“Cennet Çiçekleri”nin Terbiyesi

Yıl: 2003 Ay: Nisan Sayı: 04

Şebnem – Efendim, bu sohbetimizin mevzuu, anne-baba ve çocuk ilişkileri üzerine olsun istiyoruz. Arzu ederseniz önce çocuklardan başlayalım… Bir ana-baba olarak çocuğa bakışımız nasıl olmalı?

Osman Nuri Topbaş – Evvelâ şunu ifade etmelidir ki, çocuklar, bizlere ilâhî birer emanet ve öz varlığımızdan teşekkül etmiş kıymet filizleridir. Duygulu gönüllere göre; evlerin ilk seâdet mûsikîsi, doğan çocukların gönüllere huzur veren sadâları ile başlar.

Hadîs-i şerîflerde beyan buyurulduğu vechile çocuklar, “cennet çiçekleri”, “kalb meyveleri”, “ilâhî ihsân ve rızıklar”dır.

Bu itibarla çocuklar, Rabbimizin ne güzel lutuf ve ihsânıdır. İlk çocuğumuz dünyaya geldiğinde ana-baba olmanın taze hatırası hiç unutulur mu?

Onların gülüşlerindeki zevk ü safâ ışıkları cennet parıltılarına benzer. Bir anne için en güzel meşgale onu yetiştirmek ve terbiye etmek, topluma armağan etmektir. Emek verilip yetiştirilen sâlih evlâtlar, âhırette anne – baba ile cehennem arasında perde olacaktır.

Hülâsa çocuklar, âilenin seâdet meyvesi, zevc ve zevce arasında en köklü râbıtadır.

Şebnem – Çocuk terbiyesine nereden başlamak lâzım? Dayak bir terbiye çeşidi midir? Âilenin çocuk terbiyesindeki rolü ve dikkat etmesi gereken hususlar nelerdir?

Osman Nuri Topbaş – Çocuk terbiyesine, evvelâ ana-babanın terbiyesinden başlamalıdır. Zîrâ bu yüce terbiye, mürebbî sıfatını kazanabilen olgun anne ve babaların gerçekleştirebileceği bir eğitimdir. Şâirin:

Kendisi muhtâc-ı himmet bir dede,

Nerede kaldı gayriye himmet ede!..

diye tavsif ettiği sınıfa giren anne ve babaların evlâtlarına verebileceği terbiye ne olabilir ki?!.

Hele bugün bazı âilelerde görüldüğü gibi rahatı için çocuk istememek; bundan daha vahimi, masumları ana karnında iken hayatî bir zarûret olmadan aldırmak, asrımızın bir cinâyetidir. Bir yılan bile yumurtalarını emin bir şekilde saklar, onları muhâfaza eder. Nesillerini koruma duygusu içinde çırpınan hayvanlar karşısında, kâinâtın en yüksek varlığı olan insanın bu şefkat ve merhamet hislerinden mahrûmiyeti pek acıdır…

Kısacası çocuk terbiyesi, evvelâ anne-babanın yüreğindeki çocuk sevgisinden başlamalıdır. Onları Allâh’ın bir emaneti olarak sevmeli; bu sevgiyi de, dünya ve âhiret seâdetini kazanmaya vesile kılmalıdır. Bilhassa çocuklar ile daha yakından alâka fırsatına sahip olan anneler, göz nûru yavrularını terbiye hususta sahabî hanımlarını misâl almalıdır. Şöyle ki:

Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in terbiyesinde nü­mû­ne an­ne­ler hâ­li­ne ge­len sa­ha­bî ha­nım­lar, Ra­sû­lul­lâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’i gör­mek­te ge­ci­ken ve uzun za­man gö­rüş­me­yen ev­lad­la­rı­nı îkâz eder­ler­di. Ni­te­kim Hu­zey­fe -ra­dı­yal­lâ­hu anh- bir­kaç gün Efen­di­miz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’i gör­me­di­ği için an­ne­si onu azar­la­mış­tır. Ken­di­si bunu şöy­le an­lat­ır:

An­nem ba­na sor­du:

“– Pey­gam­ber Efen­di­miz’le en son ne za­man gö­rüş­tün?”

Ben de:

“– Bir­kaç gün­den be­ri onun­la gö­rü­şe­me­dim.” de­dim.

