Câfer-i Sâdık (rahmetullâhi aleyh) -3-

-Hak Dostlarından Hikmetler-

2014 – Nisan, Sayı: 338, Sayfa: 032

Câfer-i Sâdık Hazretleri buyurur:

“Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in zâhirinde yaşayan kimse sünnîdir. Oʼnun (hem zâhir hem de) bâtınında yaşayan kimse ise sûfîdir.”[1]

[İnsanoğlunun, yaratılıştan gelen iki yönü vardır:

1) Türâbî, yani topraktan yaratılmış bedenî yönü.

2) Rûhî, yani derûnî ve kalbî yönü.

Nasıl ki insanoğlu, rûhî ve bedenî yapıdan müteşekkil ise, ilâhî emir ve nehiyler de, insanın hem zâhirini, hem de bâtınını tanzim eder.

Makbul bir kulluk hayatı için, beden ve ruh, akıl ve kalp, madde ve mânâ, dâimâ dengeli bir âhenk içinde olmalıdır. Çünkü bedensiz bir namaz kılamayız. Bedensiz bir oruç tutamayız. Bedensiz hayır-hasenat yapamayız. Fakat beden, insanın asıl varlığı değildir. Beden, rûhun ancak bir nevî elbisesi mesâbesindedir. Ve bedenin hükmü, son nefeste nihâyete eriyor.

Bir düşünecek olursak; iki kapılı bir han gibi olan dünya, Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’dan günümüze kadar, sayısız insanla bir kapıdan dolup öbür kapıdan boşaldı. Topraktan yaratılan insanın yine toprağa dönüşüyle yaşanan bu devr-i dâim, kıyâmete kadar da sürecek. Üzerinde yürüdüğümüz yeryüzü, bir taraftan dünyaya gelecek bütün insanların özünü/nüvesini ihtiva ederken, diğer taraftansa bugüne kadar gelmiş geçmiş milyarlarca insanın toprağa dönmüş cesetleriyle dolu… Sanki üst üste çakışmış milyarlarca gölge gibi… Yarın bizler de toprağın sînesine girerek bu kesif gölgenin içinde yerimizi alacağız. Ondan sonra ise ebedî bir hayat başlayacak.

İşte bu ebediyet yolculuğunda bize fayda sağlayacak olan, bedenî kuvvet veya güzelliğimiz değil, kalbî güzelliğimiz ve bunun ispatı mevkiinde olan sâlih amellerimizdir.

Bundan dolayıdır ki Mevlânâ Hazretleri şu nasihatte bulunur:

“Teni aşırı besleyip geliştirmeye bakma! Çünkü o, sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen gönlünü feyz pınarlarından doldurmaya bak. Çünkü yücelere gidecek ve şe­reflenecek olan odur…

Rûha mânevî gıdâlar ver. Olgun düşünüş, ince anlayış ve rûhî gıdâlar sun da, gideceği yere güçlü-kuvvetli gitsin!”

Esâsen bu fânî imtihan âlemine gönderilmemizin gâyesi de, nefsânî ihtirasları bertaraf ederek; mânen arınmış, selîm bir kalp ile Rabbimizʼe dönebilmektir. Cenâb-ı Hak, bu gâyeye ulaşabilmesi için insanoğluna, ilâhî kitaplar, peygamberler ve mürşid-i kâmiller lûtfetmiştir.

Yüce Rabbimiz, bu lûtfunun en mükemmelini ise, insanlıkta tecellî eden ilâhî sanatın en müstesnâ hârikası olan Habîb-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimizʼin emsalsiz örnek şahsiyetinde sergilemiştir.

Hidâyet rehberimiz Kurʼân-ı Kerîmʼin canlı bir tefsîrinden ibâret olan nebevî hayat, Rabbimizʼin biz kullarından murâd ettiği “kâmil insan” modelinin, ideal bir numûnesidir.

Fakat Câfer-i Sâdık Hazretleriʼnin de işâret ettiği üzere, Allah Rasûlüʼnü rehber edinirken, Oʼnu yalnızca şeklî ve zâhirî yönüyle değil, buna ilâveten, rûhî, derûnî ve ahlâkî yönüyle de gücümüz nisbetinde emsal almalıyız. Aksi hâlde, âdeta tek kanatla uçmaya çalışan bir kuş gibi, kulluğumuz da Hakkʼın rızâsına vuslat yolunda, noksan ve yetersiz kalacaktır.

