meselesi değil, bir gönül meselesidir.

Yâni imkânı kıt bir mü’min de pekâlâ cömert olabilir ve olmalıdır da. Îmânımız da, her hâlükârda cömert bir kul olmamızı gerektirir. Zîrâ cömertlik veya cimrilik, sahip olduğumuz imkânlardan ne miktarda değil, ne nisbette infâk edebildiğimize bağlıdır.

Nitekim Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, zengin-fakir her mü’mini infâka teşvik eder; bir hurmadan başka bir şeyi olmayan için; “Yarım hurmayla da olsa cehennem ateşinden korununuz, onu da bulamazsanız güzel ve hoş bir söz ile korunun.” buyururdu. (Buhârî, Edeb, 34)

Bu husustaki nebevî telkin ve teşviklerden birkaç misal:

“Yâ Âişe! Yarım hurmayla bile olsa fakiri geri çevirme.” (Tirmizî, Zühd, 37)

“Din kardeşinin yüzüne gülümsemen sadakadır.” (Tirmizî, Birr, 36)

Yine Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- sahâbenin fakirlerinden Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh-’a; “Çorba pişirdiğin zaman suyunu çok koy ve komşularına bak, onlar(ın muhtaç olanların)a da ver.” buyurmuştur. (İhyâ, I, 626)

Kasvet-i Kalbin İlâcı: Cömertlik ve İnfak

Her ibâdetin gönle kazandırdığı apayrı güzellikler, fazîletler ve mânevî kazançlar vardır. İnsanoğlunun ham vasıftan kurtulup olgun bir mü’min olmasında bu mânevî kazançların ehemmiyeti pek büyüktür.

Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh- buyurur ki:

“Namaz, seni yolun yarısına; oruç, tam Melik’in kapısına iletir. Sadaka ise, Melik’in huzuruna çıkarır.”

“İnfak” kelimesinin taşıdığı mânâ iyi tahlil edilirse, bu ibâdetin bir hikmetinin de, insanı ruh, şahsiyet ve karakter bakımından maddenin esâretinden kurtararak mâneviyâtı maddiyâta hâkim kılması olduğu görülür. Bu yönüyle ibâdetler içinde infâkın rûha sağladığı belki de en büyük fayda, “vicdan huzûru”dur.

Ali İsfehânî -rahmetullâhi aleyh- bu hakîkati ne güzel ifâde eder:

“…Âfiyet ve günahsız olmayı aradım; zühdde, yâni şüphelilere düşmek korkusuyla mübahların çoğunu terk etmekte buldum. Kolay hesâbı aradım, susmakta buldum. Rahat ve huzûru aradım; cömertçe infâk etmekte buldum.”

Zîrâ her mü’min, çevresinden mes’ûldür. Muhtaçların, mazlumların feryatlarına bîgâne kalamaz. Yine o, karanlık bir gecenin mehtâbı gibi nurlu, hassas, rakik, diğergâm, merhametli, cömert ve infak heyecânıyla dolu olmalıdır.

Cenâb-ı Hak, rızkın temininde mahlûkâtı birbirine vesîle kılmıştır. Dolayısıyla muhtâcı gözetmek, Allah Teâlâ’nın bizlere olan ihsanlarından onlara pay ayırabilmek, büyük bir fazîlet ve ilâhî bir lutuftur. Muhtaçların feryatlarına tesellî olmadıkça mü’minin rûhu da tesellî bulamaz.

Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:

“Şunu iyi bil ki, bedenden, maldan, mülkten kaybetmekte, ziyâna uğramakta rûha fayda vardır, onu vebâlden kurtarır. Mal; bağışlamakla, infâk etmekle, görünüşte elden çıkar gider ama, onu verenin gönlüne yüzlerce mânevî hayat gelir!”

Dünyâ serveti; en yakınlardan başlayıp toplumdaki âcizlere, kimsesizlere, gariplere yardımda bulunmak sûretiyle, vicdan huzûruna ve âhiret saâdetine ermek için kazanılmalıdır. Kazançta niyet bu olursa, dünyevî endişelerin gönüllerde meydana getirdiği katılık, kasvet, buhran ve sıkıntıların yerini tatlı bir huzur ve sükûnet hâli alır.

