Çilelere Tebessüm

Hazret-i Mevlânâ’nın Gönül Deryâsında Sır ve Hikmet İncileri

Yıl: 2016 Ay: Mart Sayı: 133

DOSTLUĞUN ŞARTI

«el-Vedûd» ismiyle muhabbetin menbaı ve menşei olan Cenâb-ı Hak, kuluyla dost olmak ister. Kalb-i selîme kavuşarak dostluğuna erebilen bahtiyarları; cennet-i âlâya davet eder, ona ebedî ikramlar hazırlar.

Bu dünya hayatında kulun gayesi, Cenâb-ı Hakk’ın dostluğuna erme yolunda gayret etmek olmalıdır.

Ancak dostluk ve muhabbetin şartı; dosttan gelen ezâ ve cefâyı dahî hoş karşılamakla, ona rızâ ve teslîmiyet göstermektir.

Bu hikmete mebnî olarak, en çok çile ve musîbet; peygamberlere, sonra velîlere gelmiştir. Çünkü onlar; bu çile ve ıstırapları, dostun bir hediyesi bilme olgunluğunu sergilerler, rızâ ve sabırlarıyla terakkî ederler.

Hazret-i Mevlânâ çilelere sabrı güzel bir kıssa ile şöyle ifade eder:

Bir efendiye hediye olarak bir kavun getirilmişti. O da sevdiği, gönüldaşı, derin duygulu, sâdık hizmetkârı Lokman’ı çağırttı.

Lokman gelince efendisi kavundan bir dilim kesip, ona ikrâm etti. Lokman o dilimi sanki bal gibi, şeker gibi yedi. Öyle hoşlanarak öyle zevkle yemişti ki; onu görenlerin de iştahları kabarıyor, ona âdetâ imreniyorlardı.

Efendisi ona ikinci bir dilim daha verdi. Zira efendisi, Lokman’ın duyduğu bu lezzet karşısında huzur buluyordu.

Derken kavundan son bir dilim kaldı. O zaman efendisi;

“–Bunu da ben yiyeyim de ne kadar tatlı bir kavun olduğunu anlayayım.” dedi.

Efendisi o dilimi yer yemez, kavunun acılığından ağzını bir ateş kapladı. Dili uçukladı, boğazı kavruldu. Kavunun acılığından kendinden geçti. Ondan sonra Lokman’a sordu:

“–Ey benim canım hizmetkârım! Böyle bir zehri nasıl oldu da tatlı tatlı yedin? Böyle bir kahrı nasıl oldu da lütuf saydın? Bu nasıl sabırdır? Kim bilir şimdiye kadar ne acılara katlandın ve sabrettin? Yoksa sen tatlı canına düşman mısın? Neden bir şey söylemedin? Neden;

«Beni mâzur görün, şimdi yiyemem.» demedin?”

Lokman dedi ki:

“–Ben; siz efendimizin elinden o kadar tatlı yemekler yedim, maddeten ve mânen o kadar çok nimetleriyle perverde oldum ki, size bunlar için mukabelede bulunamadığımdan dolayı, mahcubiyetimden iki büklüm olmuşumdur. Elinizle ikrâm ettiğiniz bir şeye;

«Bu acıdır, yenilemez.» nasıl diyebilirim?!.

Hem sizin elinizden gelen her acı bana tatlı gelir. Çünkü bedenimin bütün cüzleri sizin nimetlerinizle perverde olmuştur.”

Sonra Lokman heyecan ve muhabbet dolu sözlerle içini dökmeye şöyle devam etti:

“–Efendim! Sizden gelen bir acıdan feryâd edersem, başıma yüzlerce defa toprak saçılsın. Lütufkâr elinin tadı, bu kavunda nasıl acılık bırakır? Muhabbetten acılar tatlılaşır, muhabbet sayesinde bakırlar altın olur. Muhabbet ile tortular durulur, arınır. Muhabbet vesilesiyle dermansız dertler şifâ bulur. Muhabbet ile ölüler dirilir. Muhabbet sayesinde padişahlar kul olur. Muhabbetten dolayı zindanlar gül bahçelerine döner. Muhabbetten ötürü karanlık evler aydınlanır, nurlanır. Muhabbet vesilesiyle nâr, nûr olur. Muhabbet varsa çirkin bile hûrî kesilir. Muhabbet varsa; kederler neşeye döner. Muhabbet sayesinde; yoldan çıkaranlar saâdet rehberi olur, yol kesenler, yol gösterici olur. Muhabbet sayesinde; hastalık dahî, sıhhat ve afiyete çevrilir. Hâsılı muhabbet ile, kahır rahmet olur.”

