Bayram ve Kurban

2010 – Kasım, Sayı: 297, Sayfa: 032

Dünya, ezel ile ebed arasında rûhun bir gurbet diyârıdır. Bayramlar­sa, kâh sürûr, kâh keder tecellîleriyle akıp giden zaman içinde, Rabbimizin kullarına lûtfettiği, kardeşlik, sevinç ve neşe günleridir. Kullukta sebâtın, Allah yolunda fedâkârlığın bir mükâfâtıdır. Bununla birlikte bayramlar, aslâ tâtil ve eğlence gibi ferdî sevinç ve mutluluk günleri değildir. Bayramlar, umûmun sevincidir. İnsan tek başına, ferdî olarak bayram yapamaz. Yani tek başına bir bayram namazı, tek başına bir bayramlaşma düşünülemeyeceği gibi, sırf kendi şahsının veya kendi âilesinin mutluluğuna hasredilmiş bir bayram da düşünülemez. Bilâkis bayramlar, gönül kazanma seferberliğidir. Sıla-i rahimde bulunmak, İslâm kardeşliğini toplum sathında yaşatmak, dargınları barıştırmak, yoksulları, kimsesizleri, hasta ve muzdaripleri sevindirmek gibi nice mesʼûliyetlerimizin zirve seviyede îfâsına vesîle olan mübârek günlerdir.

Bayramlaşmalar da, toplumda kardeşlik rûhunun pekiştirilmesi için müstesnâ bir fırsattır. Toplumun en alt kademesinden en üst kademesine kadar ecdâdımız, bayramlaşmaya büyük bir ehemmiyet vermişlerdir. Devlet saraylarında husûsî muâyede (bayramlaşma) salonlarının ihdâs edilmesi de bunun nişânelerinden biridir. Öte yandan ilk bayramlaşma, en çok alâka, yardım ve şefkat bekleyen geçmişlerimizle, kabristanların mahzun selvileri altında başlamalıdır. Önce ölülerle diriler hasret gidermelidir. Verilmiş sadakaların, yapılmış hayırların sevapları ve Fâtihalar ikrâm edilerek geçmişlere karşı vefâ borcu ödenmeli, bu mânevî hediyelerle ruhları şâd edilmelidir. Daha sonra ise neşe ve sevinci unutmuş mahzun gönüllerle, muzdarip yüreklerle, çâresiz, kimsesiz ve yalnızlarla bayramlaşabilmek, bayram sevincimizi onlarla da paylaşabilmek gerekir. Çocuklarımızı sevindirirken, kendilerini sevindirecek bir anne-babadan mahrum öksüz ve yetimleri de hatırlamak lâzımdır. Müʼmin; “Hangi birine yetişeyim” gibi mâzeretlerle hodgâmlığa prim vermeden, şefkat elinin ulaşabildiği herkese bayram sevinci tevzî etme gayreti içinde olmadır.

Ebû Saîd el-Hudrî -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Kurban ve Ramazan bayramı günleri namazgâha çıkar ve evvelâ namazla işe başlardı. Namazı kılıp selâm verdiğinde ayağa kalkarak cemaate dönerdi. Cemaat namaz kıldıkları yerde otururdu. Eğer herhangi bir yere müfreze gönderme ihtiyacı olursa onu cemaate söyler veya bundan başka yapılacak bir iş olursa onu kendilerine emrederdi. Hutbe esnâsında; «–Sadaka verin, sadaka verin, sadaka verin!» buyururdu. En fazla sadaka verenler ise kadınlar olurdu. Daha sonra Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- namazgâhtan ayrılırdı.” (Müslim, Iydeyn, 9)

Fedâkârlık Tâlimi

Gerçek bir sevginin alâmeti, fedâkârlıktır.  Allâhʼı sevmek de, Oʼnun için her türlü fedâkârlığı göze almayı gerektirir. Allah için fedâkârlık tâlimi olan kurban ibâdeti, İbrahim (aleyhisselam)ʼdan bizlere intikal eden müstesnâ bir hâtıradır.

