Bu Akşam Hindistan’da

1994 – Temmuz, Sayı: 101, Sayfa: 034

Hazreti Süleyman -aleyhisselâm-‘ın sarayına bir kuşluk vakti saf bir adam telaşla girer. Nöbetçilere, hayatî bir mes’ele için Hz. Süleyman -aleyhisselâm-‘la görüşeceğini söyler ve hemen huzura alınır. Hz. Süleyman -aleyhisselâm-, benzi sararmış, korkudan titreyen adama sorar:

– “Hayrola ne var? Neden böyle korku içindesin? Derdin nedir? Söyle bana… ” Adam telaş içinde:

– “Bu sabah karşıma Azrail -aleyhisselâm- çıktı. Bana hışımla baktı ve hemen uzaklaştı. Anladım ki, benim canımı almaya kararlı.

– “Peki ne yapmamı istiyorsunuz?” Adam yalvarır.

– “Ey canlar koruyucusu, mazlumlar sığınağı Süleyman -aleyhisselâm-! Sen her şeye muktedirsin. Kurt, kuş, dağ, taş senin emrinde. Rüzgarına emret de beni buradan ta Hindistan’a iletsin O zaman Azrail -aleyhisselâm- belki beni bulamaz. Böylece canımı kurtarmış olurum. Medet senden!”

Hz. Süleyman -aleyhisselâm-, adamın haline acır. Rüzgarı çağırır ve “Bu adamı hemen al, Hindistan’a bırak1” emrini verir. Rüzgar bu… Bir eser, bir kükrer. Adamı alır ve bir anda Hindistan’da uzak bir adaya götürür. Öğleye doğru Hz. Süleyman -aleyhisselâm- dîvanı toplayarak, gelenlerle görüşmeye başlar. Bir de ne görsün, Azrail -aleyhisselâm- da topluluğun içine karışmış, dîvanda oturmaktadır. Hemen yanına çağırır.

– “Ey Azrail! Bugün kuşluk vakti o adama neden hışımla baktın? Neden o zavallıyı korkuttun” der. Azrail -aleyhisselâm- cevap verir.

– “Ey Dünyanın ulu sultanı. Ben, o adama öfkeyle, hışımla bakmadım. Hayretle baktım. O yanlış anladı. Vehme kapıldı. Onu, burada görünce şaşırdım. Çünkü Allah -celle celâlühû- bana emretmişti ki:

– “Haydi git, bu akşam o adamın canını Hindistan’da al” Ben de bu adamın yüz kanadı olsa, bu akşam Hindistan da olamaz. Bu nasıl iştir, diye hayretlere düştüm.İşte ona bakışımın sebebi bu idi “

MESNEVÎ: Kimden kaçıyoruz? Kendimizden mi? Bu hayalî bir şey… Kimden kapıp kurtarıyoruz?.. Allah (cc )’dan mı? Ne boş hayal!.. Dünya, Allah (cc )’den gafil olmaktır… Dünya, para pul, kadın, giyim-kuşam, ticaret değildir.Bunu bil… ” (Beyit 970-971)

Cenab-ı Hakk, Nebe Süresi, ayet 6’da şöyle buyurmuştur:

“Biz yeryüzünü bir beşik yapmadık mı?”

Yeryüzünün muayyen merhalelerden sonra,cidden maddî ve manevî beşik haline sokulması ne enteresan bir manzaradır.Beşeriyeti bir müddet zevk u safa aleminde sallayan, sonra ebediyete doğru uykuya salan Dünya, hem fanî, hem bakî alemin beşiğidir. Dünya beşiği ki, bir yandan üzeri, bulutların akşam ve sabah rengi, ahengi, iklim ve cümbüşü, diğer yandan da sürur ve dramları ile donatılmıştır.

Fanîliğe ve hikmetlerine nüfuz edebilen veya edemeyen, ebedî azamet hissedebilen veya hissedemeyen herkes , sonunda ahiret beşiği olan kabre düşer.

Nihayet, herkes dünya ve kabir hatıraları ile mahşer sabahında uyandırılır.

Şu halde Dünya, hayatı ve mematı ile tam bir ahret beşiği olarak tertiplenmiştir. Şair ne güzel söyler:

“Seni annen doğurup attığı gün Dünya’ ya ağlıyordun,

Bütün alem gülüyordu bir yanda,

Şimdi öyle bir ömür sür ki, ölürken gülesin,

Çağlasın göz yaşı halinde cihan arkandan.”

Hakîkaten insan cismaniyet bakımından önce bir tabiat unsuru olarak topraklarda, bir müddet babanın sulbünde, sonra bir annenin karnında, ve nihayet kollarında, bir zaman da ebeveynin kalbinde bir ömür sallanır durur.

Dünya beşiğinden kabir beşiğine tevdi olunarak kıyamet ve ahiret yolculuğuna çıkartılır.

Koca dünya, uzun seneler, kız çocuklarının oyuncak bebeklerini bir oyuncak beşikte sallayıp ninniledikleri gibi, insanoğlunu esen kader rüzgarına göre sallar durur.Gerçekten dünya, Ahiret’in sonsuzluğu karşısında bir beşikten başka nedir?

Bu tekamül beşiğinin menfilikleri ve abesleri içinde sallanıp da, îman olgunluğunu elde edemeden dünya’nın medd ve cezirleri içinde boğularak, hilkatin sırrından habersiz kalanlara ne yazık!

Bu gafletin en bariz bir tezahürünü Mekke’nin zavallı Kureyş cahillerinde görüyoruz.