Ba­na çok kız­dı ve fe­nâ bir şe­kil­de azar­la­dı. Ben de:

“– Dur kız­ma! He­men Ra­sû­lul­lâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efen­di­miz’in ya­nı­na gi­de­yim, onun­la be­ra­ber ak­şam na­ma­zı­nı kı­la­yım, son­ra da hem ba­na, hem de sa­na is­tiğ­fâr et­me­si­ni on­dan ta­leb ede­yim.” de­dim. (Tir­mi­zî, Me­nâ­kıb, 30; Ah­med b. Han­bel, Müs­ned, V, 391-2)

Bu terbiye istikametinde çocuklarımızı havaîliklerden, haşarılıklardan, israftan korumamız gerekir. Onlara güzel isim koymalı, Kur’ân’la tanıştırmalı, küçük yaşta kendilerine Rabbe kul olabilmenin, bilhassa namaz kılmanın zevkini; minicik, tozlanmamış ve kirlenmemiş yüreğine muhtaca infak etmenin sevincini tattırmalıyız. Bu hususlarda yanlış davranışlardan, yâni bencilliği palazlandıracak menfîliklerden âzamî derecede kaçınmalıyız. Çünkü çocuklar, birer video kaseti gibi anne ve babalarındaki bütün davranışları hiç süzmeden olduğu gibi taklit ederler. Meselâ infakla alâkalı bir kötü davranışın çocuğun saf dimağını nasıl kuşatacağını tasavvur etmek için şöyle bir hâdise üzerinde düşünelim:

Bir baba, kapıya gelen yaşlı, hasta ve perîşan durumdaki bir muhtacı küçük kızının yanında azarlıyordu. Kızı da yaşının saflığı içerisinde:

“– Babacığım, niye bu zavallının kalbini incitiyorsun?” diye sordu.

Katı kalbli baba:

“– Bakma sen bunlara kızım! Böyleleri başkalarına yük olmaktan utanmazlar! Ellerine geçince de har vurup harman savururlar. Bunlar bizden daha zengindirler.” dedi.

Kapıya gelen kişi, çok fazla ihtiyaç sahibi olduğundan olacak:

“– Allâh rızâsı için…” diye istemeye devam edince baba iyice öfkelendi ve:

“– Defol artık utanmaz!” diye bağırdı…

Bu hâdise karşısında küçük kız, ilk zamanlar acıma hissi ile dolu olsa da babasının bu tavır ve sözlerine şâhid ola ola yetiştiği için büyüdüğünde hiçbir muhtaca yardım etmeyen, üstelik onları duymayan, hissetmeyen, onların ızdırapları karşısında ürpermeyen bir kimse hâline gelmez mi?

Bu itibarla merhum pederim Musa Efendi -kuddise sirruh-, bir muhtaca bir şey takdim edeceklerinde bazen küçük çocukların eliyle verir, onların infaka alışmasını temin ederlerdi. Bir defasında mühim bir hizmet için bağış toplanırken gözlerini hemen yanı başında duran yedi-sekiz yaşlarındaki bir çocuğa tevcih etmiş bakıyordu. Bu bakışlardan habersiz çocuk, büyüklerindeki infak seferberliği heyecanını hissetmiş olacak ki, küçük kalbinin büyük edâsı ile elindeki az miktardaki bozuk parayı yardım sandığına uzattı. Bunu gören Musa Efendi -kuddise sirruh-, o çocuğu yanına çağırdı, başını okşadı, güzel iltifatlarda bulunduktan sonra latîfeli bir şekilde:

“– Âferin evlâdım, deminden beri seni gözledim. Eğer bir şey vermeseydin bu dedeni üzmüş olacaktın!..” dedi.

Bunlar, çocukların büyüklerinin tavır, davranış ve ahlâklarını nasıl pürüzsüz bir ayna gibi yansıttıklarını ne güzel anlatıyor.

Diğer taraftan hadîs-i şerîflerde kız çocukları daha çok hizmet ve itinaya muhtaç oldukları için erkek çocuklarından farklı olarak tavsıye olunmuştur.

Hadîs-i şerîfte buyurulur:

“Bir kimse üç kız çocuğunu yetiştirip terbiye eder de onları evlendirirse ve onlara iyilikte devam ederse, o kimseye cennet vardır.” (Sünen-i Ebî Dâvûd)

Bu hadîs-i şerîf, çocuklara ve hâssaten kız çocuklarına nasıl muâmele edileceğini bildiren mübârek bir beyandır.