Düşünmek gerekir ki İbrahim(aleyhisselam)nasıl Halîlullah/Allâhʼın dostu oldu? Gönül tahtını nasıl yalnızca Allâhʼa tahsis edebildi? Allah için canını ortaya koydu; can buldu. Malını cömertçe infâk etti; görülmemiş bir berekete nâil oldu. Kendisinin devam eden parçası olan evlâdını fedâ etme ânına geldi; Cenâb-ı Hak, ona imtihanı kazandığını müjdeledi. Nitekim âyet-i kerîmelerde bu hâl şöyle bildirilmektedir: “Her ikisi de teslim olup, onu alnı üzerine yatırınca: «Ey İbrahim! Rüyâyı gerçekleştirdin. Biz ihsan[1] sahiplerini böyle mükâfatlandırırız. Bu, gerçekten, çok açık (ağır) bir imtihandır.» diye seslendik. Biz, oğluna bedel ona büyük bir kurban verdik. Geriden gelecekler arasında ona (iyi bir nam) bıraktık: «İbrahimʼe selâm!» dedik. Biz ihsan sahiplerini böyle mükâfatlandırırız. Çünkü o, bizim müʼmin[2] kullarımızdandır.” (es-Sâffât, 103-111) Dolayısıyla Allah yolunda sadece kurbanlık malları değil, bütün varlığı kurban bilmek gerekir. Nitekim Sahâbe Efendilerimiz de bu gönül kıvâmında idiler. Bunun içindir ki onlar, Allah Rasûlüʼnün en ufak bir arzusunu bile canlarına minnet bilerek; “Anam, babam, malım, canım, Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” diyorlardı. Allah ve Rasûlü uğrunda bir fedâkârlık şerefine nâil olabilmek için, âdeta birbirleriyle yarışıyorlardı. Sadece sahâbîler mi? Mahlûkât bile O Nûrʼun etrafında kanatlarının yanması pahasına pervâne kesiliyordu… Mahlûkattan İbret Dersleri… Abdullah bin Kurt -radıyallâhu anh- anlatıyor:

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’e beş veya altı tane kurbanlık deve getiril­mişti. Develer, hangimizden başlayacak diye Peygamber Efendimiz’e doğru gelmeye başladılar. Develer kesilip yanları ve başları yere düşünce Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- hafif sesle bir şey söyledi, ancak anlayamadım. (Önümdeki şahsa Efendimizʼin) ne buyurduğunu sordum:

“−«İsteyen bu kurbandan kesip alabilir.» buyuruyor.” dedi. (Ebû Dâvûd, Menâsik, 19/1765; Hâkim, IV, 246/7522)

Develerin, Rasûl-i Ek­rem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in mübârek ellerinde can verebilmek için âdeta birbirlerinin önüne geçmeye çalışmaları, şüphesiz O’nun mûcizelerinden biridir. Bu hâl, Peygamber Efendimizʼden ayrılığa dayanamayıp ağlayan hurma kütüğü hâdisesinin sanki farklı bir tecellîsiydi. Zira nebevî beyanla; “Cinlerin ve insanların âsîleri dışında bütün mahlûkat Oʼnu tanırdı.”[3]