Bu bakımdan, Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimizʼi, söz, fiil ve davranışları itibâriyle tanımak kadar, Oʼnu gönül hassâsiyetleri cihetiyle tanımak da elzemdir. Bu ise Efendimizʼi;

* Dâimâ âhireti tercih edişi,

* Zühd ve riyâzeti,

* İhlâs ve takvâsı,

* İhsan ve murâkabe hassâsiyeti,

* İbadetlerdeki huşû hâli,

* İlâhî kudret ve azamet tecellîleri karşısındaki haşyet, acziyet, hiçlik, yokluk hissiyâtı ve derin tefekkürü,

* Beşerî muâmelâtındaki müstesnâ nezâket, zarâfet, edep ve hayâsı,

* Bütün mahlûkâta karşı engin şefkat ve merhameti,

* Kâ‘bına varılmaz cömertlik, fedakârlık ve diğergâmlığı gibi, bütün örnek hâlleri ve ahlâkı cihetiyle de tanımak demektir.

Tasavvufî terbiyenin özü de, Peygamber Efendimizʼin -zâhir ve bâtın- bütün hâl ve tavırlarıyla bütünleşme gayretidir. Efendimizʼin hâliyle hâllenmek, ahlâkıyla ahlâklanmak için Oʼnun sünnetlerine tam bir riâyetle birlikte, gönül dokusundan da hisse almaya çalışmaktır. Bu sâyede dîni; şerîat, tarîkat, hakîkat ve mârifet olgunluğuyla idrâk edip yaşamaya gayret etmektir.

Dîni idrâk edip yaşamak hususundaki bu kalbî derinlik farkını, şu meşhur misalle hulâsa edebiliriz:

* Şerîatte doyduktan sonra yemek israftır.

* Tarîkatte ise, doyuncaya kadar yemek israftır.

* Hakîkatte, kifâyet miktarını Allâh’ın huzûrundan gâfil olarak yemek israftır.

* Mârifette ise, bütün bunlara ilâveten, nîmetlerdeki ilâhî tecellîleri idrâk etmeden yemek israftır. Zira Cenâb-ı Hakkʼın yarattığı her varlık, Oʼnun sonsuz kudret ve azametinin delili mâhiyetindedir.

İşte tasavvuf, Peygamber Efendimizʼin örnek ahlâkından ve gönül âleminden akseden bu nevî kalbî hassâsiyetleri ve tefekkür derinliğini, bütün kulluk hayatına nakşedebilme gayretinden ibârettir.

Cenâb-ı Hak, Habîb-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimizʼi, “emsalsiz bir örnek şahsiyet” olarak, kıyâmete kadar gelecek bütün insanlığa armağan etmiştir. Bilhassa günümüzde Efendimizʼin örnek şahsiyet ve karakteriyle birlikte, gönül dokusunu da bütün ihtişâmıyla idrâk etmeye, fazlasıyla muhtacız. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimizʼin, müslim veya gayr-i müslim, canlı veya cansız bütün mahlûkâta şâmil olan merhamet ufkunu, bugün çok daha yakından idrâk etmek mecbûriyetindeyiz.

Kâinâtın iftihar kaynağı Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-ʼin, açlıktan karnına taş bağladığı zamanlar olur, evinde günlerce ocak yanmaz, yemek bulunmazdı. Fakat eline bir dünyalık geçtiğinde -bir borcu ödemek için ayırdığı hâriç- ondan kendisine hiçbir şey saklamaz, kendisi de muhtaç olduğu hâlde, îsarda bulunarak, nesi varsa muhtaçlara infâk ederdi. Bu hâl, Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz için kâ‘bına varılmaz bir lezzetti. Ashâbının ihtiyacını gidermeden, kendisinin ve âilesinin ihtiyacını düşünmezdi. Her hâlükârda, “önce ümmetim” der, ümmeti huzur bulmadan kendisi de huzur bulamazdı.