Çocuk eğitiminde bilhassa dikkat edilmesi gereken husus ise, dayak meselesidir. Bu, aslâ kabul edilemeyecek yanlış bir davranıştır. Kötü alışkanlıklar kazanmasın diye çocuğa caydırıcı usuller uygulanabilir, ancak bunların arasında dayak aslâ olmamalıdır. Çünkü o, istikbâlin gencini korkak ve ürkek, yahut da arsız ve yüzsüz bir hâle getirir. Kaldı ki Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, değil bir insanın, hayvanın bile sertlik ve dayakla terbiyesini yasaklamıştır. Nitekim henüz binmeye alıştırılmamış bir deveyi Hazret-i Âişe’ye hediye olarak verdiğinde binmeye sertlikle alıştırılmaması için şu îkazda bulunmuştur:

“Ey Âişe! Yumuşak huyluluk bir şeye girdi mi, onu mutlaka tezyin eder; eğer bir şeyden de çıkarıldı mı, onu da mutlaka kusurlu kılar.”

Şebnem – Efendim, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in çocuklara muâmelesinden sizi etkileyen bazı örnekler alabilir miyiz?

Osman Nuri Topbaş – Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, çocuklara daima derin bir muhabbet gösterir; onları öper, okşar; mübârek parmaklarını tarak yaparak onların saçlarını düzeltirdi. Çocuklara muhabbet göstermeyenlerden hoşlanmaz; onları kabalık ve katılıkla tavsîf buyururdu.

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın rivâyet ettiğine göre bir defâsında Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, torunlarını severken ziyâretine İslâm’ın merhamet, şefkat, nezâket ve inceliğinden uzak bir bedevî geldi. Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in çocukları ziyade sevmesine hayret ederek:

“–Yâ Rasûlallâh! Siz çocuklarınızı öper (sever) misiniz? Biz çocuklarımızı öpüp okşamayız” dedi.

(Allâh’ın evlât nîmetine karşı bedevînin duygusuz ve duyarsızlığı, Allâh Rasûlü           -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’i müteessir etti.) Bedevîye:

“Allâh senin gönlünden merhamet ve şefkati çekip çıkarmışsa ben ne yapabilirim!..” (Buhârî, Edeb, 22) dedi.

Hadîs-i şerîfin muktezâsınca bir Müslüman gönlü, Allâh’ın emânetleri karşısında muhabbet, şefkat ve merhametle dolu olarak şefkat ve muhabbeti nasıl ve nereye tevzî edeceğinin idrâki içinde olmalı ve yaşamalıdır.

Bir defasında da Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, üzerine küçük abdestini yapan torununu:

“– Sen nasıl Rasûlullâh’ın üzerine küçük abdest yaparsın?” diye pataklamaya kalkan Ümmü Fadl’a:

“– Çocuk bu, yapar!” diyerek yumuşak bir üslûpla mânî olmuştur.

O, mübârek kucağında torunları olduğu hâlde namaza durur, secdede iken torununun mübârek sırtına çıkması üzerine secdesini uzatırdı. Çocuğa müdahale etmek isteyenlere:

“– Bırakın, çocuk hevesini almış olsun!” buyururdu.

Yine o Varlık Nûru, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, bir çocuk ağlaması duyduğunda namazı kısa keserdi. Bir defasında evinde namaz esnasındayken çocuk ağlaması üzerine namazını kısa tutmuş ve ev halkına:

“– Onların ağlamalarının beni üzdüğünü bilmiyor musunuz?” buyurmuştu.

On yaşından itibaren on yılını Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in hizmetinde geçiren Enes -radıyallâhu anh- anlatır:

“Rasûlullah’a tam on sene hizmet ettim. Bana bir defa bile: «Öf!» demedi. Yaptığım bir şeyden dolayı: «Niye böyle yaptın?» diye azarlamadığı gibi, yapmadığım bir şey sebebiyle: «Şöyle yapsan olmaz mıydı?» da demedi.”