Ne ibretlidir ki Cenâb-ı Hakkʼın insanoğluna âmâde kıldığı hayvânat dahî Efendimizʼe öyle bir muhabbet duyuyor ki Oʼna canını hediye etmek için birbiriyle yarışıyor. Karşılığında dünyevî veya uhrevî bir mükâfâta erişmeyecekleri hâlde, Rasûl-i Ekrem’e itaat ve teslimiyette develer bile böyle yarışa girerken, dünyevî ve uhrevî saâdetleri O’na itaat etmekle kāim olan biz insanoğlunun, Allah Rasûlü’ne teslîmiyette nasıl bir fedâkârlık coşkusu içinde olmamız lâzım geldiğini, bu misalle mîzân etmemiz gerekir… Bir Hâtıra: Asr-ı Saâdetʼte vukû bulan bu hâdiseyi gönüllerde tedâî ettiren diğer bir ibret tablosu da şöyledir: Seneler önce Rusya coğrafyasında, kurban edilecek bir boğa, sanki görünmez bir el tarafından götürülüyormuşçasına, gâyet sakin ve huzurlu bir şekilde, kendi başına kurban yerine kadar gitmiş, kesileceği kuyunun başına yatmış, oradaki halk da bu manzarayı dehşet içinde seyretmiştir. Cenâb-ı Hak, nice hikmetlere binâen, bâzen böylesine müstesnâ tecellîler yaşatmakta ve dilerse bunu kullarına da göstermektedir. Cenâb-ı Hakkʼın âdetullahʼta istisnâ yaparak sergilediği bu gibi manzaralar kadar, esâsen bütün kâinât ve hâdisat, ilâhî mûcizelerle dolu sır ve hikmetler manzûmesidir. Mühim olan, kâinat kitabındaki bu sır ve hikmet sayfalarını okuyabilecek bir gönül gözüne sahip olmaktır. Kalbin; “Yaratan Rabbinin adıyla oku.” (el-Alak, 1) fermân-ı ilâhîsi mûcibince, her şeyi ibret nazarıyla okuyabilmesidir. Âdâba Riâyet Cenâb-ı Hak, kurbanlık hayvanlara da bir hissiyat vermiş ve onları bir ibâdetin icrâsı için seçmiştir. Dolayısıyla kurbanlıklara gösterilecek şefkat, merhamet ve îtinâ, esâsen Cenâb-ı Hakkʼa olan tâzîmin de bir ifâdesidir.

Bunun içindir ki Rahmet Peygamberi Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bu ibâdetin hoyratça ve duygusuzca yapılmasını şiddetle men etmiştir.

Kurban edilecek hayvan susuzsa su içirilmeli, rahatlatılmalı, gözleri bağlanmalı ve kesileceği yere eziyet edilmeden güzelce götürülmelidir. Nitekim Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, koyunu kulağından çekerek kesmeye götüren bir kimseyi gördüğünde hemen müdâhale etmiş ve: “–Hayvanın kulağını bırak, boynunun kenarından tut!” buyurmuştur. (İbn-i Mâce, Zebâih, 3) Ayrıca keserken hayvana fazla eziyet verilmesin diye bıçakların iyi bilenmesini tenbih etmiş ve:

“Biriniz hayvanını keseceği zaman, o işi hızlı yapsın!” buyurmuştur. (İbn-i Mâce, Zebâih, 3)

Yine bir gün Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- koyun kesen birini görmüştü. Adam, kesmek üzere koyunu yere yatırdıktan sonra bıçağını bilemeye çalışıyordu. Bu duygusuz ve düşüncesiz davranış karşısında, Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz şu îkazda bulundu: “Hayvanı defalarca mı öldürmek istiyorsun?! Bıçağını, onu yere yatırmadan önce (onun görmeyeceği bir şekilde) bilesen olmaz mıydı?!” (Hâkim, IV, 257, 260/7570)

Demek ki kurbanın, bir ibâdet olduğu unutulmamalı ve ibâdetin rûhâniyetini zedeleyebilecek kaba tavırlardan titizlikle sakınılmalıdır. Zira Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh-ʼın buyurduğu gibi; “Amelde edep, onun kabûlüne işarettir.” Yine Allah dostları da; “İbâdet insanı cennete götürür, ibâdette edep ve tâzîm ise Allâh’a yaklaştırır.” demişlerdir.

Hak dostu Sâmi Efendi Hazretleri ve pederim Mûsâ Efendi -rahmetullâhi aleyh-, kurban kesilirken çok hassas davranırlardı. Bir çukura iki kurban kestirmezlerdi. Hayvanın gözünü bağlatırlar, kesileceği yere zorla iterek sürükletmezlerdi. Şâyet küçükbaş bir kurban ise, kucağa alınarak şefkat ve mülâyemetle götürülmesini isterlerdi. Bıçağın keskin olmasına dikkat ederlerdi. Hayvana eziyet vermeyecek şekilde güzelce kesilmesini ve kanın iyice boşalmasını arzu ederlerdi. Kurban kesilirken de oturmaz, hayvanın kanı tamamen akıncaya kadar ayakta beklerlerdi. Kurbanlıklar vesîlesiyle düşünmek ve şükretmek gerekir ki, onların yerinde bizler de olabilirdik.

