Bütün Mü’minler Senin Komşun ve Kardeşlerin!..

Kurban Bayramı Üzerine…

2012 – Ekim, Sayı: 320, Sayfa: 032

Şefkat ve merhamette güneş gibi ol!..
Sehâvet
ve cömertlikte akarsu gibi ol!..
(Hz. Mevlânâ)

ALTINOLUK: Efendim, Cenâb-ı Hakk’a şükürler olsun ki, Ramazan bayramını idrâk ettik, şimdi de Kurban bayramına erişmek üzereyiz. Bu mülâkatımızda “Kurban Bayramı”nın aslî mânâsı üzerinde durmak istiyoruz. Nedir kurbanın hükmü ve hakîkati?

Osman Nûri Topbaş: -Elhamdü lillâh- feyizli bir Ramazân-ı Şerîf bayramı geçirdik. Şimdi de Kurban bayramını idrâk edeceğiz -inşâallah-. Biz kullarını bu mübârek günlere eriştirdiği için Cenâb-ı Hakk’a nihâyetsiz hamd ü senâlar olsun.

Ramazan-ı Şerîf, âdeta bir riyâzat iklîmine girip günahlardan arınma ve böylece Cenâb-ı Hakk’a yakınlaşma mevsimi idi. Kurban bayramı da ilâhî emirlerine itaat yolunda gösterilecek fedakârlıklarla Cenâb-ı Hakk’a yakınlaşma mevsimidir. Ramazan bayramı bir “takvâ bayramı”ydı, Kurban bayramı da fedakârlıklar neticesinde Cenâb-ı Hak ile “dost olabilme bayramı”dır.

Kurbanın hükmü mevzuunu kısaca ifâde edecek olursak;

Hicretin ikinci senesinde emredilmiş olan kurban ibadeti, şartlarını hâiz olan her varlıklı müslümana vâcip kılınmıştır. Nitekim Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“Ey insanlar! Her sene her bir ev halkına kurban kesmek vâciptir.” buyurmuşlardır. (İbn-i Mâce, Edâhî, 2; Tirmizî, Edâhî, 18/1518)

Maddî imkânı müsâit olan her mü’min, kurban kesmek mecburiyetindedir. Zira Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in bu husustaki îkâzı çok dehşetlidir:

“Bir kimse, mâlî imkânları müsâit olduğu hâlde kurban bayramında kurban kesmezse, namazgâhımıza yaklaşmasın!” (İbn-i Mâce, Edâhî, 2)

Demek ki Allâh’ın lûtfettiği sayısız nîmetlere rağmen, -imkânı olanların- Allah için bir kurban kesmekten kaçınmaları, müslümana aslâ yakışmayan bir davranış ve büyük bir cimrilik alâmetidir.

ALTINOLUK: Kurban ibadetinin esas mânâsı nedir? Kurbanda Rabbimiz bizden nasıl bir hâlet-i rûhiye, nasıl bir gönül kıvâmı istiyor?

Osman Nûri Topbaş: Sizin de ifâde ettiğiniz gibi, Kurban ibadetinin esas mânâsı, yani kalbî ciheti ve derûnî hikmetleri, en az zâhirî şartları kadar, üzerinde durulması îcâb eden hususlardır.

Zira Kurban bayramı, Allâh’ın Halîli İbrahim -aleyhisselâm- ve oğlu İsmail -aleyhisselâm-’ın başından geçen, “Allah ile dostluk” imtihanlarının hikmet dolu hâtıralarıyla ümmet-i Muhammed’e lûtfedilmiş bir bayramdır. Bu günlerde îfâ edilen “Hac” ibadetinde de İbrahim ve İsmail -aleyhisselâm-’ın Cenâb-ı Hakk’ın emrine göstermiş oldukları teslîmiyet hâllerinden bir kısmı, mü’minlere birer ibadet rüknü olarak farz kılınmıştır.

“Kurban” kelimesi, “takarrub”, yani yaklaşmak ve Allâh’a yakınlık sağlamaya vesîle kılınan şey mânâlarına gelir. Cenâb-ı Hak, yakınlığına erebilmemiz ve kendisiyle “dostluk” iklimine kabul edilmemiz için, biz kullarından âdeta “kurbanlar” istiyor. Yani malımızla, canımızla, bütün imkânlarımızla “fedakârlık”ta bulunarak bu imkânları yüce dostluğuna vesîle kılmamızı arzu ediyor.