Fahr-i kainat efendimizi, kendileri gibi etten bir kalıp olarak görüyorlar ve: “Baksanıza! Bir öksüz ve ümmî! Biz büyükler ve eşraf takımı dururken ortaya atılıyor. Göklerden kendisine haberler geldiğini öldükten sonra tekrar dirileceğimizi söylüyor… “Bu ne tuhaf şey” tarzında dedikodular yapıyorlardı. Amcası dahi: “Ben her şeyi biliyorum, fakat, Kureyş kadınları beni ayıplarlar ” diyordu.

Heyhat! Uyuyanların uyuyanlardan alış-verişi ne olabilir? Ehl-i gafletin Dünyası, çocukların gözlerini bağlayarak oynadıkları “körebe” oyunundan başka nedir? Hakîkate âmâ kalpler, nebilerin, velîlerin kendilerine uzattıkları can kurtaran simitlerine, nefsanî ve behîmî arzularına ters düştüğü için itiraz edegelmiş ve bîgane kalmışlardır. Ölümden uzak bir hayal dünyasını imar etmeye alışmışlardır. Sineklerin teressübat üzerinde neşelendikleri ve gıdalandıkları gibi, zift dolu dünyalarında sefaletlerini saadet görmenin garipliğinde diri ölüler olarak, cesetlerinin hammallığı içinde yaşarlar ve erirler. Sırtları toprak bilmeyen zorbalar ve muhterisler, yerlere serilmiş yatarlar. Dünyanın oyuncaklarından kurtulup gönül iklimine girenler için ölüm, hakîkî hayatın doğum noktasıdır. Ölüm, gölgeler aleminden aslî aleme bir intikaldir.

Sehl Bin Abdullah -radıyallâhu anh-‘dan rivayet edildiğine göre:

“İnsanlar uykudadır. Ölümle uyanırlar ve nedamet duyarlar. Pişmanlıkları kendilerine hiç bir fayda vermez” buyrulmuştur.

Bu sebeple, salihler ve arifler nefeslerini bir bir ömür tesbîhi haline getirerek hakîkate yaklaşırlar. Vücudlarını müşterek bir ölüm talimi içinde nurlandırarak fanilikten sıyrılırlar. Herkes değişik bir yerde ve değişik bir uykuda iken onlar, farklı bir tecellîde olurlar.

Her gecenin zaman nöbetini gündüze devretmesi, bizi pembe bir fecrin sabahına bağlar. Devamlı sünnetullah mucibince, gece gündüze, gündüz geceye inkılab eder. “Hayat, iki gün ve bir geceden ibarettir.” teranesinin hakikati; belki de dünya alemi fanî bir gün; kabir, muvakkat bir gece,fecri ise, ebedî ahiret günü, hakîkat sabahı anlamındadır.

Hayatı gün ve gece periyodu içinde görmek, ayrı bir ibret levhası değil mi?

Şayet ölümden kaçmak ve korkmak icab ediyorsa, akşamlar yaklaşırken korkularla titrememiz lazımdır.Halbuki, gecelerin esrarına dalarken içimizden bir korku geçirmiyoruz.Çünkü, sabahın gelmesi bir hilkat kaidesidir, ilahî bir tanzimdir.

O halde, ölümün koynundan da bir hakîkat sabahına kalkılmasının tabii görülmesi lazımdır.

Zaman şeridinden düşen her anın bizi hakikat sabahına yaklaştırmasını, Ayet-i Kerîme ne güzel ifade eder: “Kime uzun ömür verirsek, biz onun yaratılışını (gençliğini ve güzelliğini) bozar, beli bükük hale getiririz. O kimseler bunu idrak etmez mi? (Yolculuk ne tarafa?) (Yasin Süresi Ayet 68). Bir hakîkat mütefekkirinin ifadesiyle dünya Akıl sahipleri için seyr-i bedaî (ilahî tecellî, tanzim ve san atla lezzetlenme) ahmaklar için de yemek ve şehvetten ibarettir.İnsanoğlunun, freni patlayan bir araba gibi akan ömür takvîmine, ecel fırtınalarına, sonbahar hazanlarına lakayt kalarak, bu alemde alık ve abus bir heykel donukluğu içinde seyretmesi, fanî ihtiraslar uğruna demir kapılara yumruk vurması, koynuna gireceği toprak macerasından korkup kaçması, adî bir madde üzerinde hayatını sürdürmesi, insanlık haysiyetiyle ne derece kabil-i teliftir! Kainat kitabının hulasası, fatihası ve bütün esmanın tecelliyatı olan insanın bu nizamda ki yeri, ruhanî ve manevî gıdalarla beslenip hilkatin nüsha-ı kübrası ve kamil bir zubdesi olmak değil midir?

Hayat çarşısının en asîl giysisi kefen, bütün fanî alış-verişlerin iptal noktası değil midir?

Yaz bulutu halinde geçen Dünya hayatı ahiret endişesi olmadan yaşanıyor ise, bu, gündüzü akşamsız telakkî etmekten başka nedir?

Hakk Teala buyurur:

Ey insanlar! Allah’ın -celle celâlühû- va’di elbette ki haktır. Sakın Dünya hayatı sizi aldatmasın. Hileci şeytan, Allah -celle celâlühû- a karşı sizi kandırmasın. (Fatır Süresi, Ayet 5)

Son sözü Hz. Mevlana -kuddise sirruh-‘ a bırakalım O buyurur.

Teni besleyip geliştirmeye bakma, çünkü o sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen gönlünü beslemeye bak. Yücelere gidecek, şereflenecek odur.

Cesedine yağlı, ballı şeyleri az ver. Çünkü tenini besleyen, nefsanî arzulara düşüyor ve sonunda rezil olup gidiyor.

Ruha manevi gıdalar ver. Olgun düşünüş, ince anlayış, ruhî gıdalar sun da gideceği yere güçlü, kuvvetli gitsin.(Divan-ı Kebir, cild 2, numara 823)