Bu itibarla Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in yüce huzurunda yetişen çocuklar bambaşka güzellik ve firâset ile müzeyyen olmuşlardır. Buna bir misâl kabîlinden Sehl bin Sa’d -ra­dı­yal­lâ­hu anh-’ın şu rivâyeti pek ibretlidir:

Ra­sû­lul­lâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efen­di­miz’e bir içe­cek ge­ti­ril­miş­ti. On­dan bir mik­tar iç­ti­ler. Bu es­nâ­da sağ ta­ra­fın­da bir ço­cuk, sol ta­ra­fın­da ise as­hâ­bın bü­yük­le­rin­den yaş­lı kim­se­ler otu­ru­yor­lar­dı. Efen­di­miz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- sa­ğın­da­ki ço­cu­ğa kâ­bı­na varılmaz bir in­ce­lik ve ne­zâ­ket­le:

“– Mü­sâ­ade eder mi­sin, bu içe­ce­ği ev­ve­lâ şu bü­yük­le­ri­ne ve­re­yim?” bu­yur­du­lar. O akıl­lı ço­cuk da her­ke­si şa­şır­tan ve âle­me ib­ret ol­ma­ya lâyık şu bü­yük ce­vâ­bı ver­di:

“– Yâ Ra­sû­lal­lâh! Sen­den ba­na ik­râm olu­nan na­sî­bi­mi hiç kim­se­ye vermem!”

Bu­nun üze­ri­ne Sev­gi­li Pey­gam­be­ri­miz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- mü­bâ­rek el­le­rin­de­ki içe­ce­ği o ço­cu­ğa ver­di­ler. (Bu­hâ­rî, Eş­ri­be, 19)

Bu hâdise, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in çocuklara verdiği değeri göstermesi ve karşılıklı muhabbet akışları bakımından pek mühimdir.

Şebnem – Hazret-i Enes gibi çocukluğunu Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in terbiyesinde geçiren başka sahâbîler de mevcut mudur? Onlardan da birkaç örnek verir misiniz?

Osman Nuri Topbaş – Tabiî, böyle birçok sahabî var. Bunların başında daha çocuk yaşlarda îmân eden Hazret-i Ali geliyor elbette. Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in amcazâdesi olan Hazret-i Ali, Efendimiz’in mübârek terbiyelerinde sadrını irfanla doldurdu. İlmin kapısı oldu. Kıyamete kadar devam edecek bir tasavvuf silsilesinin başlangıcını teşkil etti.

Kardeşi Cafer Tayyar da, Peygamber muhabbetinin bambaşka bir misâli idi.

Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in Kızı Fatıma, ümmetin seyyidesi oldu. Daha küçük yaşlarda iken gösterdiği yüksek davranış ve mübârek babasını sahiplenişi dolayısıyla «babasının annesi» vasfını aldı. Oğlu Hazret-i Hasan, şerîflerin, Hazret-i Hüseyin de seyyidlerin sertâcı oldu.

Mus’ab bin Umeyr, âilesinin bütün servetini reddederek Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in yanını tercih etti. İslâm yolunda fedâkârlık ve diğergâmlığın eşsiz bir numûnesi hâline geldi. Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e olan muhabbeti, onu bu uğurda can vermeye kadar götürdü.

Üsame bin Zeyd, yirmi yaşlarında iken Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- tarafından İslâm ordusunun kumandanı tayin edildi.

Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in dizi dibinde yetişen çocuklardan sayabileceğimiz daha pek çokları var, ancak bu anlattıklarımız birer misâl kabîlinden kâfîdir herhâlde…

Şebnem – Efendim izin verirseniz biraz da zât-ı âlînizin çocukluk yıllarından konuşmak isteriz. Meselâ o yıllardan kalan unutamadığınız hâtıralar var mı?

 Osman Nûri Topbaş – Her insanın çocukluğundan pek çok hâtırası vardır. Bunlardan bazıları insanda derin izler bırakmıştır. Ben de üzerimde pek çok tesir bırakan birtakım hatıralarımdan bahsetmek isterim.

Erenköy’de geçti çocukluğum. O zamanlar evlerin etrafı bahçelikti. Ayrıca alt katlarda bir misafir salonu bulunur ve samîmî, canlı ziyaretler olurdu. Hususiyle Ramazanlarda verilen iftarlarla dolup taşardı.

İftara ayrı ayrı günlerde ve farklı meslek ve gruptan insanlar çağılırdı: Birgün arabacılar, birgün işçiler, birgün çöpçüler, birgün esnaf, birgün hocaefendiler vesaire davet edilirdi. İftardan sonra kendilerine “diş kirası” diye yaygınlaşmış olan bir hediye takdim edilirdi. Bu hediye, bazen elbiselik bir kumaş, bazen de muhatapların durumuna göre bir miktar para olurdu. Teravih namazından sonra çaylar içilir, her grup kendi dünyası üzere sohbet ederdi. O demler, kalblerin kaynaştığı ve birbirleriyle te’lif olduğu en güzel vakitlerdi.