Bu hususta İbrahim -aleyhisselâm-, malıyla imtihan edildi; cömertçe infakta bulunduğu için “Halil İbrahim bereketi”ne mazhar oldu. Canıyla imtihan edildi; Allah için canını çekinmeden ortaya koydu; Cenâb-ı Hak ona ateşi serin ve selâmet kıldı, gülistana döndürdü. Kendisinin devam eden parçası, oğlu İsmail ile imtihan edildi. Evlâdını Allâh’a kurban edeceği anda imtihanı kazandığına dâir ilâhî müjde geldi:

“‘Ey İbrahim! Rüyâyı gerçekleştirdin. Biz ihsan sahiplerini böyle mükâfatlandırırız. Bu, gerçekten, çok açık bir imtihandır!’ diye seslendik. Biz, oğluna bedel ona büyük bir kurban verdik. Geriden gelecekler arasında ona (iyi bir nam) bıraktık: ‘İbrahim’e selâm!’ dedik. Biz ihsan sahiplerini böyle mükâfatlandırırız.” (es-Sâffât, 104-110)

Kurban; merhamet, fedakârlık, tevekkül ve teslîmiyet tâliminin yapıldığı bir mevsimdir. Bu mevsimde İbrahim -aleyhisselâm-’ın Cenâb-ı Hak’la dostluk hususunda tâbî tutulduğu bu ilâhî imtihanları bilhassa hatırlamak gerekir.

ALTINOLUK: İbrahim -aleyhisselâm-’ın bütün varlığıyla Hakk’a kurban olma şuuru, biz mü’minleri nasıl bir nefis muhâsebesine götürmeli? Ayrıca İslâm tarihinde buna benzer hangi misallerle gönüllerimizi yoğurmalıyız?..

Osman Nûri Topbaş: Evet, bu hakîkatler ışığında mü’minler olarak bizler de sık sık tefekkür etmeliyiz:

Acaba biz, Allah muhabbeti uğruna fânî muhabbetlerden ne kadar vazgeçebiliyoruz? Canımızı ve malımızı Allah yolunda ne kadar sarf edebiliyoruz? Tevbe Sûresi’nin 111. âyet-i kerîmesinde buyrulan; “Canları ve malları mukâbilinde cenneti satın alan mü’minler…” vasfına ne kadar lâyık hâldeyiz?..

Düşünmeliyiz ki; Mekkeli müşrikler, Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in önüne; nice irâdeleri eriten üç şey; yani servet, şöhret ve şehvet teklifleri ile geldiler. Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ise Hakk’a tam bir teslîmiyet içerisinde, şu müthiş cevabı verdi:

“Vallâhi, Allâh’ın dînini tebliğden vazgeçmem için, Güneş’i sağ elime, Ay’ı da sol elime koyacak olsalar, ben yine de bu dâvâdan vazgeçmem! Ya yüce Allah, onu bütün cihâna yayar, vazifem biter; ya da bu yolda ölür giderim!”1

İşte kurban, nefsânî arzulardan vazgeçerek bu fedakârlık irâdesini gösterebilmektir. Bugün de ferden ferdâ, sadece Kurban bayramlarında değil, her zaman bu fedakârlığa hazır olmamız zarûrîdir.

Tarih boyunca, gerektiğinde hiç çekinmeden Allah yolunda canını kurban eden şehidler, bu ibadetin asıl mânâsını zirve seviyede idrâk etmiş olan gönüllerdir. Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz Mûte’ye üç kumandanı gönderirken onlara şehîd olacaklarını îmâ ile haber vermişti. Üçü de bundan en ufak bir teessür duymadı. Allah için canlarını fedâ etmeyi canlarına minnet bildiler.

Murad Hüdâvendigâr’ın böyle bir gönül kıvamıyla Kosova meydanında yaptığı samimî duâ ve neticesinde şehâdet şerbetini içmesi de, kendini her dâim Hakk’a kurban bilme şuuruna târihî bir misaldir.

Yine Fâtih’in askerleri Rum ateşleri altında surlara tırmanırken; “Bugün şehîd olma sırası bizde!..” diyerek aşk ve vecd içinde şehâdet şerbetini içiyorlardı.