Cenâb-ı Hak, Fecr Sûresi’nde gafil insanın nimetler ve iptilâlar karşısındaki tavır değişikliğini şöyle tasvir eder:

“İnsan;

Rabbi kendisini imtihan edip de ikramda bulunduğunda ve bol nimet verdiğinde der ki:

«Rabbim bana ikrâm etti.»

Onu imtihan edip rızkını daralttığında ise der ki:

«Rabbim beni önemsemedi.»” (el-Fecr, 15-16)

Cenâb-ı Hak; müteâkip âyetlerde insanın bu bencil ve menfaatini merkeze alan, dünyalığa aşırı düşkün hâlini kınamakta ve sûrenin sonunda sâlih kullarını cennete şöyle davet etmektedir:

يَٓا اَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُۗ ﴿٢٧﴾ اِرْجِع۪ٓي اِلٰى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً ﴿٢٨﴾ فَادْخُل۪ي ف۪ي عِبَاد۪يۙ ﴿٢٩﴾ وَادْخُل۪ي جَنَّت۪ي ﴿٣٠﴾

“Ey huzura kavuşmuş insan! Sen O’ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön. (Sâlih) kullarım arasına katıl ve cennetime gir!” (el-Fecr, 27-30)

Anlaşılmaktadır ki;

Cenâb-ı Hakk’ın dostluğuna ermenin, sâlih kullar arasında cennete davet edilmenin şartı, «rızâ»dır. İlâhî taksimden râzı olmaktır. Acı-tatlı, zor-kolay demeden Dost’un takdir eliyle gönderdiği ikramlarını lezzetle kabul etmektir.

Velhâsıl hayatın med-cezirlerini kabullenmektir.

EYYÛB SABRI

Hazret-i Eyyûb -aleyhis-selâm-’ın hâli de bu hususta çok güzel bir misaldir:

Eyyûb -aleyhis-selâm- Allâh’ın birçok nimetlerine gark olmuştu. Yiğit evlâtları vardı. Büyük varlık sahibiydi. Sıhhat ve afiyet içindeydi.

İlâhî imtihan olarak iptilâlar başladı… Önce arazileri gitti. Sonra bir zelzelede evlâtları vefât etti. Sonra ağır bir hastalığa dûçâr oldu, sıhhati bozuldu. O ise hiç kalbini bozmadı. Sabr-ı cemîl gösterdi.

Eyyûb -aleyhis-selâm-, hastalığının en şiddetli günlerini yaşıyordu. Hanımı Rahîme Hatun dedi ki:

“–Sen bir peygambersin! Allah Teâlâ’dan sıhhat ve afiyet istesen de bu dertlerden kurtulsan!”

Eyyûb -aleyhis-selâm- sordu:

“–Sıhhat ve afiyetle geçen günlerimiz ne kadardı?”

“–Seksen yıl idi.”

“–Ey Rahîme! Cenâb-ı Hak bana seksen sene sıhhatli bir ömür ihsân etti. Hastalık müddetim sıhhatle geçen ömrüme nazaran çok az. Hâl böyleyken Cenâb-ı Mevlâ’ya hâlimi şikâyet etmekten hayâ ederim. Allah Teâlâ, bizlere nimetler verirken (râzı oluyoruz da), O’ndan gelen belâlara niçin sabretmeyeyim?!. Ben Rabbimden râzıyım!”

Eyyûb -aleyhis-selâm-’ın bu tavrı, rızânın en güzel misâlini sergiler. Eyyûb -aleyhis-selâm-; bütün musîbet ve sıkıntılarına rağmen, hâlinden şikâyetçi duruma düşmemek ve takdîre rızâda kusur göstermemek için, hastalığını Cenâb-ı Hakk’a arz etmekten, kendisi için sıhhat ve âfiyet dilemekten bile çekinmiştir. Nihayet zevcesinin ısrarları karşısında sadece;

“…(Rabbim!) Başıma bu dert geldi. Sen, merhametlilerin en merhametlisisin!..” (el-Enbiyâ, 83) diye niyazda bulunmuştur.

