Bugünün İhtiyacı: Îsâr Ahlâkı

Bir Soru Bir Cevap

Yıl: 2014 Ay: Mart Sayı: 90

Efendim; günümüz dünyasının mevcut şartlarını göz önünde bulundurduğumuzda mü’minler olarak sizce İslâm ahlâkının en çok hangi prensiplerine ehemmiyet vermeliyiz? Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Öncelikle İslâm, mü’minleri kendi aralarında “kardeş” kılmış ve onları âdeta birbirine zimmetlemiştir.

Bu sebeple günümüz dünyasında bir lokma ekmeğe muhtaç hâlde ölümü bekleyen Sûriyeli din kardeşlerimizi, günlerce bir şey yemediği için yeni doğmuş yavrusunu emziremeden vefât eden Afrikalı çilekeş anneleri, gayr-i müslimlerin katliamına mâruz kalan Orta Afrika Müslümanlarını ve daha nicelerini gördükçe, îmânın en büyük meyvesi olan merhamet, şefkat, diğergâmlık ve bunların en tabiî neticesi olan infak ve cömertlik hasletlerinin bugün her zamankinden çok daha fazla ehemmiyet arz ettiğini söyleyebiliriz. Hattâ bugün, cömertliğin de zirvesi demek olan “îsâr” ahlâkına şiddetle ihtiyaç olduğu bir dönemdeyiz.

Cömertlik, malın fazlasından, kendine lâzım olmayan kısmından vermektir. Îsâr ise, nefsinden fedakârlık yaparak veya hakkından vazgeçerek, kendisinin de muhtaç olduğu bir hakkı veya imkânı, diğer bir mü’mine Allah rızâsı için gönül huzuruyla devredebilmektir. Bir nevî benlikten diğergâmlığa geçip, “önce ben” yerine “önce kardeşim” diyebilmektir. Bu sebeple denilebilir ki îsâr, nefsin îtirazlarını susturup ihtiraslarına set çekerek kazanılan mânevî bir zaferdir. Ve bu zaferlere günümüz insanı, gerçekten çok muhtaçtır.

Rabbimiz, kullarında görmeyi arzu ettiği bu yüksek ahlâka dâir şöyle buyurmaktadır:

“Onlar, kendi canları çektiği, kendileri de muhtaç oldukları hâlde, yiyeceklerini yoksula, yetime ve esire yedirirler: «Biz sizi sadece Allah rızâsı için yediriyoruz, sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimizʼden (O’nun azâbına uğramaktan) korkarız.» (derler). İşte bu yüzden Allah, onları o günün fenâlığından esirger; (yüzlerine) parlaklık, (gönüllerine) sevinç verir.” (el-İnsân, 8-11)

Bir başka âyet-i kerîmede de Cenâb-ı Hak, cömertlikte îsar derecesine ulaşmış olan sâlih kullarının hâlini şöyle târif etmektedir:

“…Kendileri muhtaç olsalar bile, başkasını daha çok düşünürler…” (el-Haşr, 9)

Âlemler Sultânı Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in teşrîfinden evvelki insanlığın vahim hâlini, şâir bir mısrâ ile şöyle hulâsa ediyor:

“Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!”

Lâkin Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in mânevî terbiyesinden sonra bu gönüller, vahşet ve cehâlet bataklığından kurtularak apayrı bir derinlik, nezâket ve hassâsiyet kazandı. Bütün mü’minler kardeş oldu.

Sahâbeden Câbir -radıyallâhu anh-, İslâmʼın getirdiği bu kardeşlik ufkundan bir misali şöyle anlatmaktadır:

“Ensâr (Medîneli müslüman sahâbîler), hurmalarını devşirdiklerinde bunları ikiye ayırır, bir tarafa çok, diğer tarafa da az hurma koyarlardı. Daha sonra, az olan tarafa hurma dallarını koyarak o tarafı çok gösterir, (îmanlarını korumak için evlerini ve yurtlarını terk edip hicret eden Mekkeli) Muhâcirler’e; «–Buyrun, bu hurmaların hangisini tercih ederseniz alın.» derlerdi. Onlar da çok görünen hurma yığını Ensâr kardeşlerimizin olsun diye, az görünen yığını alırlar ve böylece hurmanın çoğu yine Muhâcirler’e gelirdi. Ensâr da bu yolla az olan kısmın kendilerine kalmasını sağlamış olurlardı…” (Heysemî, X, 40)