Çanakkale’ye, bizzat anaları tarafından kınalanarak âdeta kurbanlık koçlar gibi gönderilen kahraman Mehmetçiklerimiz, Allah için canlarını fedâ etmekten çekinmeyen birer İsmail olduklarını, bütün cihana şanla şerefle sergilemişlerdi…

Dolayısıyla Allah yolunda sadece malı ve serveti değil, gerektiğinde bütün varlığı kurban bilmek îcâb eder. Yani kurban, her hususta fedakârlık tâlimidir… Allâh’ın verdiği bütün nîmetleri yine O’nun yolunda cömertçe sarf edebilmektir. Kurbanın esas mânâsı, bu fedakârlık şuurudur.

Nitekim Sahâbe-i Kirâm Efendilerimiz de bu gönül kıvâmında idiler. Onlar, Allah Rasûlü’nün en ufak bir arzusunu bile canlarına minnet bilerek; “Anam, babam, malım, canım, Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” diyorlardı. Allah ve Rasûlü uğrunda bir fedakârlık şerefine nâil olabilmek için, âdeta birbirleriyle yarışıyorlardı.

Kurbanda da asıl mesele; “Canım kurban olsun Sen’in yoluna!..” sözünün içini doldurarak söyleyebilecek bir fedakârlık ufkunu kazanabilmektir.

ALTINOLUK: Yani kalpteki niyet ve gönlün böyle bir tefekkür iklîmine girebilmesi çok önemli…

Osman Nûri Topbaş: Elbette; amellere kıymet ve bereket kazandıran, onların îfâsındaki hâlet-i rûhiye, fedakârlık hissiyâtı ve hâlis niyetlerdir.

Süfyân-ı Sevrî Hazretleri:

“Eskiler nasıl amel edeceklerini öğrendikleri gibi, nasıl hâlisâne niyet edeceklerini de öğrenirlerdi.” buyurmuştur.

Kurban kesmekten asıl maksat, Allâh’a bu teslîmiyet ve tevekkül şuuruyla kullukta bulunma husûsunda gönüllerin âgâh olmasıdır. Yani kurban, sadece şeklî bir ibadet değildir. Bu ibadet de diğer ibadetler gibi, rûhî bir iştiyakla îfâ edilmelidir. Zira Cenâb-ı Hak buyurur:

“(Kurbanların) ne etleri, ne de kanları Allâh’a ulaşır. Allâh’a ulaşan, ancak takvânızdır…” (el-Hac, 37)

Bunun içindir ki cismânî kurbandan gâye, emr-i ilâhîye kayıtsız-şartsız itaat etmek, cân u gönülden, itirazsız-tereddütsüz, teslîmiyet göstermek sûretiyle, O’na yaklaşma arzusunun, yani kalpteki bu hâlis niyetin izhârıdır. Kurbanda Hak katına yükselerek kabul görecek olan da, kulun bu gönül kıvâmıdır. Yoksa kurbanın eti, kemiği değil…

Hak katına ulaşacak olan, kulun takvâsıdır. Takvâ üzere yaşamayan, îtikad, ahlâk ve muâmelâtında ciddî problemler bulunan birinin, ibadet ve amelleri de düzgün olmaz. Çünkü eğri cetvelden doğru çizgi çıkmaz. Böyle kimselerin ibadetleri; riyâ, gösteriş, birileri tarafından ayıplanma korkusu gibi fânî gâyeler ve nefsânî marazlarla bulanıktır.

Şeyh Şiblî Hazretleri, kurban keserken niyeti sırf Allâh’ın rızâsına tahsis etmenin zarûretini, ne güzel ifâde etmektedir:

“Kurban keserken aşırı nefsânî isteklerini ve irâdeni Hakk’ın rızâsında yok etmediysen, gerçekte kurban kesmiş olmazsın.”

Yani kurbana niyetlenen bir mü’min; evvelâ gönlündeki niyeti tashih etmeli, tam bir ihlâs duygusu içinde olmalı, niyetine fânîleri ortak etmekten titizlikle sakınmalıdır. Konu-komşunun ayıplamasından, toplumdaki îtibârının zedelenmesinden korkmak veya gösteriş yapmak gibi süflî ve nefsânî kaygılarla kurban kesmemelidir. Bundan dolayıdır ki Mevlânâ Hazretleri de;

“Keçinin gölgesini kurban etme!” diyerek, bizleri bu ibadetin esas gâyesini idrâk etmeye, yani ihlâsa davet etmektedir. Zira kurban edilen hayvanın eti-kemiği, gölge varlıktır; aslolan, onun ifâde ettiği mânâdır. Gönül, bu mânânın farkında olmalıdır.