Bu duâ üzerine Allah Teâlâ; kullukta dâim olanlara bir rahmet hâtırası olmak üzere onun derdini gidermiş, hastalığına şifâ vermiş ve kendisine yeniden mal ve evlâtlar lutfetmiştir. Cenâb-ı Hak; sabır, şükür ve hâle rızâ makamında zirveleşen Eyyûb -aleyhis-selâm- için;

“… O ne güzel kuldu!..” (Sâd, 44) iltifâtında bulunmuştur.

Güzel kulluğun sırrı:

ŞİKÂYET YOK, ŞÜKÜR VAR

Şiir diliyle hikmetleri terennüm eden büyük mutasavvıf Yûnus Emre Hazretleri de nefsine şöyle hitâb eder:

Yûnus, imdi her derde Eyyûb gibi sabreyle.

Derde katlanamazsın, derman arzu kılarsın.

Derman şikâyette değil, şükürdedir. Şikâyet, rızâsızlıktır. Hele kullara şikâyetin ne kadar abes olduğunu Hazret-i Hüseyin -radıyallâhu anh- şöyle ifade etmiştir:

“Uğradığın dertlerden mahlûka şikâyeti kes!.. Merhametliyi merhametsize şikâyet etmiş olursun.”

Velhâsıl;

Bir müslüman dâimâ tebessüm hâlinde olacak. Hizmette tebessüm hâlinde olacak.

Bir muvaffakiyet olduğunda da onu Allah’tan bilecek. Bir iptilâ geldiğinde de râzı olacak, «رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً» sırrına ererek… Yani Allah’tan râzı olacak, Allah da ondan râzı olacak.

Hakk’ın dostluğuna ermenin şartı bu… Habîbullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ömrü, âdetâ bir çile çemberiydi. Fakat O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; en büyük istinâdı olan hanımı Hazret-i Hatice’yi ve hâmîsi Ebû Tâlib’i kaybetmiş, bir destek bulma ümidiyle gittiği Tâif’te taşlanmış vaziyette iken Cenâb-ı Hakk’a şöyle niyaz etmişti:

“Ey merhametlilerin en merhametlisi! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim mihnet ve belâlara aldırmam! (Yeter ki Sen, benden râzı ol.)”

Ashâb-ı kiram da İslâm’la şereflenmenin bir bedeli olarak, kıssadaki gibi nice acı kavunlar yedi. Zehirle pişmiş aşlara talip oldu ve böylece vuslatın lezzetiyle mest oldu.

İşkenceler acı kavun gibiydi; çileler, boykotlar, mâruz kaldıkları istihzâlar birer acı kavun gibiydi. Fakat onların hepsi ashab için lezzet oldu. Şükür vesilesi oldu.

Hazret-i Bilâl -radıyallâhu anh-, azgın ve gözü dönmüş müşriklerin ağır işkenceleri altında âdetâ bir pelteye dönmüş olan vücudundan kanlar akarken bile dâimâ;

«Ehad! Ehad! Ehad!..: Allah birdir! Allah birdir! Allah birdir!..» diyerek tevhîdi tebliğ ediyor ve şirke meydan okuyordu. Acı ve ızdıraptan ziyade, îmânın ulvî zevkini tatmış bir gönülle likāullah hazzını yaşıyordu.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, hilâfeti döneminde, ilk müslümanlardan olan Habbâb bin Eret -radıyallâhu anh-’a;

“–Allah yolunda çektiğin işkenceleri bize biraz anlatır mısın?” demişti.

Bunun üzerine Hazret-i Habbâb;

“–Ey mü’minlerin emîri, sırtıma bak!” dedi. Onun sırtına bakan Hazret-i Ömer;

“–Ömrümde böylesine harap edilmiş bir insan sırtı hiç görmemiştim.” diyerek hayretler içinde kaldı. Habbâb -radıyallâhu anh- şöyle devam etti:

“–Kâfirler ateş yakarlar ve beni elbisesiz olarak üzerine yatırırlardı. Ateş, ancak sırtımdan eriyen yağlarla daha da şiddetlenirdi.”