Çocukluğumda dikkatimi çeken hususlardan biri de komşular arasındaki güzel münâsebetlerdi. Komşu, komşuya akrabâ muâmelesi yapardı. Biz çocuk olarak komşularımızı akrabâlarımızla karıştırırdık. Varlıklı komşular, muhtaçlara bir muhabbet ve şefkat kucağı hâlindeydi. Mahalle sâkinleri, elbirliği ile muhtaçların, gariplerin ihtiyaçlarını giderir ve yetim kızların çeyizlerini hazırlardı.

O zamanlarda verem salgın hâldeydi. Antibiyotikler yoktu. Verem hastaları daha ziyâde çamlık yerlerde tedavi görürlerdi. Mahalleli, bu veremli gençlere büyük bir şefkat gösterirdi. Çünkü veremli gençlerin tedâvîsi, ancak çamlık yerlerde, çamları teneffüs ettirerek olurdu. Erken yaşta vefatlara çok rastlanırdı. Merhametli komşu ve mahalle sâkinleri, onlara kan yapacak gıdalar götürürdü.

Hasta ziyaretleri, her âilenin birinci işiydi. Ziyârete maddî duruma göre, çorba, muhallebi gibi ikramlarla gidilirdi. Ziyaretler kısa tutulur, hastanın gönlüne sürûr verilirdi.

Cenâzeler de öyleydi. Hatimler, duâlar, hep birlikte yapılırdı. Üç gün cenaze evine yemek taşınırdı.

Elli sene evvel buzdolabı çok nâdir bulunurdu. Soğutma için bahçelerdeki kuyulara testiler salınırdı. Buzdolabı olan âileler de akşamüstü komşularına buz ikrâm ederlerdi. Bu ve benzeri ikrâmları da bilhassa çocuklarla gönderirler, onlara küçük yaşta diğergâmlık, yardımlaşma ve hizmet eğitiminin zemini hazırlanırdı.

Çocukluğumda Erenköy sâhili boştu. Denizle karanın birleştiği yerlerde yaklaşık iki metre kadar kumsallık saha olurdu. Orada çocuklarla kumdan evler yapardık. Bir müddet sonra da aramızda anlaşmazlık çıkar ve birbirimize: «– Sen benim yerime geçtin! – Hayır, asıl sen benim sınırıma girdin!» diye çekişirdik. Sonra bir dalga gelir ve paylaşamadığımız o kumdan evlerimizi dümdüz edip giderdi.

Bu hâtıralar, bugün şunu düşündürüyor ki, küçüklükle büyüklük arasında ancak bir derece fark vardır. Yaş ilerledikçe insanı, farklı ve akıl almaz ihtiraslar, boş telâşeler kaplıyor. Ancak neticede hepsi de bir son nefes depremi yahut dalgası ile son buluyor…

Çok ibretlidir ki, bu kadar ilâhî tanzîme âmâ olanlar için hayatın sonu, ne fecî bir aldanıştır.

Çocukluk zamanımızda mahallemizin en çok heyecan duyduğu ân da, ezân-ı Muhammedî’nin aslî şeklinde okunmasına müsâade edildiği gün oldu. Herkes o gece erkenden kalkarak sabah ezanını bekledi. O gece sanki bir bayram sabahına hazırlık gecesiydi. Hattâ annem de akşamdan bize:

Bu sabah ezan okunacak; erkenden kalkalım da o ânı kaçırmayalım!” diye tembihlemiş, ev halkı değişik bir heyecan iklîmine girmişti.

Sanki o sabah, Hazret-i Bilâl’in Kâbe’de ilk ezanı okuyuşundaki mânevî hissiyat ve heyecan bürümüştü gönülleri. Bâd-ı sabâ, onun Medîne’deki ezan sedâlarını da aksettiriyor gibiydi.  Çünkü ezan, milletimiz için bambaşka bir şevk ve hasretti… Nitekim bazen, Türkiye dışına çıkınca da bu hasreti hep yaşıyoruz. Vatana dönerken de insanın yüreği apayrı bir sürur ve heyecana garkoluyor. Allâh; Kur’ân, ezan ve bayrağımızı, vatanımızı ve milletimizi her türlü tehlikelerden korusun. Şerirlerden muhâfaza eylesin… Âmîn!..