ALTINOLUK: Kurban ibadetinin îfâsı esnâsında, bilhassa dikkat etmemiz gereken, başka hangi edepler var Efendim?

Osman Nûri Topbaş: Hadîs-i şerîfte şöyle buyruluyor:

“Âdemoğlunun, Kurban Bayramı’nın birinci günü yaptığı işlerin Allâh’a en sevimli olanı, (kurban) kanı akıtmaktır. Kıyâmet günü o kurban, boynuzları, tırnakları ve kıllarıyla gelir. Kurbanın kanı da, henüz yere düşmeden Allâh’ın rızâsına nâil olur ve kabul edilir. O hâlde, kurbanlarınızı gönül hoşnutluğu ile kesin!” (Tirmizî, Edâhî, 1/1493)

Yani kurbanı, gönlümüzde en ufak bir sıkıntı duymadan, bilâkis Allah muhabbeti ve îman lezzetiyle, Allah için bir fedakârlıkta bulunmanın vicdan huzûruyla, bilhassa da edep ve tâzim duyguları içinde kesmemiz gerekir.

Zira âyet-i kerîmede;

“Biz, (kurbanlık olarak seçtiğiniz) büyükbaş hayvanları da Allâh’ın şiarlarından (O’nu hatırlatan nişânelerden) kıldık…” (el-Hac, 36) buyrulmuştur.

Dolayısıyla Allâh’ın şiarlarından olan kurbana ehemmiyet ve değer vermek, Allâh’a tâzimdendir. Nitekim bir başka âyet-i kerîmede de; “…Her kim Allâh’ın şiarlarına saygı gösterirse, şüphesiz bu, kalplerin takvâsındandır.” (el-Hac, 32) buyrulmuştur.

İşte bu ilâhî tâlimatlara riâyetle Sâmi Efendi Hazretleri ve rahmetli pederim Mûsâ Efendi Hazretleri, kurban keserken çok hassas davranırlardı. Bir çukura iki kurban kestirmezlerdi. Ya da çukur temizlendikten sonra ikinci kurbanı kestirirlerdi. Kurbanın gözünü bağlatırlardı. Hayvanı kesileceği yere iterek kakarak sürükletmezler, şâyet küçükbaş bir kurban ise, kucağa alınarak şefkat ve mülâyemetle götürülmesini isterlerdi. Keserken bıçağın keskin olmasına dikkat ederlerdi. Hayvana eziyet vermeyecek şekilde güzelce kesilmesini ve kanın iyice boşalmasını arzu ederlerdi. Kurban kesilirken getirilen sandalyeye oturmaz, hayvanın kanı tamamen akıncaya kadar, Allâh’ın emrine tâzim maksadıyla ayakta beklerlerdi. Cenâb-ı Hakk’ın nîmetlerini tefekkür ederek, ubûdiyet şuuru içinde bulunurlardı.

Diğer taraftan kurban, bizi şöyle bir tefekküre de dâvet etmektedir:

Kesilen bu hayvanlar, Cenâb-ı Hakk’ın bize ne büyük ikramlarıdır. Cenâb-ı Hak bizi insan olarak yaratıp bu hayvanları bize âmâde kıldı. Biz de kurbanlık bir hayvan olarak dünyaya gelebilir, o hayvan da insan olarak yaratılıp bizi kurban ediyor olabilirdi. İşte kurban, Rabbimizin sonsuz nîmet ve lûtuflarına karşı gönüllerimizde böyle bir tefekkür derinliği ve şükür hissiyâtı da hâsıl etmelidir.

Unutmayalım ki Cenâb-ı Hakk’ın bizim ibadetlerimize ihtiyacı yoktur. Allâh’ın mülkünde yaşayan kulun, Allâh’ın emâneti olan malından, canından, bütün imkânlarından Allah için infakta bulunması, Allâh’a bir ikram değil, bilâkis Allâh’ın o kuluna ayrı bir ikrâmıdır. Zira Cenâb-ı Hakk’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, fakat kulların O’nun rızâ ve muhabbetine, mârifetullah ve muhabbetullah’tan nasip almaya ihtiyacı sonsuzdur. Bu bakımdan bizler, hem Rabbimize minnet ve şükran hisleri içerisinde sâlih ameller işlemeli, hem de Rabbimizin lûtfedip o amellerimizi kabul buyurmasını niyâz etmeliyiz.