Günümüzün en büyük hastalıklarından biri olan kalp katılığının devâsını, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’dan dinleyelim:

“Eğer kalbinin yumuşamasını istiyorsan, fakiri yedir, yetimin başını okşa!..” (Ahmed bin Hanbel, II, 263)

Hazret-i Mevlânâ da âdeta bu hadîsin şerhi mâhiyetinde şöyle buyurur:

“Fakr u zarûret içinde boğulan gönüller, dumanla dolu bir eve benzer. Sen onların derdini dinlemek sûretiyle o dumanlı eve bir pencere aç ki, onun dumanı çekilsin ve senin de kalbin rakikleşip rûhun incelsin.”

İşte cömertçe infakların rakikleştirdiği, olgunlaştırdığı huzurlu ruhlar, yaptıkları infakların, ilâhî muhâfazaya da vesîle olduğunu müşâhede etmenin sürûrunu yaşarlar. Bunun için de cân u gönülden infâka yönelirler.

Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:

“Kıldığın namaz, sana çobanlık eder; seni kötülüklerden, kurtlardan kurtarır! Verdiğin zekât, kesene bekçilik yapar, onu korur! Altın; zekât vermekle hiç eksilmez; aksine fazlalaşır, artar!”

Hakîkaten de infâk edilen mal eksilmez, kaybolmaz, bilâkis infaktaki ihlâs nisbetinde bereketlenir. Hazret-i Ebû Bekir Efendimiz, bütün malını infâk edip maddî bakımdan defâlarca bitme noktasına gelmesine rağmen, Rabbimiz’in lutfuyla tekrar tekrar servet sahibi oldu. Zîrâ Allah yolunda infâk edilen mal, tıpkı budanan bir ağacın daha canlı ve verimli bir hâle gelmesi gibi bereketlenir. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Mallarını Allah yolunda harcayanların hâli, yedi başak bitiren ve her başağında yüz dâne bulunan bir tek tohumun hâli gibidir. Allah kime dilerse, ona kat kat verir. Allah, ihsânı bol olan, hakkıyla bilendir.” (el-Bakara, 261)

İnfak edilmeyen mal ise dura dura bozulan, kokuşup kirlenen suya benzer. Şeyh Sâdî ne güzel söyler:

“Para yığmakla yükseleceğini sanma. Duran su fenâ kokar. Bağışlamaya çalış. Akan suya gök yardım eder. Yağmur yağdırır, sel gönderir, onu kurutmaz.”

Hazret-i Mevlânâ da bu gerçeği şöyle ifâde eder:

“Ekin eken, önce ambarı boşaltır, ama sonra hâsılâtı pek çok olur. Tohumu ambarda tutan ise, sonunda onu farelere yem eder.”

Verilen zekât ve sadakalar, geriye kalan malı temizler. Ayrıca veren için belâlara karşı mânevî bir zırh olur. Nitekim hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Sadaka vermekte acele edin. Çünkü belâ, sadakanın önüne geçemez.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, III, 110)

Kur’ân-ı Kerîm’de 200’den fazla yerde infâkın emir ve teşvik edilmesi, Rabbimizin kullarına olan sonsuz merhametinin bir neticesidir. Zîrâ Hak Teâlâ kullarını, infak ibâdetini îfâ etmeye çağırırken, aslında kullarını infâkın mânevî feyz, bereket ve huzurundan lâyıkıyla istifâde etmeye dâvet etmiş olmaktadır.

İhtiyaç Fazlasını Ver

Kalpler muhabbetle Hakk’a râm olduğunda, zühd hâli başlar. Mal ve servet gözden ve gönülden düşer, ancak Hakk’a yakınlığa vesîle olabildiği nisbette değer kazanır. Allah rızâsını dileyen mü’min, sâde ve gösterişsiz bir hayat yaşayıp kifâyet miktarıyla yetinmeyi bilir ve infâk edebilmenin yollarını arar.

Kur’ân ve Sünnet iklîminde yetişen sahâbe nesli de, fetihler neticesinde Medîne’ye akan ganîmet mallarıyla zenginleşmelerine rağmen, lüks ve saltanata meyletmediler. Mütevâzı yaşantılarını, evlerinin sâde dekorunu değiştirmediler. Gelen malı infâk etmek sûretiyle hakîkî zenginliğin vicdan huzurunu ve gönül saltanatını yaşadılar. Zamanımızın amansız hastalıklarından biri olan aşırı tüketim, oburluk, lüks ve gösteriş, sahâbe neslinin tanımadığı bir hayat tarzı idi. Zîrâ onlar; “yarın nefislerin varacağı konağın kabir olacağı” şuuruyla yaşıyorlardı.

