Câfer-i Sâdık (rahmetullâhi aleyh) -2-

-Hak Dostlarından Hikmetler-

2014 – Mart, Sayı: 337, Sayfa: 032

Câfer-i Sâdık Hazretleri buyurur:

“Beş çeşit insan ile arkadaş olmaktan sakın!

1) Yalancı: Çünkü onunla beraber olduğun sürece aldanış içinde bulunursun. O serap gibidir. Sana uzağı yakın, yakını uzak gösterir.

2) Ahmak: Sana faydalı olmak istediği zaman bile zarar verir, bunun da farkında olmaz.

3) Cimri: Senin en fazla muhtaç olduğun şeyi senden esirger.

4) Korkak: Seni başkasına teslim eder ve zor zamanda kaçıp gider.

5) Fâsık: Seni bir lokmaya ya da daha azına satar.”[1]

[Bir hadîs-i şerîfte;

“Kişi dostunun dîni üzeredir. Onun için her biriniz kiminle dostluk ettiğine dikkat etsin!” buyrulmuştur. (Ebû Dâvûd, Edeb, 16/4833)

Hiçbir insan, anne-babasını, doğduğu muhiti kendisi seçemez. Fakat kimlerle dost olacağını seçmek, insanın elindedir ve bu tercihlerinden dolayı da mesʼûldür. Zira insan, dostlarının hâl ve ahlâkından hisseler alır, şahsiyet ve karakterini bu tesirlerle inşâ eder. Ekseriyetle doğru yola da, yanlış yola da dostlarının telkinleriyle yönelir. Dolayısıyla ahlâkî zaaflara müptelâ kimselerle ülfet edip onlarla dostluk kurmak, mânevî hayata zehir saçmaktan farksızdır.

Câfer-i Sâdık Hazretleri de bu hakîkate dikkat çekerek, mâneviyat ve ahlâk itibâriyle çeşitli zaafları bulunan kimselerden, -onları îkaz ve tebliğ dışında- uzak durmayı telkin etmektedir. Zira ünsiyet edilen kimseler arasında kolayca yayılabilen kötü huylar ve nefsânî zaaflar, kişiyi îman zaafına kadar sürükleyebilmektedir. Bunların en tehlikelisi ise “yalan” illetidir. Nitekim bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:

“Sıdk (doğruluk), insanı iyiliğe, iyilik de Cennet’e götürür. Kişi, doğru söylemeye devam ettikçe, sonunda sıddîklardan olur. Yalan, kişiyi fücûra (günah ve ahlâksızlığa), fücûr da Cehennem’e götürür. Kişi yalan söylemeye devam ettikçe, sonunda Allah indinde yalancılardan yazılır.” (Buhârî, Edeb, 69)

Sıdk/doğruluk o kadar mühimdir ki âyet-i kerîmede hesap gününden bahsedilirken; “…Bu, sâdıklara sadâkatlerinin fayda vereceği gündür…” (el-Mâide, 119) buyrulmaktadır.

Sadâkat, müslüman şahsiyetinin ayrılmaz bir vasfıdır. Müşrikler dahî Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimizʼe peygamberliğinden önce, ismiyle hitâb etmek yerine “el-Emîn” ve “es-Sâdık” sıfatlarıyla hitâb ederlerdi. Zira güvenilir ve doğru olmak, Oʼnun aslî tabiatı idi.

Yine Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’e bir gün:

“–Mü’min, korkak olabilir mi?” diye sorulmuştu.

“–Evet, olabilir!” buyurdu.

“–Mü’min, cimri olabilir mi?” diye soruldu.

“–Evet, olabilir!” buyurdu.

“–Peki mü’min, yalancı olabilir mi?” diye soruldu.

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz bu sefer:

“–Hayır, aslâ!” buyurdu. (Muvatta’, Kelâm, 19; Beyhakî, Şuab, IV, 207)

Demek ki bir müʼmin -beşer olmak hasebiyle- hata ve kusurlardan bütünüyle uzak duramasa da, dünyevî plânda kendi aleyhine olduğunu bilse bile, mutlakâ yalandan uzak durmalı, doğruluk ve dürüstlüğü hiçbir zaman elden bırakmamalıdır. Nitekim Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, şakalarında dahî hakîkat dışı bir ifâde kullanmamışlardır. O’nun doğruluk hassâsiyeti öyle bir seviyeye ulaşmıştır ki, bir kadının çocuğunu çağırırken:

“−Gel bak sana ne vereceğim!” demesi üzerine, hemen kadına, ona ne vereceğini sormuş, kadın da birkaç hurma vereceğini söyleyince:

“−Şâyet ona bir şey vermeyecek olsaydın, sana bir yalan günahı yazılırdı.” buyurmuşlardır. (Ebû Dâvûd, Edeb, 80/4991; Ahmed, III, 447)

Şunu aslâ unutmamalıyız ki, ahdinden dönmek, sözünde durmamak, aldatmak, kandırmak gibi çirkin vasıflar, kişinin sadece ahlâkını ifsâd etmekle kalmaz, îmânını da temelinden sarsar.

Nitekim bir hadîs-i şerîfte:

“Emâneti (güvenilirliği) olmayanın, îmânı da yoktur.” buyrulmuştur. (Ahmed, III, 135)

Yalan günahının, mânevî hayat üzerindeki ağır tahribâtına işaret sadedinde Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- vâlidemiz de şöyle buyurmuştur:

“Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimizʼe, yalandan daha kötü ve çirkin gelen bir huy yoktu. Ashâbından birinin herhangi bir hususta azıcık yalan söylediğini duysa, onun tevbe ettiğini öğreninceye kadar, kendisini o sahâbîden uzak tutar, onunla görüşmek istemezdi.” (İbn-i Sa‘d, I, 378)

Allâhʼa îmân edenlerin ortak adı olan “müʼmin” kelimesinin bir mânâsı da, çevresine îtimat ve emniyet telkin eden, güvenilir ve dürüst kimse demektir. Bu bakımdan müʼminler olarak, peygamberlik vazifesinden önce dahî “el-emîn” ve “es-sâdık” sıfatlarıyla tanınan bir Peygamberʼin ümmeti olduğumuzu unutmamalı, Oʼnun ahlâkını, gücümüz nisbetinde örnek almaya çalışmalıyız.

Zira Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-; “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyurmuştur. (Buhârî, Edeb, 96) Bu beraberlik ise, yalnız zâhirî beraberlik değil, hâl, amel ve ahlâk beraberliğidir. Bu sebeple nebevî ahlâkın bugünkü temsilcileri mevkiinde bulunduğumuzu hatırımızdan çıkarmayıp dâimâ İslâm ahlâkına yakışır bir şahsiyet ve karakter sergilemeliyiz.

Bunun için de, kendimiz doğruluk ve dürüstlük prensiplerinden tâviz vermeyip dostlarımızı da böyle kimselerden seçmeye titizlik göstermeliyiz.

Câfer-i Sâdık Hazretleriʼnin ikinci olarak dostluğundan sakınmayı tavsiye ettiği kimseler ise “ahmak”lardır. Zira ahmak, dostuna faydalı olduğunu zannederek ona zarar verir de bundan haberi bile olmaz.

Ahmak, kendisi akla muhtaç iken başkalarına akıl vermeye çalışan, kendisi dalâlette olduğu hâlde başkalarına yol gösterme iddiâsında bulunan şaşkın kimsedir. Yani o, kendi kalbinin ölü olduğunu bilmeden başka kalpleri diriltmenin derdine düşen gâfil insandır. Tıpkı Mevlânâ Hazretleriʼnin naklettiği şu kıssada olduğu gibi:

Bir gün Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-’a bir kimse yol arkadaşı olmuş. Beraber giderlerken bu adam, bir köşede bâzı kemikler görmüş ve Hazret-i Îsâ’ya:

“–Ne olur yâ Îsâ! Bildiğin ism-i âzam’ı bana da öğret de bu kemikleri diriltip kaldırayım.” diye yalvarmış.

Hazret-i Îsâ ise cevâben:

“–O iş senin kârın değildir. İsm-i âzam’ı okuyup ölüyü diriltmek için, yağmurlardan daha temiz bir nefes sahibi, kullukta meleklerden daha anlayışlı bir kişi olmak gerek. İsm-i âzam, (haram ve şüpheli lokmanın geçmediği) temiz bir ağız ve (Allahʼtan uzaklaştıran her şeyden arınmış bir) kalp ister. Yani öyle bir kimse ki, nefsi haram ile kirlenmiş olmasın ve melekler gibi isyan ve günahtan pâk olsun. Çünkü bir kimsenin nefsi pâk olmadan, o kimsenin duâsı makbûl olmaz!..