Şebnem – Çocukluğunuzda sizi derinden etkileyen şahsiyetler oldu mu?

Osman Nuri Topbaş – Beni çocukluk yıllarımda en çok etkileyen bilhassa iki kıymetli şahsiyet vardır: Annem ve babam… Buna ilâveten de elbette güzel bir çevre…

Annem, ufak yaşlardan itibaren bizlerin gönül âlemine çok kıymetli hazîneler yığan melek ruhlu ve mübârek bir şahsiyet idi. Bize her vesileyle Allâh dostlarının muhabbetini telkin eder ve firâseti ile gönül bahçelerimizde nûrânî güzellikler yeşertirdi. Onun, kardeşimi dünyaya getirdikten sonra, yâni iki evlâdının hizmetine ve diğer meşgalelerine rağmen hâfız olması, bana hak yolunda gayret ve Kur’ân aşkı bakımından çok te’sir etmiştir.

Babam ise; Allâh aşkı, vecdi, îmân, ihlâs, takvâ, güzel ahlâk, vakar vesâir hasletleriyle her bakımdan benim için âbide bir şahsiyetti. Duygu derinliğine sahipti. Yüksek ufukların insanıydı. Meselâ o zaman İmam-Hatipler yeni açılmıştı ve mezun olanlar için hiçbir dünyevî istikbal yoktu. Fakat babam, büyük bir sevinçle bizi İmam-Hatip Lisesi’ne kaydettirdi. Son sınıfı da yatılı okuttu. Tatil günlerinde bize câmîleri, Topkapı Sarayı’nı ve diğer tarihî yerleri gezdirir; seviyemize göre ecdadımızın, dîne, îmâna, vatana ve millete yaptıkları hizmet ve fedâkârlıkları anlatırdı. Bizlere, onlara lâyık bir nesil olmayı telkin ederdi. Zaman zaman büyük hocaefendileri ziyâret ettirir; onlardaki nezâket, hassâsiyet ve terbiyeyi dimağımıza işlerdi. Numûne gönül insanlarını tanıtırdı.

Babamın fakir-fukarâya olan sevgisi ise, engin bir deryâ gibiydi. Onlara yapacağı bir hizmeti, kabul ettikleri zaman bir teşekkür edası içinde olurdu. Maddî bir hediye vereceğinde onu zarif zarflar içerisinde takdim ederdi. Hattâ zarfların üzerine: «Kabul buyurduğunuz için teşekkür ederim!» ibaresini yazardı. Bu hâl, Yaratan’dan ötürü yaratılanları severek onlara nezâket ve zerâfetle davranmanın tabiî bir neticesiydi. Annemle birlikte hastalara yemek yapıp hastahanelere götürürlerdi. O çocuk yaşta bu merhamet tezâhürleri, rûhumu ben farkında olmadan bir nakış gibi işliyordu. Velhasıl annem ve babam benim için büyük bir rahmet ve bereket olmuşlardı.

Çocukluğuma âid bana ayrıca tesir eden birçok hâdise ve hatıradan en mühimleri daha ziyade İmam-Hatip Lisesi’nde okuduğum yıllara rastlar. Hele derslerimize gelen hocaefendiler açısından çok talihli idik. Çok değerli ve unutulmayacak sîmâlar tanıdık. Bunlardan:

Celâleddin Öktem hoca, yetmiş yaşında, felçli bir kimse idi. Buna rağmen bir arkadaşımızın kolunda sınıfa gelir; 25’lik bir delikanlı heyecanıyla ders anlatırdı…

“Yaman Dede” mahlası ile mârûf Abdülkadir Keçeoğlu, on dakîka Farsça gramer anlattıktan sonra iki mesnevî beyti okur ve bütün ders ağlaya ağlaya onları şerh ederdi. Gözlerinin altı havuz gibi çukurlaşmıştı. Gözyaşlarını oraya döküp oradan da yüzünden aşağı sızdırırken ayrı bir rûhâniyet tevzî ederdi. Gönlü Peygamber muhabbetiyle bambaşka doluydu. O günden bugüne bir çok şey geldi, geçti. Ama onun bizim rûhumuzda askseden vecdinin izi kaldı. Yazdığı meşhur na’tinden: «Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Rasûlallâh!» derken bir sonbahar gazeli gibi titreyip bahar şebnemleri gibi ağlaması, hâlâ gözlerimin önündedir…

Diğer bir hocamız, sabah 07:00’de gelir, çorbalarımızı koyardı. Başka bir hocamız, sofrada kalmış bir ekmek parçası görse kimseyi azarlamadan: «Bak evlâdım, bu nîmeti bulamayan nice muhtaçlar var. Nîmete hürmet eder ve şükredersek, Allâh daha çok artırır. Ancak onun kadrini bilmezsek, elimizden alınır.» diye tatlı tatlı nasîhatler ederdi.