Yani Cenâb-ı Hak bizi onların yerinde yaratabilirdi. Bu sebeple Allâhʼa kul olma nîmetini düşünerek, şükrümüzü artırmalıyız.Kurbanlıkların can çekişme manzarası karşısında ise kendi son nefes istikbâlimizi tefekkür etmeliyiz. Velhâsıl kurban kesilirken mümkün ise başında bekleyip duygu derinliği içinde bu gibi hakîkatleri düşünmek îcâb eder. Ayrıca bu mübârek günlerde mâlâyânî mevzularla meşgûl olmayıp bu kıymetli vakitleri zikrullâh ile ve bilhassa da bayramın şiârından olan tekbirlerle, sadakalarla tezyîn etmek gerekir.

İnfak Bayramı Asr-ı saâdette bayrama, infakla, ikramla, sadakayla hazırlanılır; bayram, Allah için yapılan fedâkârlıklarla karşılanırdı. Zira hakîkî bayrama nâil olabilmenin, mahzun gönüllere de bayram neşesi verebilmekten geçtiği, çok iyi bilinirdi. Nitekim Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- zamanında, Kurban Bayramı yaklaştığı bir sırada, ihtiyaç içinde, perişan ve sefil bir bedevî topluluğu gelmişti. Bunun üzerine Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, kurban etlerinin üç günden fazla saklanmayıp dağıtılmasını istedi. Daha sonra imkânlar artınca, Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bu mecbûriyeti kaldırdı. Fakat müslümanları birbirleriyle yardımlaşarak fakirleri gözetmeye teşvikten de geri durmadı.[4]

Bizler de ümmet-i Muhammed olarak şunu düşünmeliyiz: Bugün yeryüzünde bir parça ete hasret nice din kardeşlerimiz varken, kurban vesîlesiyle yapabileceğimiz yardımlarla evvelâ o kardeşlerimizin yüzlerinde bayram sevinci uyandırmalı, o mahzun gönülleri fethetmenin gayreti içinde olmalıyız. Zira böyle bir gönül kazanma seferberliği, Hakkʼın rızâsına ve yakınlığına vuslatın belki de en kestirme yolu olacaktır.

Dâvud-i Tâî Hazretleriʼnin hizmeti­ne bakan talebesi bir gün ona:

“–Biraz et pişirdim; lütfen buyrun?” der. Üstâdının sükût etmesi üzerine de eti getirir. Ancak Dâvûd-i Tâî Hazretleri, önüne konan ete bakarak: “–Falanca yetimlerden ne haber var evlâdım?” diye sorar.

Talebesi: “–Bildiğiniz gibi efendim!” de­r.

O bü­yük Hak dos­tu da: “–O hâl­de bu eti on­la­ra gö­tü­rü­ver!” buyurur.

Ha­zır­la­dı­ğı ik­râ­mı üs­tâ­dı­nın ye­me­si­ni ar­zu eden sa­mimî talebe ise: “–Efen­dim, siz de uzun za­man­dır et ye­medi­niz!..” di­yerek ıs­rar ede­cek olur.

Fa­kat Dâ­vud-i Tâî Haz­ret­le­ri kabul et­me­yip: “–Ev­lâ­dım! Bu eti ben yer­sem bir müddet sonra dı­şa­rı çı­kar, fa­kat o ye­tim­ler yer­se, ebediyyen kalmak üzere Arş-ı Âlâ’­ya çı­kar!..” buyurur.

Bu gün İslâm coğrafyasının pek çok bölgesinde, bilhassa da Afrikaʼda, öyle mahrum, yoksul, muzdarip ve aç insanlar var ki, onlara tattırılacak kurban etleri, belki de Arş-ı Âlâʼya çıkacak en güzel bayram hediyelerimiz olacaktır. Kurban, dünya coğrafyasındaki yoksul din kardeşlerimizle bayramlaşmaya en güzel bir vesîledir. Hamdolsun Hüdâyi Vakfımız senelerce yurt içinde ve yurt dışında kurban faaliyetleri icrâ etmektedir. Bu faaliyetler, hem bir ibâdetin îfâsına vesîle olmakta, hem din kardeşlerimizin ihtiyaçlarının giderilmesine bir nebze de olsa katkı sağlamakta, hem de dünyanın dört bir köşesinde Türkiyemize ve müslüman milletimize karşı sürekli büyüyen bir muhabbet hâlesi oluşturmaktadır. Bu faâliyetlerde öyle ibretli tablolarla karşılaşılmaktadır ki, yapılan hizmetin ne kadar yerinde olduğunu ve daha ne kadar çok gayret etmemiz gerektiğini hatırlatmaktadır.