Şu hâdise, bu nebevî hassâsiyetin ne güzel bir misâlidir:

Sahâbeden Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- bir gün çok acıkmış, yiyecek bir şey bulamadığı için de karnına taş bağlamıştı. Bu vaziyetteyken Hazret-i Ebû Bekir’e rastladı ve belki kendisini doyurur ümidiyle ona bir âyet sordu. Hazret-i Ebû Bekir ise suâli cevapladıktan sonra geçip gitti. Daha sonra Hazret-i Ömer çıkageldi. O da aynı şekilde davrandı. Zira o an ikisinin de imkânı bulunmuyordu. Derken Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, Ebû Hüreyre’yi gördü ve kalbinden geçeni sîmâsından anlayıp onu evine davet etti.

Efendimiz’in evine bir kap içinde biraz süt getirilmişti. Ebû Hüreyre sütü görünce sevindi. Fakat Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, Ebû Hüreyre’ye, Suffe ehlini çağırmasını emretti. Suffe ehli, kendilerini bütünüyle İslâmʼı öğrenip öğretmeye adadıkları için, dünyalık kazanmakla meşgul olamayan fakir sahâbîlerdi.

Allah Rasûlü’nün Suffe ehlini dâvet etmesi, Ebû Hüreyre’nin pek hoşuna gitmedi. Zira süt, Suffe ehline bile yetmezdi ki artıp kendisine de kalsın. Fakat Allah Rasûlü’nün emrine itaat etmemek olmaz düşüncesiyle, hemen gidip Suffe ehlini dâvet etti.

Peygamber Efendimiz, Ebû Hüreyre’ye, sütü teker teker bütün Suffe ehline ikrâm etmesini emir buyurdu. Kabı alan her sahâbî, kanıncaya kadar içip kabı iâde etti. Bütün Suffe ehli içtikten sonra Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- kabı Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e uzattı. Efendimiz eline aldığı kabı Ebû Hüreyre’ye vererek:

“–Otur da iç!” buyurdu. O da oturup kanıncaya kadar içti. Kabı ne zaman Efendimiz’e verecek olsa, Efendimiz tekrar tekrar:

“–Otur, iç!” buyurdu. Sonunda Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-:

“–Hayır, Sen’i hak peygamber olarak gönderen Allâh’a yemin ederim ki, artık içecek yerim kalmadı.” dedi. Nihâyet Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- kabı aldı, Allâh’a hamdetti, besmele çekti ve kalan sütü içti.” (Bkz. Buhârî, Rikāk, 17)

İşte Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimizʼin gönül dokusundan hisse alan Peygamber âşıkları da, yeryüzünde üşüyen müʼminler bulundukça ısınamayan, komşuları açken tok yatamayan, din kardeşlerinin ıztırâbıyla muzdarip olan, mazlumu, mağduru, garibi, yetimi, kimsesizi kendisine zimmetli gören ve gönüllerini bir rahmet dergâhı hâline getirmiş olan yüksek ruhlardır.

Acaba bizim gönül dünyamız, bu kalbî rikkatten ne kadar izler taşıyor? Bu nebevî hassâsiyetler, ne kadar âşinâ geliyor vicdanlarımıza? Bin bir sıkıntı içinde kıvranmasına rağmen; yüksek hayâ, iffet ve haysiyetinden ötürü, kimseye ihtiyacını arz edemeyen kırık kalpli din kardeşlerimizi sîmâsından tanıyabilecek bir gönül gözüne sahip miyiz? “Önce nefsim” demek yerine, “önce din kardeşim” diyebilecek bir diğergâmlık seviyesi okunuyor mu ruh grafiğimizde?..

Cenâb-ı Hak, Sevgili Rasûlʼünü bizlere şöyle takdîm ediyor:

“Andolsun, size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız O’na çok ağır gelir. O; size çok düşkün, mü’minlere karşı çok raûftur (şefkatlidir), rahîmʼdir (merhametlidir).” (et-Tevbe, 128)

Yani Yüce Rabbimiz, Rasûlüʼnün ümmetine olan muhabbet ve düşkünlüğünü, kendisine âit iki büyük sıfat olan “raûf” ve “rahîm” tâbirleriyle ifâde buyuruyor. Zira Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, şefkat dolu bir annenin evlâdına olan muhabbet ve düşkünlüğünden daha ziyâdesini, ümmeti için hissediyor ve bunun sayısız tezâhürlerini, mübârek hayatında defalarca sergiliyordu.