İmam Mâlik Hazretleri, zamanının halîfesine yazdığı bir mektupta der ki:

“Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- on defa haccetti. Benim bildiğime göre yaşantısını kifâyet miktarına indirerek bir hac süresince ancak 12 dinar harcardı. Çadırda değil, ağaç gölgesinde konaklardı. Süt kırbasını boynunda taşırdı. Çarşı pazar dolaşır, oradakilerin hâlini-hatırını sorardı.” (Kâdı İyâz, Tertibü’l-Medârik, s. 271)

Yâni Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- iktisâda riâyet ederek ve kendi ihtiyaçlarında kifâyet miktarıyla yetinerek haccını îfâ ederdi. Böylece malının arta kalanını da infâk ederdi. Zîrâ Cenâb-ı Hak infâkın ölçüsünü “ihtiyacın fazlası”1 olarak beyân etmiştir. Buna göre cömertliğin asgarî ölçüsü, malın fazlasından kendine lâzım olmayanı vermektir.

Bu hususta Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- da şöyle buyurmuştur:

“Ey Âdemoğlu! İhtiyacından fazla olan malını sadaka olarak vermen senin için iyi; vermemen kötüdür. İhtiyacına yetecek kadarını elinde tutmandan dolayı ayıplanmazsın. İyiliğe, geçimini üstlendiklerinden başla. (Unutma ki) veren el, alan elden üstündür.” (Müslim, Zekât, 97. Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd, 32)

Demek ki şahsî harcamalarda “ihtiyaç” miktârını aşmamak, ihtiyaç miktârını da insaf sınırları içerisinde belirlemek ve bu sınırın dışına taşan imkânları infakta değerlendirmek îcâb eder.

Cömertliği Artırma Gayreti

Ahmed bin Ebû Verd -rahmetullâhi aleyh-, Hak dostlarının hâlini şöyle hülâsa eder:

“Üç şey vardır ki, bunlar bir velî kulda arttıkça, güzel hâlleri de artar:

1. Makâmı yükseldikçe, tevâzûsu artar.

2. Ömrü uzadıkça, hizmeti artar.

3. Malı çoğaldıkça, cömertliği artar.”

Hak dostlarından Ramazanoğlu Mahmud Sâmi Hazretleri de, öyle bir infak heyecanı içindeydi ki, yaptığı hayır ve infakları hiçbir zaman kâfî görmez, çalıştığı iş yerine giderken dolmuşa vereceği parayı bile infâk edebilmek için Karaköy’den Tahtakale’ye kadar yürüyerek giderdi. Yâni kendi ihtiyacından dahî fedâkârlıkta bulunarak infâkını artırmaya çalışırdı.

Zîrâ infâk edilen mal veya imkânlar, ebedî saâdetin sermâyesidirler. Hazret-i Mevlânâ, bu saâdete nâiliyetin yoluna işâret etmek üzere şöyle nasihat eder:

“Bu dünyada yediğin ve içtiğinden bir miktarını hayrın için azalt ki, ileride Kevser havuzunu bulasın. Vefâ toprağına bir yudumcuk döken kişiden, devlet avı nasıl kaçabilir?..”

Bugün de şahsî rahat ve konfordan, evlerin dekorundan ve günlük harcamalardan yapılacak küçük fedâkârlıklarla bile olsa, bu yüce ahlâkı herkes mümkün olduğu kadar yaşamaya çalışmalıdır. Zaten toplumdaki muhtaçların, muzdariplerin, mazlumların hâli, vicdânı olanlar için yeterli bir ibret tablosudur. Bu ibretle hareket eden varlıklı kimseler, kendilerine mahsus bir lüks ve rahatlık arayışından uzak dururlar. Fakat bu hakîkatlerden gâfil kalarak kendileri için aşırı masraf yapanlar, “kendi malım değil mi, istediğim gibi harcarım” düşüncesizliğiyle saçıp savuranlar, Kur’ânî ifâde ile; nankör şeytanın arkadaşlarıdırlar.2

Cimrilik Körlüğü!..

Gerçek bir infâk ehli olabilmek için, ihsan kıvâmında, yâni Cenâb-ı Hakk’ı görürcesine bir kulluk hayatı şarttır. Her zaman ve mekânda ilâhî kudret ve azameti görebilmek, gönül gözünün açık olmasına bağlıdır. Gerçek cömertliğe erebilmek için, yapılan infakların da âhiretteki mükâfâtını görürcesine sağlam bir îman lâzımdır. Bu hakîkati Hazret-i Mevlânâ şöyle dile getirir:

“Hazret-i Peygamber buyurdu ki:

«Kıyâmet gününde verilecek karşılığı iyiden iyiye bilen; bir verdiğine karşılık on verileceğine inanan, her zaman cömertliğini türlü şekilde artırır durur.