Meselâ farzedelim ki sen, Hazret-i Mûsâʼnın asâsını elinde tutabilirsin. Fakat Mûsâ’daki kuvvet sende var mı ki, onu ejderha yapabilesin… İşte bunun gibi, sende Îsâ’nın nefesi yokken ism-i âzam’ı okumanın sana ne faydası olur ki?!” dedi.

Fakat gâfil yine durmadı ve:

“–Yâ Îsâ! Bu istîdat bende yoksa, bâri sen o kemiklerin üzerine oku!” dedi. Îsâ -aleyhisselâm-, bu ahmağın sözlerine ziyâdesiyle şaşırdı ve:

“–Yâ Rabbi! Bu esrârın hikmeti nedir? Bu ahmağın bu derece tartışmaya meyli nedendir? Kendisinin kalbi ölü, başkasının cesedini diriltmeye çalışıyor! Hâlbuki ona düşen; asıl ölü olan kendi kalbini ihyâ etmeye çalışmaktır. Kendi kalbini diriltmek için duâ edeceğine, başkalarını ihyâya çalışıyor. Bu ne dehşetli bir gaflettir!” diyerek hayretini ifâde etti.

Şu hâdise de, bu hakîkatin bir başka ifâdesidir:

Büyük velîlerden Necmeddîn-i Kübrâ Hazretleri, talebeleriyle birlikte sâlih bir zâtın cenazesine iştirâk eder. Mevtâya telkinde bulunulduğu sırada, Necmeddîn-i Kübrâ Hazretleri tebessüm eder. Talebeleri, hocalarının böyle bir anda tebessüm etmesine hayret edip bunun hikmetini sorarlar. Hazret, önce açıklamak istemez, fakat ısrar edilince şöyle der:

“–Telkini, diri ölüye yapar. Hâlbuki burada telkin veren kimsenin kalbi gâfil; mezara giren mevtânın kalbi ise dipdiri. Gâfil birinin kalben diri olana telkin vermesine taaccüb ettim.”

Hayatta en kötü hamâkat; her biri ilâhî kudret ve sanatın mührünü taşıyan varlıkları, alık ve abus bir çehre ve boş nazarlarla seyredip bunların hikmet ve ibret safhasına intikal edememektir.

Yine en fecî ahmaklık, kâinatta sergilenen ilâhî kudret ve azamet tecellîlerinin hikmetinden gâfil kalmaktır. Akılları hayran bırakan ve havsalaya sığmayacak derecede bir mükemmellik ve ihtişam arz eden ilâhî tanzîme rağmen, hayat ve kâinâtı kör bir tesadüfle îzah etme basitliğine düşerek, kendini hayvanlar gibi hür(!), sorumsuz ve başıboş bir varlık olarak görmektir. Böyle kimseler hakkında Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

“…Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hattâ daha da şaşkındırlar. İşte asıl gâfiller onlardır.” (el-A‘râf, 179)

Bunlar, iki parmağıyla iki gözünü kapattığı için gün ortasında Güneşʼi kaybeden, böylece inkâr kolaycılığına kaçan kör idrâklerdir. Zira nefsânî ihtiraslarını tatmin arzusu, ahmağın gönül gözünü kör etmiş, kalp âlemini âdeta karanlık bir zindana çevirmiştir. Bu sebeple ahmağın idrâki;

“Bu kâinâtı kim yarattı, kimin mülkünde yaşıyoruz, bu âleme niçin geldik, buradan yolculuk nereye?..” gibi, son derece hayâtî suallerin tefekküründen dâimâ kaçmayı tercih eder. Fakat bu kaçış ve inkâr gafleti, onu bir gün, kaçtığı hakîkatlerle yüzleşmekten kurtaramaz.

En fenâ ahmaklık; hakîkati hiç olmadığı yerde aramaktır. Yani saâdeti sefâlet çarşısında bulmaya çalışıp boşuna yorulmak ve kendine yazık etmektir. Tıpkı gıdâsını lâğım ve mezbelelikte arayan ve ancak orada huzur bulan kubur fareleri gibi…

Yine en fecî ahmaklık, boylu boyunca bâtıl batağına saplanmış olduğu hâlde, kendini hak ve hakîkatin yegâne temsilcisi olarak görme taassubudur. Kibir, gurur ve enâniyet sarhoşluğu içinde, nâkıs aklına aşırı güvenerek nefis ve şeytanın elinde oyuncak olmaktır.

