Bir Mü’minin Rükû ve Secdesi Huzur Verecek

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

BİR MÜʼMİNİN RÜKÛ VE SECDESİ HUZUR VERECEK

Efendim, ondan sonra gelen âyetler, “ibâdurrahmân”ın bir vasfı:

وَالَّذِينَ يَبِيتُونَ لِرَبِّهِمْ سُجَّدًا وَقِيَامًا

“Geceleri Rabʼlerine secde ederek ve kıyam durarak geçirirler.” (el-Furkân, 64)

Demek ki, birincisi; Cenâb-ı Hak bizden Kitap ve Sünnetʼin bütün muhtevâsında olmamızı (istiyor). Hâssaten seherler…

Peygamber Efendimizʼin yanında bulunanları Fetih Sûresiʼnin sonunda Cenâb-ı Hak bildiriyor.

تَرٰیهُمْ رُكَّعًا سُجَّدًا

“…Sen onları rükû ederken ve secde ederken görürsün…” (el-Fetih, 29) buyuruyor.

Demek ki bir müʼminin rükûsu ve secdesi bir rûhâniyet tevzî edecek, bir huzur hâli verecek.

Cenâb-ı Hak insan anatomisini, en güzel secde edecek şekilde halketti. Cenâb-ı Hak da seherlere davet ediyor.

Yine Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede, A‘râf Sûresiʼnde:

“Ey Âdemoğulları! Her secde edişinizde güzel elbiseler giyinin…” (el-A‘râf, 31) buyuruyor.

Yani zâhirimizi güzelleştireceğiz. Bir huzûra çıkıyoruz. Nasıl bir, rütbeli bir insanın yanına gelişigüzel, pasaklı bir şekilde çıkılmaz. Demek ki Cenâb-ı Hakkʼın huzûrunda bulunduğumuzu Cenâb-ı Hak bize îkaz ediyor:

“…Secde edişinizde temiz ve güzel elbiseler giyin…” (el-A‘râf, 31) buyuruyor.

“…Secde et ve yaklaş (Rabbine).” (el-Alak, 19) buyuruyor.

Yine Cenâb-ı Hak; “Kimler biliyor, kimler bilmiyor? Bilmek kimi bilmektir? Neyi bilmek için geldik bu dünyaya? Neyin tahsilini yapmak için geldik?..”

Cenâb-ı Hakkʼı bilebilme. Cenâb-ı Hakkʼa bir kul olabilme.

“Allah bizi niye Dünyaʼya getirdi? Kimin mülkünde yaşıyoruz? Gidiş nereye? Geliş, gidiş, bu akış nereye?..” Kul bunun bir idrâki içinde olacak.

İşte geceler, o seherler, bir defa riyâdan uzak.

Cenâb-ı Hak:

“Geceyi örtü kıldık.” (en-Nebe, 10) buyuruyor. O örtünün altında Cenâb-ı Hakʼla kulun beraber olabilmesi. Hâricî alâkaların kesildiği bir an. Duyuşların arttığı bir zaman.

Fedakârlık istiyor. Yine Cenâb-ı Hak âyette, Secde âyet 16ʼda:

(O müttakîler geceleri namaz kılmak, istiğfâr etmek) için yanlarını tatlı yataklarından kaldırırlar…”

Yatak mıknatıs gibi çekiyor. O zaman kalkabilmek, dostluğun bir ifadesidir.

“…(Beyneʼl-havfi veʼr-recâ) korku ve ümit arasında Rabbine duâ ederler. Kendilerine verdiğimiz rızıklardan da (Allah için onları da) infâk ederler.” (es-Secde, 16) buyruluyor.

Velhâsıl Rabbimiz, bizden bir gece hayatı istiyor. Seherler bir istiğfar zamanı. Cenâb-ı Hak tevbe kapılarını açıyor.

وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ

(“…Seherlerde istiğfar ederler.” (Âl-i İmrân, 17])

اَسْتَغْفِرُ اللهَ الْعَظِيم, اَسْتَغْفِرُ اللهَ الْعَظِيم, اَسْتَغْفِرُ اللهَ الْعَظِيم…

Allâhʼın verdiği nîmetleri düşünüyoruz. Bedelini ödeyemeyiz.