ALTINOLUK: Efendim, her ibadette sayısız hikmetin bulunduğu, açık bir gerçek. Kurban ibadetinin hikmetlerinden de biraz bahseder misiniz? Kurbandan hedeflenen şahsî ve ictimâî faydalar nelerdir?

Osman Nûri Topbaş: Bütün ibadetlerin esas gâyesi Allâh’ın emrine itaat ederek O’nun rızâsını kazanmaya çalışmaktır. Niyet bu olmakla birlikte, rûhumuz -tâbir câizse- her ibadetten ayrı bir vitamin alır. Rûhî sıhhatimiz, bütün ibadetlerden ve sâlih amellerden alacağımız bu gönül feyzine, yani mânevî enerjiye muhtaçtır.

Kurban ibadeti, insandaki cimrilik ve mal sevgisini bertaraf etmenin ve madde esaretinden kurtulmanın en tesirli vâsıtalarından biridir. Buna muvaffak olanlar, nefs engelini aşarak gerçek insanlık cevherini ortaya koymanın saâdetine ulaşmış olurlar. Zira bütün ulvî davranışlar, rûhumuzu saran gaflet zincirlerinden kurtulmanın bir tezahürüdür. Bu sebeple kurban ibadeti, insanlığın mânen seviye kazanması yolunda müstesnâ bir fırsattır.

Toplumda ise, kardeşlik, yardımlaşma ve paylaşma duygularını geliştirir. Bizlere, Cenâb-ı Hak tarafından zimmetlenmiş olan fukara ve gariplerin, yani din kardeşlerimizin muzdarip gönüllerine bir tesellî olabilmenin vicdan huzurunu yaşatır. İnsanları muhabbet ve merhametle birbirine bağlar. Allâh’ın nîmetlerini O’nun kullarıyla paylaşabilmenin lezzetine erdirir. Toplum hâlinde yerine getirilen ferdî ve ictimâî ibadetlerle, Allâh’ın rızâsını kazanmaya ve O’na yaklaşmaya vesîle olur.

ALTINOLUK: Efendim, bu temel gerçekler etrafında, mü’min, gönül dünyasında nasıl bir kurban muhâsebesi yaşamalı? Kurban imtihanından geçer not alabilmek için kendi hâlimizi gözden geçirecek olsak, nelerin tefekküründe yoğunlaşmalıyız?

Osman Nûri Topbaş: Başta İbrahim -aleyhisselâm- ve İsmail -aleyhisselâm- olmak üzere, hayatları tevhid mücadelesiyle geçen bütün peygamberlerin Allah yolunda katlandıkları çileleri, gösterdikleri fedakârlıkları düşünmeli ve; “Biz ne kadar bu fedakârlığın içindeyiz?” suâlini kendimize sormalıyız.

Din, hep fedakârlıklarla gelmiş ve tebliğ edilmiştir. Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in, Sahâbe-i Kirâm’ın hayatındaki fedakârlık misallerini düşünüp onlarla âhirette beraber olabilmek için, nasıl bir fedakârlık seviyesi sergilememiz lâzım geldiğini tefekkür etmeliyiz.

Zira bir hadîs-i şerîfte ifâde buyrulan;

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” müjdesi, aynı zamanda bu sevginin ispatı sadedinde fiilî mes’ûliyetler yüklüyor omuzlarımıza’

Sevmek, sırf sözde kalan, kuru bir beraberlik ifâdesi olmamalıdır. Gerçek muhabbet, tatbikat ister, ispat ister. Bu muhabbetin neticesi olan beraberlik de sadece zâhirî beraberlik değildir. Fiil beraberliği, hissiyat ve fikriyat beraberliğidir. Efendimiz’le zâhirî beraberlik, -inşâallah- bu beraberliklerin uhrevî mükâfâtı olacaktır.

Fakat Efendimiz’in tâlimatlarına lâyıkıyla itaat etmezsek, O’nun yakınlığını ve şefaatini dilemeye de yüzümüz olmaz. Zira âyet-i kerîmedeki îkaz çok açıktır:

“(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın…” (Âl-i İmrân, 31)

Bu hakîkat, hepimize düşündürmeli;

– Günlük yaşayış tarzımda ne kadar Efendimiz’le beraberim?

– Varlık ve bolluk karşısında ne kadar O’nunla beraberim?

– Yokluk ve darlık karşısında ne kadar O’nunla beraberim?

– Çileler karşısında ne kadar O’nunla beraberim?

– Zaferler, muvaffakıyetler karşısında ne kadar O’nunla beraberim?