Yine en hazin ahmaklık, nefsânî ve gelgeç câzibelere aldanarak fânî dünyayı, sonsuz bir âhirete tercih etmektir. Damlaya kanıp deryâdan gâfil kalmaktır. Sınırlıyı kazanmak için sınırsızı satmaktır. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-ʼın buyurduğu gibi; “Başkalarının dünyasını âbâd etmek için kendi âhiretini berbâd etmektir.” Yani kuldan gelecek fânî bir menfaate aldanarak, Rabbinin rızâsını ve ebedî mükâfatlarını kaybetmektir.

İşte böylesine bir gaflet ve hamâkat seline kapılmış kimselerle dostluktan, kişiye fayda değil, ancak zarar dokunur. Bu sebeple ahmağın dostluğundan, titizlikle sakınmak elzemdir.

Câfer-i Sâdık Hazretleriʼnin üçüncü olarak dostluğundan sakınmamızı tavsiye ettiği kimseler ise “cimri”lerdir.

Unutmamak îcâb eder ki servetin iki büyük felâketi vardır. Biri “israf”, diğeriyse “cimrilik”tir. İsraf; aşağılık duygusunu bastırmak için yapılan nefsânî bir güç gösterisidir. Cimrilik ise korkaklıktır; Cenâb-ı Hakkʼa sığınmak yerine, malına dayanıp güvenmektir.

Cenâb-ı Hak, kendilerinden râzı olduğu sâlih kullarının, bu iki çirkin huydan da uzak olduklarını şöyle beyan buyurmaktadır:

(O sâlih kullar), harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler; ikisi arasında dengeli (orta) bir yol tutarlar.” (el-Furkân, 67)

Daha önce de ifâde edildiği üzere cimrinin fârik vasfı “korkaklık”tır. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size çirkin şeyleri (yani cimriliği) telkin eder…” (el-Bakara, 268)

Cimri, rızık hususundaki ilâhî takdir ve taksîme tevekkül noksanlığı sebebiyle, ihtiyacından fazla biriktirmeye çalışır, dâimâ malına güvenir. Hümeze Sûresiʼnde de bu hakîkate şöyle dikkat çekilmektedir:

“…(Vay hâline o kimsenin) ki o, mal toplamış ve onu sayıp durmuştur. (O,) malının kendisini ebedî kılacağını zanneder. Hayır! Andolsun ki o, Hutameʼye atılacaktır. Hutameʼnin ne olduğunu bilir misin? Allâhʼın, tutuşturulmuş, (yandıkça) tırmanıp kalplerin ta üstüne çıkan ateşidir…” (el-Hümeze, 2-7)

Malını, kendi varlığının yegâne teminâtı olarak gören cimri, sıkıştığı anda, malını yitirme korkusuyla dost göründüğü kimseleri terk etmekten çekinmez. Yani malını kaybetmektense dost kaybetmeyi kolayca tercih eder. Çünkü cimri, maddî kıymetlerle satın alınamayacak olan; vefâ, merhamet, sadâkat ve samimiyet gibi yüksek değerlerden mahrumdur.

Kötü ahlâk ve çirkin vasıflar, hep birbirine bağlıdır. Cimri insan, merhametsizdir, merhametsiz insan mağrur ve kibirlidir, kibirli insan da Allah yolunda gayret ve fedâkârlıktan uzaktır. Yani cimrilik, bütün kötü huylara bağlı olan ve nihâyetinde insanı mânen helâke sürükleyen, çirkin bir vasıftır. Hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere:

“…Cimrilik, dalları dünyaya uzanmış Cehennem ağaçlarından bir ağaçtır. Kim, onun dallarından birine tutunursa, bu onu Cehennemʼe kadar çekip sürükler!..” (Beyhakî, Şuabü’l-Îmân, VII, 435)

Dolayısıyla cimri insanları dost edinmemek ve onlardan gelebilecek dostluk iddiâlarına da dâimâ ihtiyatla yaklaşmak îcâb eder.

Câfer-i Sâdık Hazretleriʼnin dördüncü olarak dost olmaktan sakınmamızı tavsiye ettiği kimseler ise “korkak”lardır. Çünkü korkak, zoru görünce firar eden veya dostunu düşmanına teslim edebilen, düşük karakterli kimsedir. Hâlbuki bu nevî çirkin huylar, ne İslâm ahlâkıyla bağdaşır, ne de din kardeşliği hukukuyla… Nitekim bir hadîs-i şerîfte:

“Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu düşmana teslim etmez…” buyrulmuştur. (Buhârî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr, 58)

Kâmil îmâna sahip bir müslüman, Allahʼtan başkasından korkmaz. Bu sâyede kula kulluk etmekten kurtulur.

