Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullâhi aleyh) -6-

Hak Dostlarından Hikmetler

2015 – Temmuz, Sayı: 353, Sayfa: 032

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri buyurur:

“Halkın Hakʼtan en uzak olanı, sonra yaparım deyip hayrı tehir edendir.”[1]

[Dünyevî ihtiraslar peşinde ömür tüketip, uhrevî mesʼûliyetlerini, kulluk vazifelerini, ibadet, tâat ve hayırları yarınlara ertelemek, büyük bir aldanıştır. Zira yarını görüp göremeyeceğimiz meçhuldür. Hiçbirimizin bu hususta teminâtı yoktur. Kul için her gün, yarını olmayan son gün olmaya namzettir.

Bir kabristanı ziyaret ettiğimizde, kendimizden daha küçük yaşta vefat etmiş nice insanın kabrine şâhit oluruz. Demek ki ölümün yaşı yoktur. Her insan ölebilecek yaştadır. Dolayısıyla ecel senedinin meçhul vâdesine daha çok vakit olduğunu zannederek, âhiret hazırlığını ihmal etmek kadar derin bir gaflet olamaz.

Âhiretin sonsuzluğu karşısında deryadan bir damla hükmünde bile olmayan hayat, beşikle tabut arasındaki mesafeye sığmayacak kadar ulvî bir hakîkattir. O hâlde “Hayat nedir?” suâline, sadece toprağın rutubeti ve mezar taşlarının katı sessizliği cevap olarak yükselecekse, böyle bir gafletle ziyân edilmiş fânî bir hayattan daha acı ne olabilir?..

Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-ʼın şu îkazları ne kadar hikmetlidir:

“Ey Âdemoğlu! Unutma ki dünyaya geldiğin günden beri, ölüm meleği peşinde dolaşıp durmaktadır. Bir yandan da senin boynundan atlayarak bir başkasını yakalamaktadır. Sen dünyada bulunduğun sürece bu böyle devam edecektir. Ancak bir gün gelecek ki başkalarının boynundan atlayıp seni yakalayacaktır. Bu, hiç beklemediğin bir anda olabilir. Öyleyse son nefese dâimâ hazırlıklı ol ve gâfil avlanmamaya çalış. Çünkü ölüm meleği senden asla gâfil değildir.

Ey Âdemoğlu! Bilmiş ol ki, eğer sen kendi nefsinden gâfil olur ve kendin için hazırlık yapmazsan, elbette ki başkası senin için hazırlık yapacak değildir. Allâh’ın huzûruna mutlakâ varacağını aklından çıkarma ve bunun için de nefsinin hazırlığını görüp ona rızık edin. Sakın bu işi başkasına havâle edeyim deme!” (Ali el-Müttakî, no: 42790)

İşte bu nevî hakîkatlerin şuur ve idrâkiyle îman firâsetine sahip olan ecdâdımız, kabristanları şehir içlerinde ve bilhassa câmi önlerinde yapmışlardır ki, orada sık sık kendi istikballerini tefekkür etsinler. Dünya hayatının fânîliğini yakînen hissetsinler de âhireti unutmasınlar. Gençliklerine, sıhhatlerine, güç-kuvvetlerine aldanıp kendilerini dünyada kalıcı zannetmesinler. Boş ve faydasız şeylerden yüz çevirsinler. Asıl gerekli olan âhiret sermâyesini bir an evvel tedârik etmenin gayretine girsinler.

Zira peşinde koca bir ömür tüketilen fânî ve nefsânî câzibeler; son nefeste, kabirde ve âhirette hiçbir işe yaramayacaktır. Nitekim böyleleri için âyet-i kerîmede:

عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ : Çalışmış, (fakat boşuna) yorulmuşlardır.” (el-Ğâşiye, 3) buyrulmaktadır. Yani âhiretsiz bir dünya hayaliyle, sırf dünyasını îmâr etmek için yorulup âhiretini harâb eden insanoğluna, hesap gününde dehşetli bir nedâmetten başka bir şey kalmayacaktır.

O hâlde fırsat elden kaçmadan, bütün fânî nîmetleri ebedî saâdet sermayesi kılabilmeye gayret etmeliyiz. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bu hususta biz ümmetini şöyle îkaz buyurmuştur:

“Beş şey gelmeden önce beş şeyi ganimet bil:

İhtiyarlığından önce gençliğini, hastalanmadan önce sıhhatini, fakirliğinden önce zenginliğini, meşgul zamanlarından önce boş vakitlerini ve ölümünden önce hayatını!” (Hâkim, Müstedrek, IV, 341; Buhârî, Rikāk, 3; Tirmizî, Zühd, 25)

Bu hakîkatlere binâen ârif bir zât, zamanı lâyıkıyla değerlendirmemiz hususunda şu tavsiyelerde bulunur:

“Zaman zaman hastahanelere giderek hastaları ziyaret et! O muzdaripler gibi hastalıklara müptelâ olmadığını ve üzerindeki sıhhat nîmetini düşünerek hâline şükret!