– Muâmelât, ahlâk ve ibadet hayatım ne kadar O’nunkine benziyor?

– Yetimler, garipler, kimsesizler, mazlumlar karşısında ne kadar O’nunla beraber veya O’nun yakınındayım?

– Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ve Sahâbe-i Kirâm bu devirde yaşasalardı, acaba kurban ibadetini nasıl da yüksek bir fedakârlık ufkunda îfâ ederlerdi? Ben bu ufka nasıl dâhil olabilirim?..

– Asr-ı saâdet insanı ne ile iktifâ ediyordu, ben ise nefsim için nelerin arzusu içindeyim? Açlıktan karnına taş bağlayan bir Peygamber’in gâfil ve nâdan bir ümmeti olmamak için, kendimi ne kadar israftan koruyabiliyor, ne kadar riyâzat hâlinde yaşayabiliyorum? Zira Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- buyuruyor ki:

“Zenginler israf ettiği ölçüde, toplumda insanlar aç kalır!..”

– Aç ve muhtaç kardeşlerimle imkânlarımı ne kadar paylaşabiliyorum?..

Bir annenin evlâdına olan şefkat ve merhametinden çok daha fazlasını ümmetine duyan Rahmet Peygamberi Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, hem kendisi için hem de ümmetinden güç yetiremeyenler adına kurbanlar keserdi.2 Hattâ Vedâ Haccı’nda 100 kurbanından 63’ünü bizzat kesmişti.

Rasûlullah Efendimiz’in ümmetine gösterdiği şefkat, merhamet ve cömertliği, bugün ümmet-i Muhammed olarak bizler de -imkânlarımız dâhilinde- yaşayıp Efendimiz’e vefâ göstermeye gayret etmeliyiz.

Hâlimiz-vaktimiz yerinde ise, vâcip kurbanlarımızı kendi beldelerimizde keserek, ailemiz, komşularımız ve muhtaçlar arasında paylaşmalı; lâkin kazâ, belâ ve hastalıkların def’i, Cenâb-ı Hakk’ın lûtfettiği nîmetlerin şükrü ve din kardeşlerimize yardım eli uzatabilmek gâyeleriyle, sadaka olarak da fazladan kurbanlar kesip dünyanın dört bir yanındaki mazlum, mağdur, garip ve kimsesizlere tevzî etmeye imkân nisbetinde gayret göstermeliyiz. Zira bu gayret, böyle merhametli bir Peygamber’e bizi ümmet kılan Allah Teâlâ’ya en güzel şükür ifâdelerimizden biri olacaktır.

Bir kurban kesildiğinde Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ondan geriye ne kaldığını sormuştu. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- vâlidemiz:

“- Sadece bir kürek kemiği kaldı.” dedi.

Bunun üzerine Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“- Desene (yâ Âişe), bir kürek kemiği hâriç hepsi (yani bütün infâk ettiklerimiz) bizim oldu!” buyurdular. (Tirmizî, Kıyâme, 33)

Demek ki mühim olan ve bizimle kalacak olan, fedakârlığımız…

Ayrıca Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- zor zamanlarda infaklarını daha da artırırlardı. Nitekim Kurban Bayramı yaklaştığı bir sırada bedevîlerden ihtiyaç içinde bir topluluk Efendimiz’in yanına gelmişti. Bunun üzerine Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, (bayram hutbesinde):

“- Sizden kim kurban keserse, bayramın üçüncü gününden sonra evinde kurban etinden bir şey kalmasın!” buyurdu.

Ertesi sene sahâbîler:

Yâ Rasûlâllah! Yine geçen sene yaptığımız gibi mi yapalım?” diye sordular. Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz şöyle cevap verdi:

“- Bu sene kendiniz yiyiniz, başkalarına yediriniz ve daha sonra yemek için saklayınız! Geçen sene insanlar geçim sıkıntısı çekiyorlardı. Bu sebeple onlara bu hususta yardımcı olmanızı istemiştim.” (Buhârî, Edâhî, 16)

Yani müslümanların geçim sıkıntısı çektikleri bir zamanda Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, ashâbını çok daha fazla infâka sevk etmişti. Acaba Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, nice mü’minlerin hayat-memat derecesinde ağır sıkıntılara dûçâr oldukları günümüzde, bizden nasıl bir yardımlaşma seferberliği isterdi? Bugün Afrika’nın, Arakan’ın, Açe’nin, Filistin’in, Sûriye’nin içler acısı hâli ortadayken, acaba Efendimiz bizden nasıl bir diğergâmlık hassâsiyeti beklerdi? Zira Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“Mü’min kardeşinin derdiyle dertlenmeyen, bizden değildir.” (Hâkim, IV, 352; Heysemî, I, 87)

“Komşusu açken tok yatan, (kâmil) mü’min değildir.” buyuruyor. (Hâkim, II, 15)

Bugün iletişim vâsıtalarının terakkîsi neticesinde, âdeta bütün dünya müslümanları birbirinin komşusu oldu. Dünyanın en uzak köşelerine dahî uçakla vasatî yarım gün içinde gidilebiliyor.