Her hususta ümmetine emsalsiz bir örnek şahsiyet olan Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de, duâlarında korkaklıktan Allâhʼa sığınmış, düşman üzerine yapılan seferlerde ordusunun en önünde yürüyerek ashâbına cesâret telkin etmiştir. Oʼnun gazâ meydanlarında sergilediği muhteşem şecâat ve bahadırlığa, yiğitlerin pîri Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- dahî hayran olmuş ve O’nun cesaret timsâli sayısız hâllerinden birini şöyle nakletmiştir:

“Biz Bedir’de Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e sığınıyorduk. O gün kendisi, düşmana en yakın duranımız ve insanların en cesur ve metânetli olanıydı.” (Ahmed, I, 86)

Ashâbın îman heyecanından kaynaklanan sayısız cesâret misallerinden biri de, âmâ sahâbî Abdullah ibn-i Ümmi Mektûm -radıyallâhu anh-ʼın Kadisiye Seferiʼnde sancaktarlık yapması hâdisesidir.[2]

Sefere çıkılacağı zaman o mübârek sahâbî, büyük bir îman vecdiyle orduya katılmak istemişti. Fakat kendisine, gözleri görmediği için seferden muâf olduğu söylenince, o mübârek sahâbî hüzne gark oldu. Yüksek bir îman ufkuyla durumunu tefekkür edince, kendisinin harpten muâf olduğunu söyleyenlere şu muhteşem cevâbı verdiği nakledilir:

“–Benim bu hâlimle de size büyük bir faydam dokunabilir. Çünkü ben âmâ olduğum için, düşman kılıçlarını göremem, bu yüzden de cesaretim kırılmadan en önde sancağı taşırım. Benim korkusuzca düşman üstüne yürüdüğümü gören müslümanların da, cesaret, kahramanlık ve heyecanı artar.”

Âmâ sahâbî İbn-i Ümm-i Mektûm’un bu îman cesâreti, sıhhat ve kuvveti yerinde olan müʼminler için, ne muhteşem bir ders mahiyetindedir.

Cesâretin zıddı olan korkaklık ise, insanı zillet ve esârete mahkûm eden bir zaaftır. Bu zaafın tezâhürleri, kişinin bütün hâl ve tavırlarına sirâyet eder. Meselâ korkak biri cömert olamaz, zira infak etmekle malının azalıp fakir düşeceğinden korkar.

Dolayısıyla, kişinin mâneviyâtına verdiği menfî tesir sebebiyle, korkak kimsenin dostluğundan da hayır gelmeyeceğini bilmek gerekir.

Câfer-i Sâdık Hazretleriʼnin son olarak dostluğundan sakınmayı tavsiye ettiği kimseler ise “fâsık”lardır. Çünkü fâsık, nefsinin esiridir. Günahların câzibesine aldanarak nefsânî bir yaşayışın mahkûmu olmuştur. Bu yüzden, en ufak bir nefsânî menfaati için dostunu satmaktan çekinmez.

Âyet-i kerîmede, fâsıklara karşı son derece ihtiyatlı olunması şöyle tavsiye edilmektedir:

“Ey îmân edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” (el-Hucurât, 6)

Yani fâsığın nefsânî ihtirasları uğruna sûret-i haktan görünerek çıkarabileceği fitne ve fesattan aslâ emin olunamaz. Çünkü fâsık; yalan, iftirâ ve hakârete alışmış, ahlâksız kimsedir. Bu yüzden de fâsığın ipiyle kuyuya inilmez, sözüne îtibâr edilmez, şâhitliğine güvenilmez.

Ayrıca fâsıklar gibi, küfür ehliyle dostluk da, menfî bir hâl transferine sebep olup kalbe kasvet ve zulmet verir. İmâm-ı Rabbânî Hazretleriʼnin bir mektubunda naklettiği şu hâdise ne kadar ibretlidir:

“Bir keresinde hasta bir şahsın ziyaretine gitmiştim. Ölüme yaklaşmıştı. Hâline teveccüh ettiğimde gördüm ki, kalbi şiddetli karanlıklar içinde. Her ne kadar bu karanlığın kalkması için teveccüh ettiysem de hiç kalkmadı. Çokça teveccühten sonra mâlûm oldu ki; bu karanlıklar, küfür ehlinden kendisine sirâyet eden menfî hâllerden kaynaklanmaktadır. Bu sıkıntıların menşei, küfür ehli ile dost geçinmiş olmasıdır.