Zaman zaman hapishanelere giderek oradaki mahkûmların binbir ıztırapla dolu zindan hayatlarını tefekkür et! Cinayetlerin bir anlık gaflet veya cinnet neticesinde işlendiğini, diğer taraftan mazlum olarak hapse düşüp o cefâya katlananların da bulunduğunu, onların yerinde kendinin de olabileceğini düşün! Allah Teâlâ seni bu hâle düşmekten muhâfaza ettiği için O’na şükret! Oradakilerin selâmeti için de duâ et!

Sonra kabristanlara git, oradaki mezar taşlarından hâl lisânı ile yükselen sessiz feryatları dinle! Ömür nîmetini kaybettikten sonra pişman olmanın hiçbir fayda vermeyeceğini düşünerek vakitlerinin kıymetini bil! Mezarda yatanlar için bir Fâtiha oku ve bundan sonraki günlerini, hamd, şükür, zikir ve Allah yolunda gayret ile değerlendir!”

Demek ki, fırsat elden kaçmadan, ibadet, tâat ve hayırları îfâ hususunda gayret etmeliyiz. Zira uhrevî kazancımız için fırsat bu fırsat, gün bu gündür. Nitekim; “Yarın yaparım diyenler helâk oldu” buyrulmuştur.

Düşünmeliyiz ki geçen Ramazân-ı Şerîfʼte hayatta olan eş, dost ve ak­rabamızdan bâzıları artık aramızda değiller. Geçen Ramazan, onların son Ra­mazanʼıydı. Bizler de bu gufrân ayını son Ramazanʼımız olabileceği şuuruyla değerlendirip ondan tertemiz çıkmaya gayret etmeliyiz.

Şunu da unutmayalım ki Ramazan, Cenâb-ı Hakkʼın kuluna bir yakınlık ve dostluk daveti olan müstesnâ bir mânevî kazanç mevsimidir. Nasıl ki, bâzı meslek erbâbı, sahalarında uzman olabilmek için, sporcular da girecekleri müsâbakalarda gâlip gelebilmek maksadıyla kamplara çekilip, ihtilattan men kararı alıyorlarsa, bu Ramazân-ı Şerîf de bizler için Hakk’a yakınlık ve dostluğun müstesnâ vesîle ve fırsatları üzerinde yoğunlaşma mevsimidir.

Hayırlarda acele etmek kadar, mânevî kazanç fırsatlarını kaçırmama hususunda da uyanık ve basîretli hareket etmek îcâb eder. Aksi hâlde elden kaçan nîmetlere nedâmet fayda vermez.

Asr-ı saâdette vukû bulan şu hâdise ne kadar ibretlidir:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbının bir kısmını gazveye göndermişti. İçlerinden biri geri kaldı. Âilesine:

“–«Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte öğle namazını kılayım, sonra kendisine selâm verip vedâ edeyim.» düşüncesiyle geri kalıyorum. Bir de bana duâ buyursun ki, o duâ benim için kıyâmette şefaatçi olsun.” dedi.

O zât, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’le namaz kıldıktan sonra O’na yöneldi ve selâm verdi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“–Arkadaşlarının seni ne kadar geçtiğini biliyor musun?” dedi. Sahâbî:

“–Evet, sabah erkenden aldıkları mesâfe kadar beni geçtiler.” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Nefsimi elinde tutan Zât’a yemin ederim ki, onlar fazîlette seni, doğu ve batı arasındaki en uzak mesâfe kadar geçtiler.” buyurdu. (Ahmed, III, 438)

Diğer bir rivâyette ise:

“‒Yeryüzündekilerin tamamını infâk etsen, onların o erken çıkışlarındaki fazîleti elde edemezsin.” buyurdu. (Tirmizî, Cuma, 28/527; Ahmed, I, 256)

Görüldüğü üzere bu sahâbî, kendince iyi bir niyetle hizmetten geri kaldığı hâlde, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in ihtârına muhâtap oldu. Yani o sahâbî, iki hayırlı işten, o an için daha mühim olanını tercih etmekte hatâya düşmesi sebebiyle bu nebevî îkâza mâruz kaldı. O hâlde bir de dünyevî ihtiraslar peşinde, nefsânî zevkler uğrunda, tembellik ve ihmâl sebebiyle kulluk vazifelerini ve Allah yolundaki gayret ve hizmetleri ertelemenin, ne büyük mânevî kayıplara yol açacağını düşünmek îcâb eder.