İşte onlardan birkaç misâl: Senegalʼdeki bir kurban kesiminde bir fakir, hayvanın paçasını kapmış ve hızla koşmaya başlamış. Ona; “‒Dur!” diye seslenildiğinde, o gariban, aldığı paça da belki bana düşmez düşüncesiyle: “‒Olmaz, durmam, bunu anneme götüreceğim, bundan bize yemek yapacak.” deyip hızla uzaklaşmış. Diğer bir manzara: Bir garip, kurban eti dağıtımına yetişememiş, oradaki vazifelilere: “‒Ben bu defa yetişemedim, ama ne olur seneye yine gelin de bâri seneye bir parça kurban eti alayım.” demiş. Habeşistanʼda siyâhî bir hristiyan kadın gelmiş. “‒Ben hristiyanım, bana da bir parça et verir misiniz?” demiş. Onlar da güler yüzle bir parça et vermişler.[5]

Eti alan kadının ilk işi, gidip câminin duvarını öpmek olmuş. Yani bu hâliyle İslâmʼın merhametini, Hâlıkʼın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzını görmüş, câminin duvarını öperek de İslâm dünyasına olan şükranlarını ifâde etmiş. Zira insan, dâimâ ihsâna mağlûptur… Yine Afrikaʼda bir parça kurban eti alabilmek için 2 saatlik yoldan yürüyerek gelenler olduğunu, birçoğunun da senede yedikleri tek etin kurban eti olduğunu, orada hizmet eden kardeşlerimiz bildirmişlerdir. Elbette ki kestiğimiz kurbanların etinden kendi ev halkımız da tatmalıdır. Bunun için, vâcip kurbanlarımızı âile efradımızla birlikte, mümkün mertebe memleketimizde kesmeli, fakat sadaka ve nâfile kurbanlarını da İslâm coğrafyasındaki ihtiyaç sahibi din kardeşlerimize göndererek o kardeşlerimizle kurban eti vesîlesiyle bayramlaşmalı, kucaklaşmalıyız. Bilhassa Afrikaʼnın, bizim için çok mühim bir tedâîsi vardır.

Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-ʼin birçok güzîde sahâbîsi Afrikalıʼydı. Bilâl-i Habeşî, Zeyd bin Hârise, Üsâme  hep Afrikalıʼydı. Onlar, canlarını bile esirgemeden İslâmʼa ilk hizmet eden fedâkâr kardeşlerimizdir. Dolayısıyla oralara yapacağımız yardımlar da onlara karşı bir vefâ borcumuzdur. Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bu vefâyı en güzel şekilde îfâ etti. Nitekim bir defâsında Habeşistan hükümdarının elçileri, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in huzûruna geldiler. Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, onlarla yakından alâkadar oldu, hattâ bizzat hizmet etti. Ashâb, bu hizmeti kendileri yapmak istediklerini, Oʼnun istirahat buyurmasını söylediklerinde ise, Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şu cevâbı verdi: “–Bunlar, Habeşistan’a hicret etmiş olan ashâbıma yer göstermiş, ikrâm etmişlerdir. Buna karşılık şimdi ben de onlara hizmet etmek isterim.” (Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, VI, 518, VII, 436)