Bir sefere gidilirken ordunun en önünde yürüyüp ümmetine gelebilecek zorluk ve meşakkatleri öncelikle kendisi göğüslemek istiyor, dönüşte ise en arkadan gelerek, yaralı ve kederli müslümanlara yardım ediyor, onların sıkıntılarını paylaşarak huzur ve tesellî kaynağı oluyordu.

Yine O Rahmet Peygamberi -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“Ben her mü’mine kendi nefsinden daha ileriyim, daha yakınım. Bir kimse ölürken mal bırakırsa, o mal kendi yakınlarına âittir. Fakat borç veya yetimler bırakırsa, o borç bana âittir; yetimlere bakmak da benim vazifemdir.” buyuruyordu. (Müslim, Cuma, 43; İbn-i Mâce, Mukaddime, 7)

Hayatı boyunca ümmetinin selâmeti için çırpındığı gibi, vefâtından sonra da ümmetinin derdiyle dolu olacağını, şöyle ifâde buyuruyordu:

“Hayatım sizin için hayırlıdır; bâzı hâdiseler yaşarsınız, bunun üzerine size ilâhî vahiy ve hükümler indirilir. Vefâtım da sizin için hayırlıdır. Amelleriniz bana arz edilir. Güzel bir amel gördüğümde Allâh’a hamd ederim, kötü bir şey gördüğümde de sizin için Allâh’a istiğfâr ederim.” (Heysemî, IX, 24)

“Dikkat edin! Ben hayatımda sizin için bir emniyet vesîlesiyim. Vefât ettiğimde ise, kabrimde: «Yâ Rabbi, ümmetim, ümmetim!..» diye ilk Sûr üfleninceye kadar nidâ edeceğim…” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, c. 14, s. 414)

Yani Allah Rasûlüʼnün en büyük derdi, ümmetinin huzuru ve ebedî kurtuluşuydu. Ömrü boyunca olduğu gibi, şimdi de berzah âleminde biz ümmetini dilinden ve gönlünden düşürmeyen Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’e aynı aşk ve muhabbetle mukâbele edebilmek, O’na ümmet olmakla şereflenen her müʼminin vefâ borcudur.

Peki bu hususta biz ne durumdayız? Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- kıyâmete kadar kabrinde biz ümmeti için duâ ederken, bizim arzu, istek ve hedeflerimiz ne kadar “nefsî nefsî” bencilliğini izhâr ediyor, ne kadar “ümmetî, ümmetî” diğergâmlığını sergiliyor?

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimizʼin biz ümmeti için yaptığı pek çok duâsındaki arzularının tahakkuku yolunda, hangi gayreti kendimize vazife edinebildik? Nebevî bir arzunun gerçekleşmesi uğruna hangi dünyevî arzumuzdan ferâgat edebildik?

Ümmet-i Muhammedʼin maddî ve zâhirî ihtiyaçlarıyla birlikte, mânevî ve îmânî dertlerinin ne kadarıyla alâkadar olabildik?

Milletimizin dîn, îman ve ahlâk alanında yaşadığı dehşetli erozyonu durdurabilmek için, hangi mücâdelenin gayretini kuşanabildik?

Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, sevinçte ve kederde, zaferde ve mağlûbiyette, bollukta ve darlıkta dâimâ “asıl hayatın âhiret hayatı olduğu”nu vurgulamış ve:

“…Allâhʼım! Bizi dînimizde musîbete uğratma! Dünyayı en büyük düşüncemiz ve gâyemiz, ilmimizin ulaşabileceği son nokta kılma!..”[2] niyâzında bulunmuşken; bizim dert ve endişelerimizin ağırlık kısmını, dînî ve uhrevî meseleler mi teşkil ediyor, yoksa gündelik dünyevî telâşlar ve gelgeç nefsânî ihtiraslar mı?..

Gündemimizi meşgul eden sayısız telâş ve endişe içinde “son nefes” endişesi, “âhiret” endişesi ve “ümmet-i Muhammed”in dertleri kaçıncı sırada yer alıyor?..

Unutmayalım ki, Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in biz ümmetiyle ilgili bütün beyanları, hepimize, muazzam bir mes’ûliyet ufku telkin ediyor. Biz de O “raûf ve rahîm” Peygamberʼe vefâ göstererek ümmetin dertleriyle dertlenmeli, Efendimizʼin gül yüzünde bir tebessüm olabilmenin gayretiyle çırpınmalıyız.