Hâl böyle olunca, bu nebevî tâlimatların omuzlarımıza yüklediği mes’ûliyet daha da ağırlaşıyor. Bu muhâsebeyi kendi içimizde sık sık yapmak mecbûriyetindeyiz:

– Dünyanın dört bir yanında felâketlerle perişan vaziyetteki kardeşlerimizin, abluka altında ilâçtan dahî mahrum Filistinli kardeşlerimizin, misyonerin elindeki ilâçla îmânı arasında tercih yapmak zorunda bırakılmış, maddî-mânevî açlığa mahkûm edilmiş Afrikalı kardeşlerimizin, belki de kapı komşumuz olduğu hâlde, sessiz feryatlarını duymadığımız için, maddî-mânevî sefâlet içinde kalan kardeşlerimizin, gönlümüzde ne kadar yeri var?

– Bir senede kendi boğazımızdan ne kadar, Afrikalı kardeşlerimizin boğazından ne kadar et geçiyor?

– Kendi insanımızı, onlara imkânlarımız içindeki haklarını teslim etmek sûretiyle, misyonerlerin kıskacından ne kadar kurtarabiliyoruz?..

Mü’min, mü’mine zimmetlidir. Onun sevincini de derdini de paylaşmak mecbûriyetindedir. Bu sebeple bizler de, önceki senelerde îfâ ettiğimiz kurban hizmetlerimizi, Afrika ve diğer İslâm coğrafyasında bu sene de -inşâallah- devam ettireceğiz.

Bu kurban bayramında hiçbir imkânı olmayanlar dahî, o mazlum ve mağdur kardeşlerimizle hiç olmazsa duâlarıyla bayramlaşmalı… İmkânı olanlar, buna ikram ve infaklarını da ekleyerek fiilî duâlarda bulunmalı…

Geçtiğimiz senelerde o mahzun yüreklerin duâlarıyla bayramlaşmış ve vatanımıza pek tatlı hâtıralarla dönmüştük. Bu sene de onların, mahzun, mağmum ve kırık gönülleriyle yeniden bayramlaşabilmenin azim ve gayreti içerisindeyiz.

Afrika’da, Orta Asya’da, Kafkaslarda, Balkanlarda ve daha nice yerde bizlere; “Siz, Peygamber müjdesine nâil olmuş Fâtihlerin torunlarısınız. Ümmeti şefkat kanatları altında korumaya çalışan Abdülhamidlerin torunlarısınız.” deniliyor. Cenâb-ı Hak böyle dostlarını unutturmuyor. Böyle dostlarına asırlar sonra bile dünyanın her tarafından âdeta bir “hüsn-i hâl kağıdı” geliyor. Peygamber Efendimiz’in “cennet vâcip oldu” diye müjdelediği güzel şâhitliklerin benzerleri nasîb oluyor.

İşte İslâm coğrafyasındaki muhtaç din kardeşlerimize yapacağımız infaklarla onlardan Hak katına yükselecek duâlar da, bizler için güzel bir şâhitlik olarak, ilâhî affa mazhariyet vesîlesi olur -inşâallah-. Biz o kardeşlerimizin duâsına muhtâcız. Belki hiç görmediğimiz, hiç tanımadığımız kardeşlerimizden gelecek duâlar, bizlere de kıyâmet günü bir hüsn-i hâl kağıdı, bir tezkiye ve tebriye mektubu olur -inşâallah-.

Zira en makbul duâ, gıyâbî duâdır. Kimden bize ne kadar gıyâbî duâ geldiğini de, ancak kıyâmet günü önümüze ilâhî ekranlar geldiği zaman anlayacağız… Hattâ belki o zaman “Keşke bu bayram ikramlarımızı çok daha öteye götürebilseydik!..” diye hayıflanacağız.