Bundan sonra anladım ki; bu karanlıkların def’i için teveccüh etmek yerinde bir iş değil… Zira onun bu karanlıklardan temizlenmesi, Cehennem azâbına kalmıştır ki, küfür ehliyle beraberliğin cezâsı budur.

Bu arada, şu dahî mâlûm oldu ki; îmandan bir zerre, onu ebedî Cehennem azâbında kalmaktan kurtaracaktır. Bu da, o miktar îmânın bereketiyle olacaktır.

Daha sonra hatırıma; «Acaba bunun cenaze namazını kılmak câiz mi, değil mi?» suâli geldi. Bu da teveccühten sonra belli oldu ki, onun namazını kılmak yerinde olur. O müslümanlar ki, îmânın varlığıyla beraber küfür ehlinin âdetlerini icrâ ederler ve onların günlerine hürmet ederler… Onların yine de namazını kılmak gerekir. Onları küffâr arasına katmak doğru olmaz… İşin sonunda, onların ebedî azaptan kurtulmalarını ummak da yerinde olur.” (Bkz. Mektubât-ı İmâm-ı Rabbânî, c. I, 266. Mektup)

Küfür ehlini dost edinmenin hazin âkıbetine dâir, belki de en ibretli misâl, tarihteki Endülüs (İspanya) müslümanlarıdır.

Endülüs müslümanları, ilk asırlardaki îman heyecanından uzaklaşarak nefsânî ihtiraslar sebebiyle bölünüp parçalanmışlardı. Üstelik müslüman beylikler, giriştikleri kardeş kavgasında kendilerine yardım etmeleri için hristiyanları dost edinmişlerdi. İşte bu dostluk(!) onların enkâzını hazırladı.

Velhâsıl müʼminler olarak, hayatta kimleri dost edindiğimize son derece dikkat etmeli ve;

“Ey îmân edenler! Allahʼtan korkun ve sâdıklarla beraber olun.” (et-Tevbe, 119) ilâhî emrini, kendimize düstûr edinmeliyiz.

Unutmayalım ki İmâm Gazâlî Hazretleriʼnin buyurduğu gibi, fâsık ve gâfil insanlarla zâhirî beraberlik, zamanla zihnî beraberliğe, zihnî beraberlik de bir müddet sonra kalbî beraberliğe dönüşür. Bu ise, insanın mânevî bakımdan adım adım helâke sürüklenmesi demektir.

Cenâb-ı Hak, fâsıklarla beraber fısk u fücûra dalanların âhiretteki pişmanlıklarından bir manzarayı âyet-i kerîmelerde şöyle haber verir:

(Cennetʼe girenler uzaklardan günahkârlara sorarlar:) «–Sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir?» Onlar şöyle cevap verirler: «–Biz namaz kılanlardan değildik, yoksulu doyurmuyorduk, (bâtıla) dalanlarla birlikte biz de dalıyorduk, cezâ gününü de yalan sayıyorduk. Sonunda bize ölüm geldi çattı.»” (el-Müddessir, 42-47)

Demek ki Cenâb-ı Hakkʼa secde etmemek, merhametsizlik, cimrilik, katı kalplilik ve âhireti inkâr etmek gibi, kulu Cehennemʼe dûçâr eden vasıflardan biri de, bâtıla dalıp giden fâsıklarla hemhâl olmak, günahkâr kimselerle düşüp kalkmak ve onların yoluna uymaktır.

Şâyet bizler, âhirette sâlih ve sâdıklarla beraber haşrolunmayı istiyorsak; bu dünyada onların yanında yer almalı, onlarla hâl, tavır ve amel müşterekliği içinde bulunup ibadet, muâmelât ve ahlâkta onlara benzemeye gayret etmeliyiz.]

Cenâb-ı Hak, cümlemizi sevip râzı olduğu kullarının zümresine lûtf u keremiyle ilhâk eylesin.

Âmîn!..


Dipnotlar:

[1] Gazâlî, İhyâ, II, 172.

[2] Bkz. Kurtubî, Abese, 1-4.