Hattâ Rabbimiz muvaffakıyetlerde bile… Meselâ bir Mekke Fethiʼnde. Çok büyük bir muvaffakıyet, çok büyük bir yardım. Cenâb-ı Hak:

اِذَا جَاءَ نَصْرُ اللّٰهِ وَالْفَتْحُ

“Allâhʼın yardımı ve zaferi geldiğinde.” (en-Nasr, 1)

Büyük bir zaferi müjdeliyor.

وَرَاَيْتَ النَّاسَ يَدْخُلُونَ فِى دِينِ اللّٰهِ اَفْوَاجًا

“Bölük, bölük insanların hidâyete geldiğini görürsün.” (en-Nasr, 2) buyuruyor Rasûlullah Efendimizʼe. Fakat;

فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ

“Allâhʼı hamd ile tesbih et…” (en-Nasr, 3)

وَاسْتَغْفِرْهُ

“Bir de (Rabbine) tevbe et…” (en-Nasr, 3) buyruluyor.

Cenâb-ı Hak gafletimize, kulluğu îfâ edemememize karşı/mukâbil, Cenâb-ı Hak yine böyle bize bir nîmet veriyor. Demek ki -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin bir günahı mı vardı? Üsve-i hasene, “رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ” (Âlemlere Rahmet).

“Ben günde 70 kere, 100 kere istiğfâr ediyorum.” buyurdu. (Bkz. Ebû Dâvud, Vitr, 26; İbn-i Hanbel, Müsned, II, 450)

Efendimiz, en çok ibadette olduğu zamanlar, seherler.

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-:

“Ayakları şişerdi (diyor) Efendimizʼin. Secde yerini ıslatırdı (diyor). Ben öyle şey yapınca:

«‒Yâ Âişe! Rabbime şükreden bir kul olmayayım mı?» buyururdu.” (Bkz. Buhârî, Teheccüd, 16)

Âyetler ekseriyetle geceleri inerdi. Bilâl geldi -radıyallâhu anh-. Baktı Rasûlullah Efendimizʼin rengi değişmiş. Ayrı bir şeye girmiş seher vakti.

“‒Yâ Rasûlâllah! Ne oldu? Ne hâl oldu?” deyince:

“‒Bugün bana on âyet indi bu gece.” buyuruyor. Bu, Âl-i İmrânʼın son on âyeti. (Bkz. Buhârî, Teheccüd, 16)

Velhâsıl demek ki bu seherlerde Rasûlullah Efendimizʼin durumu böyle. En zor, zor seferler vardı. Meselâ o çöl seferleri vardı. Deve üstünde seferler, yürüyerek seferler vardı. O zamanlar bile Efendimiz o teheccüd namazlarını terk etmediği zamanlardı.

Şimdi demek ki biz ne kadar seviyoruz Allah Rasûlüʼnü? Ne kadar benzemeye çalışıyoruz?

Demek ki seherler de bir istiğfar zamanı olmuş oluyor.

Kelime-i tevhid, tekrar tekrar, tefekkür ederek, bir nevî îmânımızı temizlemek oluyor. îmânımızı bir yenilemek oluyor.

Rasûlullah Efendimiz:

“Îmânınızı (diyor) kelime-i tevhidle tecdîd edin (yenileyin).” buyuruyor. (Ahmed, II, 359; Hâkim, IV, 285/7657)

Her kelime-i tevhîd, “لَا اِلٰهَ اِلَّا اللهُ الْمَلِكُ الْحَقُّ الْمُبِينُ” derken, ben ne kadar Allah Rasûlüʼne benziyorum? Ne kadar “لَا اِلٰهَ” nefsânî arzularımı bertaraf ettim? Salevât-ı şerîfe seherlerde. Peygamber Efendimizʼle selâmlaşma. Muhabbetlerimizi arz etme o seher vakitlerinde. Yani bir salevat vakti. Her zaman salevat vakti, fakat seherler de daha ayrı bir salevat vakti olmuş oluyor.