Diğer bir hocamız, hüsn-i hat dersi verirdi. Ancak talebelerin kamış ve mürekkebini kendisi getirirdi.

Bir diğeri, yatakhanede geceleyin dolaşır, üstü açık olanların üzerlerini örterdi.

Bazı hocalarımız da, son dersi müteâkib, derslerde geride kalan talebelerin eksiklerini telâfî için ilâve ders yaparlar ve her talebenin daha iyi yetişmesi için bitmez bir heyecanla emek sarfederlerdi.

Hocalarımızın bize en çok öğretmeye çalıştığı husus ise, cânı ve malı kullanmayı bilebilmenin dersi idi. Bu dersi, fiilî davranışları ile sergilerlerdi.

O günlerden bugüne aradan kırk yıl geçti. Ancak o günlerin güzel insanlarından bize aksedenler hâlâ silinmedi. Lâhûtî ve bereketli izleri, akıl ve gönlümüzde hâlâ canlı ve müessir… Dolayısıyla o demleri güzelleştirenlere her vakit duâ hâlindeyim… Cenâb-ı Hak hepsinden râzı olsun!.. Lâkin sıra şimdi bugünleri ve yarınları güzelleştirmekte… Bu da bizlere düşüyor. Allâh Teâlâ cümlemizi buna muvaffak kılsın!..

Şebnem – Efendim, bir de bugünlere gelirsek, acaba bugün çocuklarımızı ne gibi tehlikeler beklemektedir? Bu tehlikelere karşı anne-babaların mes’ûliyeti nedir?

Osman Nuri Topbaş – Bugün çocuklarımızı bekleyen tehlikelerin başında onların mâneviyattan uzak yetiştirilmeleri gelmektedir. Yâni sadece dünyaya dönük bir eğitim neticesinde uhrevî pencerenin kapalı kalması… Yâni kalbî hayatın zaafa dûçâr olması… Bilmek gerekir ki, uhrevî haslet ve güzelliklerle yeşermeyen bir nesil huzur bulamaz; çantası diploma tomarları ile dolsa bile… Toplumda nesil enkâzının sayısız hazin misâlleri vardır. Bugün pek çok kötü alışkanlıklar var. Bilhassa narkotiğin pençesinde can verenler, kadınlık haysiyetinin korunmayıp gittikçe küçük yaşlara doğru zehrini akıtan iffet zedelenmesi… Bunlar evlâtlarımızı hangi tehlikelerin beklediğini daha iyi gösteriyor. Bunu görürsek, çözümün de, sînelere îmân ve onun yüce ahlâkını yerleştirmekle mümkün olduğunu daha iyi anlarız. Vahyin nûru ile tanışmayan kalbler hakîkî seâdeti nasıl bulabilir? Bu hususta İstiklâl şairi M. Âkif’in şu yüksek hassâsiyeti içinde olmalıyız:

Îmândır o cevher ki ilâhî ne büyüktür,

Îmânsız olan paslı yürek sînede yüktür…

Dînî mevzularda cehâlet, pek korkunç bir karanlıktır. Zîrâ kişi bilmediğinin düşmanı olur. Dinden uzaklaşmak rûhânî duygulardan mahrûmiyete sebep olur ve vicdan ufkunu daraltır. İç ve dış nûrları söndürür. Kitap ve sünnetin ince hikmetlerinden, rûhânî aydınlığından mahrûm eder. İnsana, Hâlık tarafından lutfedilen cevherleri kaybettirip kişiyi et ve kemik doldurulmuş bir deri torbaya döndürür ki, bu da, insanı yalnız menfaatini düşünür hâle getirir.

Dînî terbiyenin ihmâli, maddeyi putlaştırma illetini doğurur ki, o da dinden uzaklaşmanın temel sebeplerindendir.