İslâm âlimleri, yeryüzünün herhangi bir bölgesinde zulüm gören, esir olan veya ezilen din kardeşlerine yardım etmeye muktedir olup da yardım etmeyen müslümanların, büyük bir günaha girecekleri hususunda ittifak etmişlerdir.

Bugün Myanmar, Sûriye, Afrika ve diğer İslâm beldelerindeki din kardeşlerimizin içler acısı hâli, bizim için ilâhî bir imtihan tablosudur!..

Bizler, ümmetin derdiyle dertlenip Allah Rasûlüʼnün emânetine ne kadar sahip çıkabilirsek; Efendimizʼin mübârek sîmâsı da bizden yana o kadar mütebessim olacaktır. Fakat -Allah korusun- bizler enâniyet girdaplarına kapılıp nefsânî çekişmelerle din kardeşliği hukukunu çiğnersek; bu defa Oʼnun rakîk ve latîf rûh-i saâdetleri, bizler sebebiyle incinecek, mahzun ve mükedder olacaktır.

Nitekim Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, kalb-i şerîflerini titreten bu endişeyi, biz ümmetini îkaz sadedinde şöyle ifâde buyurmuşlardır:

“Ben âhirete sizden önce gideceğim ve sizin için hazırlık yapacağım; sizin Allah yolundaki hizmetlerinize şâhitlik edeceğim. Buluşma yerimiz Kevser Havuzuʼnun yanıdır. Ben şu bulunduğum yerden Kevser Havuzuʼnu görmekteyim. Ben sizin Allâh’a şirk koşmanızdan korkmuyorum. Ama dünya hırsından dolayı birbirinizle didişip çekişmenizden korkuyorum.” (Buhârî, Megâzî 17; Müslim, Fezâil 31)

Unutmayalım ki mahşerin o dehşetli gününde, Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimizʼin “şefâat-i uzmâ”sına muhtâcız. Oʼnun “Hamd Sancağı” altında toplanıp “Havz-ı Kevser”inde ferahlanmaya muhtacız. Yani Oʼnun yakınında bulunmak ve Oʼnunla beraber olmak, en hayatî zarûretimiz.

Bu yakınlık ve beraberliğin yolunu ise, yine O Gönüller Sultânı:

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyurarak müjdeliyor. (Buhârî, Edeb, 96)

Fakat bu beraberliğin hakîkati; hâl beraberliği, amel beraberliği, ahlâk beraberliği, his ve fikir beraberliği, velhâsıl istikâmet beraberliğidir. Efendimizʼin ümmetine olan düşkünlüğünde Oʼnunla beraber olabilmektir. İbâdetlerdeki huşû hâlinde Oʼnunla beraber olabilmektir. Muâmelâtındaki nezâket ve zarâfetinde Oʼnunla beraber olabilmektir…

Böyle bir beraberlik mevcut olduktan sonra, en uzaktaki bile yakın sayılır. Fakat bu beraberlik yoksa, en yakındaki bile uzak sayılır. Yağan ilâhî rahmetten ancak nefsini toprak gibi alıcı hâle getirenler istifâde edebilirler. Gurur, kibir ve enâniyetten taş kesilmiş ham nefisler ise, tıpkı sert kayalıklar gibi, üzerinden akıp giden bahar yağmurlarının rahmet damlalarından nasipsiz kalırlar.

Mevlânâ Hazretleri, ilâhî rahmetin iki büyük tecellîgâhı olan Kurʼân-ı Kerîm ve Peygamber Efendimizʼe yakınlık ve onlardan istifâde hususunda insanların durumunu şu teşbih ile îzah eder:

“Güneş, kuru dala da, yaş dala da yakındır. (Her ikisine de aydınlatan ve ısıtan şuâlarını cömertçe ikram eder.) Fakat zamanı gelince, olgun, lezzetli ve güzel kokulu meyvelerini yiyeceğin yaş ve taze dalın Güneşʼe yakınlığı nerede, kuru dalınki nerede?!

Kuru dal, Güneşʼe yakınlığı yüzünden daha beter kurumaktan (ve yakılacak bir odun olmaktan) başka ne elde edebilir?!”