Yine Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, ashâbını himâye eden Habeş Necâşîsi Ashama vefât ettiğinde, yüksek bir vefâ duygusuyla, gıyâbî cenâze namazı kıldırmış ve onun için mağfiret dilemelerini ashâbına emretmiştir.[6] Bugün biz de Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-ʼin o vefâsına katılmalı, Afrikalı kardeşlerimize, Türkiyeʼde onları düşünen kardeşleri olduğunu hissettirmeliyiz. Tabiî ki Afrika, bugün yardım bekleyen tek yer değil. Bütün dünya coğrafyasındaki müslümanlar bizim kardeşimizdir. Fakat yaşanan sefâlet ve çekilen sıkıntılar dikkate alındığında, öncelikle Afrika, Ortaasya, Pakistan, Rusya coğrafyası, Balkanlar ve eski Osmanlı hudutlarımızdaki yardıma muhtaç din kardeşlerimiz için “kurban” vesîlesiyle açılmış olan gönül seferberliğine, imkân nisbetinde bütün kardeşlerimizin iştirâkini arzu ederiz. Zira onların bizim yardımlarımıza ihtiyacı var, bizimse onların gönüllerinden kopan bir “Allah râzı olsun!” duâsına ihtiyacımız var. Onların yüzlerinde parlayacak bir tebessüm, bizler için hakîkî bayram hediyesi olacaktır.

Zira Hak dostlarının buyurduğu gibi: “Gerçek bayram, yeni elbise giyene değil, Allâh’ın azâbından emîn olanadır.” Dolayısıyla bayrama hazırlık, sadece güzel elbiselerle değil, daha ziyâde, bayrama lâyık müsterih bir vicdanladır. Hak dostu Mevlânâ Hazretleri, bu hakîkatlerden ve kurbanın derûnî şartlarından habersiz şekilde sırf zâhir plânında takılıp kalanları şöyle îkaz buyurur:

“Sakın ola ki keçinin gölgesini kurban etmeye kalkışma!..”

Zira kurban edilen hayvanın eti, kemiği, gölge varlıktır; aslolan, onun ifâde ettiği mânâdır. Gönül, bu mânânın farkında olmalıdır. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur: “Onların ne etleri ne de kanları Allâh’a ulaşır; fakat O’na sadece sizin takvânız ulaşır…” (el-Hacc, 37) Îmânın seviyesinin en güzel göstergesi, merhamettir. Merhamet ise elde olanı, ondan mahrum olanlara ikram ederek, onların eksikliğini telâfîye çalışmaktır. Bu yönüyle kurban, gönüllerde merhamet duygularını bileyen müstesnâ bir ibâdettir. Asıl bayram da bu merhamet duyguları içerisinde canını ve malını Hakkʼa adayarak ebedî kurtuluş şehâdetnâmesini alabilen bahtiyar kullaradır. Bayram ettirdiği mahzun bir gönülden Hak katına makbul bir duâ yükselterek bayram tebriğini Allah Teâlâʼdan alan, diğergâm, fedâkâr, cömert ve gayret ehli müʼminleredir.

FETİHLERİN EN İHTİŞAMLISI, KALPLERİN FETHİDİR. NE MUTLU KALBİNİ BÜTÜN MÜʼMİNLERE VE MAHLÛKÂTA RAHMET DERGÂH HÂLİNE GETİREREK ONLARI GÖNÜL SARAYINDA İHYÂ EDEBİLENLERE…

Cenâb-ı Hak, ömrümüzü lâyıkıyla ihyâ edilen Ramazanlar gibi, kandiller gibi, Zilhiccenin ilk on günü gibi, feyizli bir ömür eylesin. Son nefesimizi de ebedî bir bayramın huzur ve saâdetinin ilk adımı kılsın!.. Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] İhsan: Allâhʼın mahlûkâtına ikram etmektir. Diğer bir mânâda ise nefsânî arzularını bertaraf edip rûhânî istidatlarını inkişâf ettirerek dâimâ ilâhî kameralar altından olduğu şuur ve idrâkinin kalpte tecellî etmesidir.

[2] Müʼmin: Gönüllerde îman ışığı parlatan, rahmet ve merhamet tevzî eden, kendine sığınanlara eman veren, koruyan, rahatlatan, güven veren ve vaadine güvenilir kimsedir.

[3] Bkz. Ahmed bin Hanbel, Müsned, III, 310.

[4] Bkz. Müslim, Edâhî, 28, 34; Ebû Dâvud, Edâhî, 9-10/2812.

[5] Kurban etinin gayr-i müslim fakirlere verilmesi de câizdir.

[6] Bkz. Müslim, Cenâiz, 62-68; Ahmed, III 319, IV 7.