Cömertlik, bütün karşılıkları görmektir. Bu yüzdendir ki, cömertlik ümit ve neşe getirir. Ve verdiği şeylerin kaybolduğu korkusunu giderir.»

Cimrilik ise Peygamberimiz’in müjdelediği mükâfatları görmemektir. İnciyi görmek, dalgıcı sevindirir. Bu duruma göre, dünyada hiç kimsenin cimri olmaması gerekir. Çünkü hiç kimse karşılığı olmadıkça oyuna giremez.

Demek ki cömertlik gözden geliyor, elden değil. İş gören gözdür, görüştür. Gözü görenden başkası cimrilikten kurtulmadı.”

Hakîkaten de cimrilik; hem hayatın âkıbeti olan ölüm ve sonrasına karşı bir kalp körlüğüdür, hem de her şeyi yaratıp kullarına lutfeden Rabbimize karşı dehşetli bir nankörlüktür. Hazret-i Mevlânâ’nın îkâzı ne müthiştir: “Irmak kıyısında oturup da suyu esirgeyen, ırmağı görmeyen kör bir kişidir.” Rabbimiz, âyet-i kerîmelerde biz kullarını böyle bir gönül körlüğüne ve nankörlüğe dûçâr olmaktan açıkça îkaz buyurmaktadır:

“Size ne oluyor ki, Allah yolunda infâk etmiyorsunuz? Oysa göklerin ve yerin mîrâsı Allâh’ındır…” (el-Hadîd, 10)

“…Göklerin ve yerin hazineleri Allâh’a âittir. Fakat münâfıklar bunu anlamazlar.” (el-Münâfikûn, 7)

“İşte sizler, Allah yolunda harcamaya çağrılıyorsunuz. İçinizden kiminiz cimrilik ediyor. Ama kim cimrilik ederse, ancak kendisine cimrilik etmiş olur. Allah zengindir, siz ise fakirsiniz…” (Muhammed, 38)

Yani kimin mülkünde yaşıyoruz, kimin verdiği rızıkla rızıklanıyoruz ve neticede kimin malını kimden esirgiyoruz?!. Şüphesiz ki mülkün gerçek sahibi Allah’tır. O bize nîmetlerini emânet olarak veriyor. Kul bir emânetçi ve tasarruf memuru hükmündedir. Fakat tasarrufundan mes’ûl bir memur… Kendisine varlık emânet edilen kul, aynı zamanda yoksulun ve muhtâcın da emânetçisidir. Bu şuura sahip olan, etrâfına bîgâne kalamaz.

İnfâk Et ki Sana da İnfâk Edilsin…

Allâh’ın mahlûkâtına merhamet ve infak, Allâh’a muhabbetin en güzel göstergesi, lutfettiği nîmetlerine karşı da en güzel bir şükür ifâdesidir. Rabbimizin lutuf ve merhametine muhtaç olduğumuz kadar biz de O’nun muhtaç kullarına ve bütün mahlûkâtına karşı cömert ve lutufkâr olmak zorundayız. Zîrâ onlar, bizler için bir imtihan mevzuudurlar.

Hadîs-i kudsîde buyrulur:

“Ey Âdemoğlu! İnfâk et ki, sana da infâk edilsin!” (Buhârî, Tevhîd, 35)

Yine bir hadîs-i şerîfte Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- buyururlar ki:

“İnfâk et, sayıp durma, Allah da sana karşı nîmetini sayıp esirger. Paranı çömlekte saklama, Allah da senden saklar.” (Buhârî, Zekât, 21; Müslim, Zekât, 88)

Yâni Allâh’ın râzı olduğu güzel bir mü’min olabilmek için O’nun bize ihsân ettiği gibi, biz de O’nun muhtaç kullarına cömertçe ikrâm etmekle mükellefiz.

Rabbimiz, kalblerimizden îman vecdini, ruhlarımızdan cömertlik neşesini, vicdanlarımızdan infak huzurunu eksik etmesin!

Âmîn…

Dipnotlar: 1) Bkz. el-Bakara, 219. 2) Bkz. el-İsrâ, 27.