Müşrikler ateşte kızdırdıkları taşları Hazret-i Habbâb’ın sırtına yapıştırırlar ve işkencenin şiddetinden mübârek sahâbînin etleri dökülürdü. Buna rağmen yine de kâfirlerin istedikleri sözleri söylemezdi. (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, II, 114)

Zira îmânın lutfettiği «vuslat» heyecanı, bütün dünyevî meşakkatleri bertarâf ediyordu.

Habbâb bin Eret -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

Bir gün Allah Rasûlü, Kâbe’nin gölgesinde iken, yanına varıp kendisine müşriklerden gördüğümüz işkenceleri şikâyet tarzında anlattık. Ardından da bu işkencelerden kurtulmamız için Allah’tan yardım dilemesini talep ettik.

O da bize şöyle buyurdu:

“Sizden evvelki nesiller arasında, yakalanıp bir çukura konan, sonra testere ile baştan aşağı ikiye bölünen ve demir taraklarla etleri tırmıklanan, fakat yine de dîninden dönmeyen mü’minler olmuştur.

Allâh’a and olsun ki, O; bu dîni tamamlayacak, hâkim kılacaktır.

O derecede ki, bir kişi, Allah’tan ve koyunlarına kurt saldırmasından başka bir korku duymaksızın, San‘a’dan Hadramut’a kadar emniyet içinde gidip gelebilecektir. Ne var ki siz sabırsızlanıyorsunuz!..” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 29, Menâkıb, 25, İkrâh 1; Ebû Dâvûd, Cihâd, 97/2649)

Tarih şahittir ki, zalimlerin zulmüne ancak bu îman gücüyle karşı konulmuştur. İlk Îsevîler, aslanların dişleri arasında parçalanmayı göze alarak tevhîdi korumuşlardır.

Ashâb-ı Uhdûd; hendeklerde yanmaya râzı olmuş, tevhidden taviz vermemiştir.

Habîb-i Neccâr, taşlanırken bile bir îmânın vecdi içinde idi:

“Keşke kavmim, Allâh’ın bana bu ikramını bilseydi!” demiştir.

Bunlar;

Tarihteki nice tevhid kahramanlarının sayısız misallerinden ancak birkaçı…

Sahâbenin hayatı da o misallerle dolu.

Onlar, bu vuslata erebilmek için her türlü çile ve meşakkatlere tebessüm ettiler.

Çünkü onların tek derdi bu hayatı îman nimetinin, Allah Rasûlü’ne ümmet olma nimetinin bir şükrânesi olarak yaşamaktı.

Bu iştiyakla;

Vehb bin Kebşe -radıyallâhu anh- Çin’e gitti.

İbn-i Abbas -radıyallâhu anh-’ın kardeşi Semerkant’a gitti.

Abdullah İbn-i Mes‘ûd ve niceleri Kûfe’ye, Hazret-i Bilâl ve niceleri Şam’a, Ebû Eyyûb el-Ensârî ve niceleri İstanbul’a gitti. Tâbiîn’den Ukbe bin Nâfi, Kayravan’a gitti. Ve emsalleri, kıtalara kanat açtı.

Yüz bini aşkın sahâbî olmasına rağmen, Mekke ve Medine’de medfun sahâbî çok az… Çünkü her biri; ashab olmanın şükrünü ödemek için, çilelerin yoldaşı oldu.

Onları takip eden nesiller de, hakikî saâdetin yolunun çilelere katlanmak olduğu hakikatini çok iyi anladılar.

İstanbul’u fethe koşan yiğitler;

“Şehâdet sırası artık bizde!” diyerek, iştiyak ile ölüm saçan surlara koştular. Şehâdet şerbeti de, îmânın ve vatanın muhafazası için can vermek de Dost’un hatırı için lezzetle yenilen bir acı kavun idi. Çanakkale’de 250.000 vatan evlâdı, düşmanın önüne etten duvarı bu iştiyak ile ördü.

Bütün bunlar, dostun dosta vefâsıydı.

Fazîlet ve rızâ-yı ilâhîye râm oluştu…

Bu çerçevede;

Bugün sayıları 2,5 milyonu aşan ve halk tabiriyle «Tanrı misafiri» olarak isimlendirilen Suriyeli kardeşlerimiz için bir fedâkârlık imtihanında olduğumuzu unutmamamız îcâb eder.

Cenâb-ı Hak; nesillerimizi de ecdâdındaki îman iştiyâkından, birlik-beraberlik ve kardeşlik fedâkârlığından hissedâr eylesin.

Âmîn!..