Şu hâdise de, İslâm’ın gönüllere kazandırmış olduğu îsâr ahlâkının nasıl bir fazîlet toplumu inşâ ettiğinin müthiş bir misâlidir:

Sahâbe-i kirâmdan birine, bir koyun başı hediye edilmişti. O da: «Kardeşim falan ve âilesi buna bizden daha muhtaçtır.» düşüncesiyle hediyeyi o kardeşine gönderdi. O da bir başkasına… Derken hediye bu sûretle tam yedi ev dolaştı ve nihâyet yine dönüp ilk sahâbîye geldi.[1] Zira içlerinde en muhtaç olanı, o sahâbî idi.

Nitekim bu yüksek kalbî seviyeye vâsıl olunduğu içindir ki sahâbe devrinde vukû bulan Yermük Muharebesi’nde; bir kırba su, kendi nefsi yerine kardeşini tercih eden üç şehidin ortasında kalmıştı.

Şunu unutmamak lâzımdır ki, bir mü’minin izzet ve fazilet seviyesini gösteren en bâriz ölçü, kendinden önce din kardeşinin huzur ve saâdetini tercih etmesidir.

Meselâ Hendek Savaşı’nda açlığın had safhada olduğu bir dönemde Hazret-i Câbir -radıyallâhu anh-:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Birazcık yemeğim var, bir-iki kişiyle beraber bize buyurun.” dediğinde, dâimâ kendinden önce ashâbını düşünen Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bu dâvete tek başına icâbet etmek yerine:

“–Ey Hendek ehli! Câbir bize ziyafet hazırlamış, haydi buyurun!” demek sûretiyle bütün ashâbını yemeğe dâvet etmiştir.

Bir şâir, Efendimiz’in îsar hâlini şu güzel teşbih ile îzah eder:

“Bir gün biri, Sen’i cömertlikte bulutlara benzetirse medhinde hatâ etmiş olur. Çünkü bulutlar verirken ağlar, fakat Sen verirken gülersin.”

Peygamber Efendimiz’in sünnet-i seniyyesini harfiyen uygulamaya çalışan Ubeydullah Ahrâr Hazretleri de, fakr u zarûret günlerinden bir hâtırasını şöyle nakletmektedir:

“Bir gün pazara gitmiştim. Bir kişi yanıma geldi ve:

«−Açım, beni Allah rızâsı için doyurur musun?..» dedi.

O an, hiçbir imkânım yoktu. Sadece eski bir sarığım vardı. Bir aşhâneye girip aşçıya:

«−Şu sarığımı al! Eski, ama temizdir. Bulaşıklarını kurularsın. Bunun karşılığında şu aç insanı doyuruver!» dedim.

Aşçı, o fakire yemek verdi; sarığımı da bana iâde etmek istedi. Bütün ısrarlarına rağmen kabûl etmedim. Kendim de aç olduğum hâlde o fakir doyuncaya kadar bekledim.”

Yani asıl mârifet, gönlü cömertlik ve îsar hisleriyle doldurarak bir deryâ ve dergâh hâline getirip Hakk’ın lûtfettiği dünya nîmetlerini âhiret zenginliğine dönüştürebilmektir. Bu bakımdan malın hayırlısı, infâk edilerek sahibinden önce âhirete gönderilen; canın hayırlısı da Allah rızâsı istikâmetinde kullanılabilendir.