Diğer bakımdan, havanın o loş karanlığında bir kabir iklimine girebilmenin ön hazırlığı. Rasûlullah Efendimiz buyuruyor:

“Bütün zevkleri, lezzetleri kökünden yok eden ölümü çok çok hatırlayın.” buyuruyor. (Tirmizî, Zühd, 4)

Seherlerin loş karanlığı da öyle. Sanki bir, kabrin bir ön hazırlığı. O kadar da, gündüzleri de kendimizi koruyacağız. Nasıl vücudumuzda maddî merkezler var. Mide, karaciğer vs. yediğimiz lokma her taraftan geçiyor, merkezlerden geçiyor. Böyle mânevî merkezler de var. Mânevî letâif. Bunların da bir canlanması. Cenâb-ı Hakkʼın zikrine kavuşması. Bu mânâda seherler, rûhânî merkezlerimizi zikirle tezyin etme demleri olmuş oluyor. Zira Cenâb-ı Hak:

اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ buyuruyor.

“…Kalpler, ancak Allâhʼın zikriyle mutmain hâle gelir (huzur bulur.)(er-Ra‘d, 28) buyruluyor.

Bu şekilde rahmet, gündüz gönle yansıyacak rahmet. Hâlıkʼın nazarıyla mahlûkata bakış tarzı olacak. Müʼmin yumuşak gönüllü olacak. O seher aksedecek. Yüzünde dâimâ îmânın getirdiği bir tebessüm olacak. Müslüman olmanın bir sevinci olacak. Aslâ kalp kırmayacak. Kimseden kırılmayacak. Affedebilmenin fazîletine erecek. Yalnız kendini düşünen bir hodgâm olmayacak, diğergâm olacak. Kardeşi için fedakâr olacak. Nasıl, Muhâcir, Ensârʼın durumu nasıldı? İşte bugün de devamlı Sûriyeliler geliyor. Kapımıza Tanrı misafirleri geliyor. Muhâcir, Ensâr nasıl paylaştı? Biz nasıl paylaşıyoruz?

Velhâsıl asr-ı saâdetin zamanımızdaki temsilcileri olmaya gayret edeceğiz -inşâallah-, Rabbimizʼin lûtfuyla -inşâallah-.

Efendim, ondan sonra gelen âyet, bu, geceden sonra gelen âyet. Bize Cenâb-ı Hak, duâ hâlinde olmamızı istiyor. Zâten sûrenin sonunda da:

(Ey Peygamber!) Onlara söyle, onların duâları olmasa (ibadet) onlar ne işe yarar?!.” buyuruyor. (Bkz. el-Furkân, 77)

Burada da ondan sonra gelen âyette:

“Ve şöyle derler (o seherlerde, her zaman); «Rabbimiz! Cehennem azâbını üzerimizden sav, doğrusu onun azâbı gelip geçici bir azap değildir.” (el-Furkân, 65)

Bir kibrit elimizi yaksa üç gün sürüyor (acısı).

Velhâsıl o kıyâmet günü:

اِقْرَاْ كِتَابَكَ

“Kitabını oku. Bugün nefsin kâfîdir…” (el-İsrâ, 14) denilecek. Semâdan yağmur yağar gibi amellerimizin önümüze akacağı hesap vereceğimiz o günü unutmamamız lâzım.

“O gün (yine Rabbimiz buyuruyor) gözler konuşacak…” (Bkz. Fussilet, 21) buyuruyor.

Bu gözleri Allah niye verdi? Bu gözleri neyi seyret diye verdi; biz neyi seyrediyoruz bu gözlerle?

“Kulaklar konuşacak.” (Bkz. Fussilet, 21)

Niye verdi Cenâb-ı Hak bu kulağı? Vermeyebilirdi. Nerede kullanacağız bu kulağı? Allah bu ağzı, bu dili niye verdi? Bir hazne içinde bir et parçası dönüyor, senin hislerini anlatıyor. Niye verdi Cenâb-ı Hak bu dili? Nerede kullanacağız bunu?