Bu cümleden olarak;

“‒Canım, emekli olunca hacca giderim. Henüz çok gencim, biraz hayatın tadını çıkarayım da sonra tevbe edip namaza başlarım. Biraz elim bollaşsın da sonra infâk ederim. Şu işleri bir yoluna koyayım da sonra takvâ hayatına yönelir, sâlihlerden olurum…” gibi fâsit düşüncelerle vakit kaybetmek, büyük bir hüsran sebebidir.

Ömrünü gafletle ziyan edenlerin feryatlarını ve öne sürecekleri mâzeretlerinin hiçbir fayda vermeyeceğini beyân eden şu âyet-i kerîmelerin dehşetli îkâzını, gönüllerimize silinmez harflerle nakşetmeliyiz. Cenâb-ı Hak buyuruyor ki:

“Herhangi birinize ölüm gelip de:

«–Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de, sadaka versem ve sâlihlerden olsam!» demeden evvel, size rızık olarak verdiğimiz şeylerden infâk edin.” (el-Münâfikûn, 10)

“Onlar orada (âhirette) imdâd istemek için:

«–Ey Yüce Rabbimiz! Ne olur, bizi buradan çıkarıp dünyaya geri gönder de, daha önce yaptıklarımızdan başka, sâlih ameller yapalım!» diye feryâd ederler.

Allah Teâlâ onlara şöyle buyurur:

«–Biz size, düşünüp ibret alacak ve hakîkati görecek kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi? Hem size peygamber de gelip îkazda bulundu. Öyleyse tadın azâbı!..” (Fâtır, 37)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de:

“–Ölüp de pişmanlık duymayacak hiç kimse yoktur.” buyurmuştu.

“–O pişmanlık nedir yâ Rasûlâllah?” diye soruldu. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–(Ölen), muhsin (ihsan sahibi, sâlih) bir kişi ise, bu hâlini daha fazla artıramamış olduğuna; şayet kötü bir kişi ise, kötülükten vazgeçerek hâlini ıslah etmediğine pişman olacaktır.” cevabını verdi. (Tirmizî, Zühd, 59/2403)

Dünya hayatında bize lûtfedilen mühletin kıymetini bilip onu teyakkuz hâlinde değerlendirmemizin zarûrî olduğunu, şu hadîs-i şerîf de ne güzel beyân etmektedir:

“Ey insanlar! Ölmeden evvel Allâh’a tevbe ediniz! Sizi meşgul edecek birtakım sıkıntı ve meşakkatlerle karşılaşmadan evvel, sâlih amellere koşunuz! Allâh’ı çok çok zikretmek ve gizli-açık bol bol sadaka vermek sûretiyle, O’nun, üzerinizdeki hakkını îfâya gayret ediniz ki rızka nâil olasınız, yardım göresiniz ve ıslâh edilesiniz!” (İbn-i Mâce, İkâme, 78)

Velhâsıl; gençlik, sıhhat, zaman, imkân ve ömür nîmetleri elden çıkmadan, onları bir an evvel, hakka ve hayra âmâde kılmaya gayret etmeliyiz. Metrajı meçhul bir makara gibi ne zaman biteceği belli olmayan ömür takviminin her yaprağını, uhrevî kazanç için büyük bir fırsat bilip sâlih amellerle değerlendirmeliyiz.

Unutmayalım ki hepimiz dünyaya bir defalığına geldik. Hayat imtihanımız bir sefere mahsus. Dünya hayatının tekrarı yok. Dünyevî imtihanlarda kaybedersek, tekrar telâfî imtihanına girebiliriz. Fakat hayat nîmetinin ne tekrarı var, ne de telâfîsi. Rabbimiz farkında olanlardan eylesin…]

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri buyurur:

Dünyayı âhirete tercih eden bedbaht kişinin:

– Câhilliği bilgisinden,

– Gafleti zikrinden,

– Günahı sevâbından çok olur.

Âhireti dünyaya tercih eden sâlih kişinin ise:

– Sükûtu konuşmasından,

– Fakirliği zenginliğinden (yani zühd ve kanaati hırs ve tamahından),

– Son nefes endişesi, sevincinden fazla olur…”[2]

[Dünyayı âhirete tercih etmek; geçici olanı kalıcı olandan, damlayı deryadan, çer-çöpü pırlantadan kıymetli görmek gibi, hazin bir hamâkattir. Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleriʼnin buyurduğu üzere, bu hamâkate dûçâr olanların en bâriz vasıflarından biri “cehâlet”tir.