Îsar fazîletiyle gönüllerin nasıl hassas ve rakik bir hâle büründüğüne bir misâl de ecdâdımızdan verelim:

Sultan III. Mustafa bir Ramazan’da Şeyhülislâm Mehmed Emin Efendi konağına iftara gider. Söz esnâsında:

“–Mehmed Emin Efendi, arada size gelmek isterim, fakat konağınız pek uzak yerde!” der. Mehmed Emin Efendi de:

“–Sâyenizde yakın yerlerde bir ev tedâriki mümkündür Sultânım, lâkin gördüğünüz gibi şu civar hânelerin hiçbirinde mutfak yoktur.” karşılığını verir. Bu söz, pâdişâhın pek tuhafına gider. Şaşkınlıkla:

“–Acâyip, bu evlerde yemek pişirmezler mi?” diye sorar. Mehmed Emin Efendi de sultâna, gönül dünyasının hassâsiyetini yansıtan şu cevâbı verir:

“–Cümlesinin sabah ve akşam yemekleri fakirhâneden gider. Onun için buradan ayrılmak istemem.” (Süheyl Ünver, Bir Ramazan Binbir İstanbul, s. 64)

Velhâsıl bugün, insanımızın en fazla muhtaç olduğu ahlâkî fazîlet, îsârdır. Zira Cenâb-ı Hak, en başta Sûriye halkını, din kardeşliği hususunda bir imtihan tablosu olarak önümüze getirdi. Yıllarca zulüm ve katliâma mâruz kalan o mazlum kardeşlerimizin ıztırâbı gözlerimizin önünde devam ediyor…

Hem de yaşlı, kadın ve çocuk ayrımı yapmadan devam ediyor.

Bir misâl olması bakımından zikredelim:

Dört-beş yaşındaki bir çocuk, kendisine soru soran biriyle konuşuyor. Sözleri şöyle:

“–Burada bir şeyler satın almak için dükkân yok. Hiçbir şey yok. Satın alacak bir şeyler yokken, nasıl bir şeyler satın alabilirsiniz? Hiçbir şey yok. Hem de hiçbir şey. Eğer bir dükkâna giderseniz bulacağınız tek şey bir moloz yığını. Her şey yerle bir oldu. Yemek yemek istiyoruz, fakat hiçbir şey yok. Artık keçi, koyun bile yok. Ne yiyeceğiz?”

Bir diğer yavrunun feryatları ise şöyle:

“–Ekmek istiyorum!.. Şehit olmak istiyorum!..”

Bu cümleler, muhâtabı derinden sarsıyor. Şaşkınlık içerisinde:

“–Neden şehit olmak istiyorsun? Neden?” diye soruyor.

Çocuk şöyle cevap veriyor:

“–Çünkü açım. Yemek yemek istiyorum. Ekmek yemek istiyorum!”

Bu ifâdeler, muhâtabın şaşkınlığını bir kat daha artırıyor. Hayretler içerisinde tekrar soruyor:

“–Ama sen şehid olmak istediğini söylüyorsun. Cennette ekmek mi var?”

Çocuğun verdiği cevap aynen şu:

“–Evet! (Orada ekmek var!)”

Bu ifâdeler, bizlere kardeşlik hukukunu tekrar tekrar hatırlatan bir mâhiyette…

Şimdi kendimize bir soralım: Bizler, kendi ülkelerinden bizim coğrafyamıza sığınan Sûriyeli kardeşlerimize, Muhâcirler karşısında Ensâr’ın yaptıkları fedakârlıkların kaçta kaçını yapabiliyoruz?

İsmail Atâ Hazretleri kâmil bir mü’minin gönül ufkunu ifâde sadedinde:

“Güneşte gölge, soğukta kaftan, açlıkta ekmek ol” buyururken, bizler, İslâm coğrafyalarındaki kardeşlerimize ne kadar kol kanat gerebiliyoruz? İslâm kardeşliği hukûkunun gerektirdiği merhamet, şefkat, infak ve hizmet imtihanlarından alacağımız kıyâmet karnesi acaba ne hâlde?..

Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz’in mânevî terbiyesi altında yetişen Ensâr ve Muhâcirlerin hassas ve rakîk gönüllerinden bizlere de hisseler ihsân eylesin…

Âmîn…


Dipnot:

[1] Hâkim, II, 526.