Rasûlullah Efendimiz:

“Ya hayır söyle veyahut da sus.” buyuruyor. (Müslim, Îmân, 77)

Cenâb-ı Hak yine bizim son hâlimizi bildiriyor Kāf Sûresiʼnde:

“Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir de; «Ey insan! Bu senin öteden beri kaçtığın şeydir.» denir.” (Kāf, 19)

Velhâsıl kardeşler! Ölüm, herkes için bir muammâ. “Ben nasıl gideceğim, nasıl olacağım, nelerle karşılaşacağım?..”

Bir âlemden bir âleme geçiş. Şu beden elbisesinden çıkıp başka bir âleme geçiş, kabir âlemine. Onun için gâye; ölümden korkmayı azaltmak, ölümü güzelleştirmeye gayret etmek.

İşte Cenâb-ı Hak hep bize bu rahmet yollarını bize gösteriyor. Yine:

“Orası cidden ne kötü bir yerleşme, ne kötü bir ikâmet yeridir.” (el-Furkân, 66) buyuruyor o Cehennem.

Yine bu ibâdurrahmân, Hakkʼa yaklaşan o kulların Cenâb-ı Hak bir vasfını daha bildiriyor bize:

(O kullar), harcadıklarında ne israf, ne de cimrilik ederler…” (el-Furkân, 67)

Mülkün sahibi Cenâb-ı Hak. Mülkü veren Cenâb-ı Hak. Kimine veriyor, kimine vermiyor. Vermesi ayrı imtihan, vermemesi ayrı imtihan. Cenâb-ı Hak yine Veʼl-Fecri Sûresiʼnde:

“Biz (diyor) imtihan olarak veririz de o da sevinir (diyor), Allah beni önemsedi de bana çok verdi der.” diyor. Değil. Hâlbuki imtihan için. (Bkz. el-Fecr, 15)

Serveti olan kimse iktisatlı yaşayacak. Zekât minimum, asgarî. Onu verecek, sadaka verecek. Bir de Allâhʼa giden bir yol var: Biz ona “infak” diyoruz.

لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ

(“Sevdiklerinizden vermedikçe birre vâsıl olamazsınız…” [Âl-i İmrân, 92]) Sevdiklerinizden vermedikçe Allâhʼa yaklaşamazsınız, Cenâb-ı Hak buyuruyor.

Kendini seviyorsun, ne kadar veriyorsun? Oğlunu, kızını vs. eşini seviyorsun, ona ne kadar veriyorsun; Allah için ne kadar veriyorsun? Bir hesap etmemiz lâzım. Kaçta kaçını Allah için veriyoruz, kaçta kaçını kendimize şey yapıyoruz?

Bu âyet indiği zaman; “لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ” bu âyet indiği zaman Ebû Talha vardı sahâbenin büyüklerinden. Bugünkü Ravzaʼda “kadınlar kapısı”nda onun 600 hurma ağaçlı bir bahçesi vardı. O bahçesini çok severdi. Hanımı da çok severdi. Bu âyet indiği zaman, o hurma bahçesinin önüne geldi. İçeri girmedi. Hanımı dedi ki:

“‒Ebû Talha! (Dedi.) Niye girmiyorsun? (Dedi.) Senin girmene mânî olan ne var (dedi) bahçeye? (Dedi.) Bu bahçeyi sen de çok seviyorsun, ben de çok seviyorum.” dedi.

Biraz tereddüt etti, acaba nasıl karşılayacak diye.

“‒Hanım! (Dedi.) Bugün bir âyet indi (dedi):

لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ

(Dördüncü cüzün başında.)

«Sevdiklerinizden vermedikçe (Allâhʼa yaklaşamazsınız) birre vâsıl olamazsınız…» (Âl-i İmrân, 92)

Bu bahçeyi sen de çok seviyorsun, ben de çok seviyorum. Bu bahçeyi ben infâk ettim. Artık bu bahçe bizim değil.” dedi.