Maddeyi putlaştırma, bir felsefe değil, zavallılıktır. Hikmet değil, illet ve zulmettir. Mânevî duyguların uyuşturulması, ölmeden evvel taş ve toprak altına gömülmesidir.

Beşeriyetin insan olma haysiyetine kavuşabilmesi için Kur’ân-ı Kerîm’in îkâzlarına gönül vermek îcâb eder.

Allâh -celle celâlühû- bizlere en büyük nîmetini şu şekilde bildirmektedir:

“O Rahmân ki, Kur’ân’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyânı da tâlim etti. (…) Göğü yükseltti ve dengeyi koydu. (Sen bu dengeyi bozma!)(er-Rahmân, 1-4,7)

Cihânı, ilâhî ölçüler ve mîzanlarla donatan Rabbimiz, kâinât ölçü ve nizâmından başka, Kur’ânî mîzanlar ile de bildiriyor ki; dünyada olduğu gibi ölüm ötesinde de mîzanlar vardır. Dünya ve âhiret, hep mîzanlarla doludur. Hayat ve ölüm, ayrı ayrı, hassas ve şaşmaz mîzanlardır. Her hâlimizin ölçüler içinde olması, gelecek nesle de ibâdet, hâl, davranış ve bir ahlâk numûnesi olması zarûridir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” (Zilzâl Sûresi, 7-8)

Cihan, ilâhî ölçü ve mîzanlarla donatılırken, Kur’ân bize mîzanlar sergilerken, gelişigüzel yaşayıp bu ilâhî ölçülerin dışında bulunanların hâli ne müthiş ve hazin bir gaflettir.

Rahmân sûresindeki bu âyetin ışığında, evlâtlarımıza yaratılış sırrını, Kur’ân’ı ve kulluğu en güzel şekilde anlatmak ve öğretmek zarûrîdir.

Kısacası çocuklarımız, âyette buyurulan kâinattaki ilâhî denge ve âhengi bozmayan güzel ve şerefli mevkilerini koruyacak bir kıvamda eğitilmelidirler. Hiç şüphesiz bu da; âile ocağında, anne ve babanın mahâretli gönüllerinden tecellî edecektir.

Böyle bir tecellî ise, çocuğunun istikbâlini ciddî olarak düşünen anne ve babaların mahsûlüdür. Tabiî sadece bugüne ayarlı bir istikbal değil, aynı zamanda sonsuz seâdete uzanan ebedî bir istikbâli kastediyoruz. Maâlesef bugün adına istikbal denilerek yalnız günü kurtarma yolunda evlâtlarımızın yarınları tehlikeye atılıyor. Nice yanlış işler, hep: «Ne yapalım; yavrumuzun istikbâli daha önemli!» bahâneleriyle evlâtlarımızı Hak katında günâha ve isyana sürüklüyor. Oysa:

Biz yavrumuzu ne kadar mânevî duygularla yetiştirirsek o nisbette Cenâb-ı Hak onun istikbâlini parlak eyler. Osmanlı’nın yirmi dört milyon kilometrekare genişlemesinin sırrı, bu keyfiyetten kaynaklanmaktadır. Yine zor zamanlarda Allâh’ın yardım etmesi de, buna bağlıdır. Çanakkale ve İstiklâl Savaşı zaferleri de bu hakîkatin bir bereket ve tecellîsidir.

O hâlde çocuklarımızı alabildiğine Kur’ân ahlâkı, tefekkürü, istikâmeti üzere eğitmek sûretiyle kendisine, âilesine, daha önemlisi vatanına ve milletine sahip olacak hayırlı evlât olarak yetiştirmek mecburiyetindeyiz. M. Âkif, mısralarında bu hâli ne güzel îzâh eder:

Sahipsiz olan memleketin batması haktır,

Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır…

Bu da, ifade ettiğimiz gibi herkesten önce anne ve babaların birinci vazîfesidir. Bilmelidir ki, Çanakkale ve İstiklâl harbi gibi nice büyük zaferler, zâhirde o zaferlerde rol oynayan kumandan, gâzî ve şühedânın eseri olduğu gibi diğer bir yönden de onları yetiştirip kınalayarak vatan müdafaasına gönderen anne ve babaların zaferleridir.

Şebnem – Efendim, bu güzel hasbihâlinizden dolayı candan teşekkürlerimizi arz ederiz.