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmelerde bizleri îkaz buyuruyor:

“Herhangi birinize ölüm gelip de; ‘Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip sâlihlerden olsam!’ demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan infâk edin!” (el-Münâfikûn, 10)

“Ey îmân edenler! Kendisinde artık alış-veriş, dostluk ve kayırma bulunmayan gün (kıyamet) gelmeden önce, size verdiğimiz rızıktan hayır yolunda harcayın!..” (el-Bakara, 254)

ALTINOLUK: Efendim, bir de son zamanlarda bayram mefhumu bâzı çevreler tarafından sulandırılmaya çalışılıyor. Onun dînî hüviyeti kasıtlı olarak gözden kaçırılıp bayramlar bir tatil fırsatı gibi gösterilmek isteniyor.

Osman Nûri Topbaş: Evet, bayram aslâ bir tatil değildir. Bayram, ferdin nefsânî bir rahatlama zamanı değil, toplumun müşterek sevincidir.

Bayram, İslâm kardeşliğinin cemiyet plânında yaşandığı, dargınlıkların unutulduğu, muhabbet ve yardımlaşma duygularının pekiştirildiği, geçmişlerin ruhlarının -bir vefâ borcu olarak- çeşitli hayır-hasenat ile şâd edildiği, sıla-i rahimlerle ihyâ edilen, ictimâî ibadet mevsimidir.

Esas tatil, son nefeste, teneşirde başlayacak tatildir. Cenâb-ı Hak insanoğlunu dünyaya âhiretini kazanmak için gönderdi. Bayramlar da bu kazancın âdeta harman zamanıdır. Böyle bir zamanı gaflete dalarak eğlenceyle ziyan etmek, çok hazin bir aldanış ve acı bir kayıptır.

Bu mübârek günlerde mâlâyânî mevzularla dahî fazla meşgûl olmayıp bu kıymetli vakitleri zikrullâh ile ve bilhassa da bayramın şiârından olan tekbirlerle, sadakalarla, ikramlarla ihyâ etmek gerekir.

Zira Behlül Dânâ Hazretleri’nin buyurduğu gibi:

“Gerçek bayram, yeni elbise giyene değil, Allâh’ın azâbından emin olanadır.”

Bu itibarla şunu unutmamak gerekir ki bayram; rızâ-yı ilâhîyi tahsil etme günleridir.

Bayram, gönül seferberliğidir. Gönüllerin birer nazargâh-ı ilâhî olduğu şuuru içinde, gönül almanın en feyizli zamanıdır.

Bundan dolayı, bu sürur günlerinde bilhassa kimsesizlerin, muzdariplerin ve gariplerin gönüllerini hoşnud etmeliyiz. Zira merhamet edene merhamet edilir. Allah rızâsı için küçücük bir hediyeyle bile olsa mü’min bir kulunu sevindireni, Hak Teâlâ şân-ı ulûhiyyetine lâyık mükâfatlarla sevindirir.

ALTINOLUK: Efendim, kıymetli vaktinizi ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. Altınoluk okuyucularına son bir mesajınız olur mu?

Osman Nûri Topbaş: Cenâb-ı Hak bayramın hakîkatini idrâk edebilmeyi ve bu fırsatı iyi değerlendirerek gönüllerimizi bir rahmet dergâhı hâline getirebilmeyi cümlemize nasîb eylesin. Ömrümüzü, güzelce ihyâ edilen Ramazan-ı Şerîfler gibi, kandiller gibi, Zilhicce’nin ilk on günü gibi feyizli bir ömür; son nefesimizi de ebedî bir bayram huzurunun ilk adımı kılsın!..

Bu mübârek günlerde, kanadı kırık bir kuş gibi şefkat ve merhamete muhtaç olan yaralı gönüllere ve bilhassa Sûriye, Arakan, Filistin ve Afrika’daki mazlum ve muzdarip din kardeşlerimize yüreğimizin uzanmasını nasîb eylesin. Onların yüzlerindeki tebessümü, yüreklerindeki teşekkürü bizler için ebedî bayramların sevinç ve neşesine tebdîl eylesin! Hakîkî bayramların saâdet ve neşeleriyle, milletimizin, vatanımızın ve bütün İslâm âleminin yüzünü güldürsün!..

Âmîn…

Dipnotlar: 1) İbn-i Hişâm, I, 278; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 96-97; İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 64. 2) Ebû Dâvûd, Edâhî, 3-4/2792; İbn-i Sa’d, I, 249.