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede şöyle buyurur:

“Biz, Kurʼânʼdan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müʼminler için şifâ ve rahmettir; zâlimlerin ise yalnızca ziyânını artırır.” (el-İsrâ, 82)

Demek ki Kurʼân-ı Kerîm ve Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimizʼe gerçek yakınlığımız, ancak mânevî istifâdemiz ve hâl beraberliğimiz ölçüsündedir.

Bir gün Fahr-i Kâinât Efendimiz:

“Kardeşlerimizi görmeyi ne kadar da çok arzuladım. Onları ne kadar da özledim!” buyurdular. Ashâb-ı kirâm:

“–Biz Senʼin kardeşlerin değil miyiz yâ Rasûlâllah?” deyince Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“–Siz benim ashâbımsınız. Kardeşlerimiz ise henüz dünyaya gelmeyenlerdir.” buyurdu. Ashâb-ı kirâm:

“–Ümmetinizden henüz dünyaya gelmeyen kimseleri nasıl tanırsınız ey Allâh’ın Rasûlü?” dediklerinde:

“–Düşünün ki bir adamın ayakları ve yüzü beyaz olan bir atı var. O kimse bu atını, hepsi simsiyah olan bir at sürüsü içerisinde tanıyıp bulamaz mı?” diye sordu. Ashâb-ı kirâm:

“–Evet, bulur yâ Rasûlâllah!” dediler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şöyle buyurdu:

“–İşte onlar da abdest âzâları bembeyaz olduğu hâlde gelecekler. Ben önceden gidip havuzumun başında ikram etmek için onları bekleyeceğim. Dikkat edin! Birtakım kimseler yabancı devenin sürüden kovulup uzaklaştırıldığı gibi benim havuzumdan kovulacaklar. Ben onlara; «Gelin buraya!» diye nidâ edeceğim. Bana; «Onlar Senʼden sonra hâllerini değiştirdiler (Senʼin sünnetini terk edip başka yollara saptılar) denilecek. Bunun üzerine ben de «Uzak olsunlar, uzak olsunlar!» diyeceğim.” (Müslim, Tahâret, 39)

Demek ki Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimizʼle âhirette beraber olabilmenin yolu, bu dünyada her dâim Oʼnunla olmaktan geçmektedir. Oʼnun bizlere duyduğu muhabbet ve hasreti karşılıksız bırakmayıp her vesîleyle Oʼna muhabbet ve bağlılığımızı tâzelememiz gerekmektedir. Zira gerçek bir muhabbet, iki kalp arasında âdeta bir cereyan hattı tesis eder. Bu hattan sürekli bir “hâl transferi” gerçekleşir. Gerçek mânâda seven birinde, sevdiğinin hâl ve tavırları sürekli sirâyet hâlinde bulunur.

Yani seven, sevgisi nisbetinde sevdiğine benzer, onun şahsiyet ve karakterinden hisse alır. Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’den almamız gereken en mühim mânevî tahsil de, iç dünyamızı O’nun gönül dokusundaki hissiyât ile müşterek hâle getirebilmektir.

Dolayısıyla “Ben Allah Rasûlüʼnü seviyorum” demek kâfî değildir. Seviyorsak, Oʼnun ahlâkı ve kalbî hassâsiyetleri bizde ne kadar görünüyor? Merhametimiz ne kadar, şefkatimiz ne kadar, ahlâkımız hangi seviyede?.. Dünya ile âhiret arasında tercih durumunda kaldığımızda “esas hayat âhiret hayatıdır” diyebiliyor muyuz? Yeri geldiğinde nefsimizden ferâgat edip din kardeşimizi kendimize tercih edebiliyor muyuz? Yoksa bütün bu sevgi ifâdelerimiz, asılsız bir iddiâdan mı ibâret kalıyor?!..

Bu itibarla vakit, Peygamber Efendimizʼe muhabbetle bağlılık hususunda durumumuzu gözden geçirme vaktidir. Noksanlarımızı tespit edip telâfî cehdine girme vakti…]

Cenâb-ı Hak, Sevgili Rasûlʼünün gönül dokusundan hisseler alabilmeyi cümlemize nasîb eylesin! Kalplerimizi Oʼnun sevgisiyle, hayatımızı da Oʼnun Sünnetʼiyle müzeyyen kılsın. Âhirette de şefâatine nâil eylesin…

Âmîn!..


Dipnotlar:

[1] Ebû Nuaym, Hilye, I, 20.

[2] Tirmizî, Deavât, 79.