Hanımı dedi ki:

“‒Ebû Talha! (Dedi.) Bunu infâk ederken beni de ortak ettin mi?” dedi.

“‒Evet (dedi), beraber, ortak, beraber verdik.” dedi.

“‒O zaman bekle (dedi), ben de eşyalarımı toplayayım, ben de bu bahçeden çıkayım, artık bu bahçe bizim değil, ümmet-i Muhammedʼin.” dedi.

Şimdi, ashâb-ı kirâm buydu. Yani bir âyet inince; “Bu âyeti ben nasıl yaşarım?..”

Akşamları, beyleri, babaları, efendileri eve geldiği zaman hanımlar:

“‒Şamʼdan ne kervan geldi, ne ipekli kumaş var?” diye sormazlardı.

“‒Bugün hangi âyet indi? Cenâb-ı Hak bugün ne buyurdu? Allah Rasûlüʼnün fem-i muhsininden, mübârek ağzından, ne gibi kelâmlar çıktı? Sen bana onu söyle.” derlerdi hanımları. Sâlihât-ı nisvân…

“Üç şey sevdirildi (buyuruyor Efendimiz), dünyanızdan. Biri sâlihât-ı nisvan…” (Bkz. Nesâî, Işretü’n-Nisâ, 10)

Sabahları da kocalarına, beylerine derlerdi ki:

“‒Aman Efendi! Helâl kazan, helâl şey getir. Sakın bana haram, şüpheli bir şey getirme. Zira ben dünyada her şeye katlanırım ama Cehennem azâbına katlanamam!..” derlerdi.

İşte İslâmʼın meydana getirdiği bir şahsiyet, bir karakter. Bir ibâdurrahmân; Allâhʼın rahmetinin tecellî ettiği bir kul modeli.

Velhâsıl hayatta, bilhassa bugün, iki büyük illet var. Kendimize harcamak, gösteriş, israf.

Cenâb-ı Hak:

“İsraf edenler, şeytanların arkadaşlarıdır (buyuruyor âyette). Şeytan da Allâhʼa karşı, Rabbine karşı çok nankördür.” (el-İsrâ, 27) buyuruyor.

Fakat zamanımızda televizyon, internet, modalar, reklâmlar vs… Anneler günü diyor; satış yapacak. Bilmem neler günü diyor; satış yapacak…

Her gün anneler günü. Hangi gün anneler günü değil ki İslâmʼda?.. Her gün annenin duâsını alacaksın. O kadar mühim ki, Efendimiz buyuruyor ki, minbere çıkıyor:

“‒Âmîn, âmîn, âmîn.” buyuruyor üç sefer. Sahâbe diyor ki:

“‒Yâ Rasûlâllah! Ne hâl oldu, kime âmîn dediniz, muhâtabınız yok?”

Efendimiz buyurdu ki:

“‒Cebrâil geldi. Anne-baba ihtiyarlar, evlât bîgâne kalır, o rahmetten uzak olsun, burnu sürtülsün dedi Cebrâîl. Ben de âmîn dedim…” (Bkz. Hâkim, IV, 170/7256; Tirmizî, Deavât, 100/3545)

Her gün anneler günü İslâmʼda. Üç kuruş satış yapmak için anneler günü olmaz. Her gün anneler günü.

Velhâsıl israf olmayacak müʼminin hayatında. Pintilik de olmayacak. O da Hutameʼye sarılacak, sarıcı bir ateşe. Mülk senin değil, mülk Allâhʼın. “اَلْمُلْكُ لِلّٰهِ”. Beşerî sistemlerde mülk toplumundur, fertlerindir vs.dir. Fakat İslâmʼda mülk Allâhʼındır. Bir tasarruf veriyor.

Velhâsıl israf, kendine harcamak; cimrilik de haddinden fazlasını kendine biriktirmektir.

Yine Efendimiz buyuruyor:

“…Benim ümmetimin fitnesi maldır.” buyuruyor. (Tirmizî, Zühd, 26/2336)

Bunu da görüyoruz bugün. Câmiler ne kadar doluyor, vitrinler ne kadar bakış kazanıyor?..