Nitekim Kurʼân ve Sünnetʼin rehberliği altında terbiye edilmeyen ham nefislere Cenâb-ı Hak da;

ظَلُومًا جَهُولًا : çok zâlim, çok câhil” buyurur. (Bkz. el-Ahzâb, 72)

Bu cehâlet ise dünyevî bilgileri bilmemek değildir. Asıl cehâlet, Cenâb-ı Hakkʼı bilmemektir. Oʼnun lûtfuyla var olup yine Oʼnun nîmetleriyle perverde olduğu hâlde, bütün bu nîmetleri bahşeden yüce kudreti tanımamaktır.

Yine en mühim cehâlet, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin tebliğinden uzak kalmaktır. Nitekim vahyin rehberliğinden uzaklaşan toplumlara “câhiliye toplumu” denilir. Böyle toplumlar ise zâhirî ilimlerde ne kadar ilerlemiş olurlarsa olsunlar, âhiretsiz bir dünya anlayışına kapılarak şuursuzca ömür tüketirler.

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleriʼnin buyurduğu üzere, dünyayı âhirete tercih edenlerin diğer bir vasfı olan “gaflet” ise kâinattaki mikrodan makroya kadar bütün varlıklarda sergilenen ilâhî kudret ve azamet tecellîlerine âmâ kesilmektir. Bütün mahlûkât, hisseden bir gönle Hâlıkʼını hatırlatırken, kendini kör bir tesadüfün eseri olarak var olmuş ve başıboş bırakılmış zannetmektir. Hâlbuki âyet-i kerîmede:

“Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakîkaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (el-Müʼminûn, 115) buyrulmaktadır.

Yine gaflet; Cenâb-ı Hakkʼın, Kurʼân, insan ve kâinatta sergilediği azamet-i ilâhiyye tecellîlerini, akılsız varlıklar gibi alık ve abus bir çehreyle ve donuk bir kalple seyretmektir. Bu tecellîlerin hikmet ve ibretlerini gönül gözüyle okuyamamaktır.

Mevlânâ Hazretleri, bu hâle dûçâr olan gâfillerin şaşkınlığını şu teşbihle îzah eder:

“Bir öküz, Bağdat’a gelir ve şehri bir baştan öbür başa kadar dolaşır. (Pek çok medeniyete ev sahipliği yapan, ortasından şırıl şırıl akan Dicle Nehri’yle ilâhî sanatın müstesnâ bir sergisi olan) Bağdat şehrinde hoşlanılacak nîmetler olarak yalnızca kavun ve karpuz ka­buklarını görür… Zaten öküzle eşeğin seyrine lâyık olan şey; ya yola dökülüp saçılan saman­dır, yahut yolların kenarında biten çayır çimendir!”

Dolayısıyla dünyaya aldanarak âhireti unutmak; bayağı şeylerle oyalanarak saâdeti sefâlet çarşısında aramaktan farksızdır. Bu gafleti bertaraf etmenin çâresi ise “zikir”dir. Zikir, gönlün Allah ile olmasıdır. Cenâb-ı Hak şu âyet-i kerîmede, kullarının her an zikir hâlinde olmalarını istemektedir:

“Onlar ki, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allâhʼı zikrederler, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkür ederler (ve şöyle derler:) «Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Senʼi tesbîh ederiz. Bizi Cehennem azâbından koru!»” (Âl-i İmrân, 191)

İşte müʼmin, hayatının her safhasını zikrin feyziyle yaşamalı ki, gaflet, cehâlet ve günahlardan korunabilsin; Cenâb-ı Hakkʼın dostluk iklimine girebilsin.

Dünyayı âhirete tercih etmek, kalbî hassâsiyetleri dumura uğratır. Bu yüzden kul, günahlara, onların vebâlinin ağırlığını hissetmeden, kolayca meyleder. Günahların iç sıkıntısını duymak bir yana, onlar âdeta tatlı bir mûsikî gibi kendisine hoş gelmeye başlar. Zira insan, hâdisât ve vukuâtı, kalbinin durumuna göre idrâk eder.

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleriʼnin buyurduğu üzere, âhireti dünyaya tercih eden sâlih kişinin vasıflarının başında ise “sükûtunun konuşmasından fazla olması” gelmektedir.

Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de:

“Allâhʼa ve âhiret gününe îmân eden kişi, ya hayır söylesin ya da sussun.” buyurmuştur. (Buhârî, Edeb 31, 85; Müslim, Îmân, 74)

Yine âhireti dünyaya tercih eden sâlih kişinin kanaati, hırs ve tamahından ziyâdedir. En büyük huzur ve saâdet; Cenâb-ı Hakkʼın verdiklerine kanaat edebilmektir.

Müʼmin dâimâ; “Rabbimin benim için takdir ettiği, benim, kendim için istediğimden muhakkak ki daha hayırlıdır.” diye düşünmelidir. Zira Cenâb-ı Hak, merhamet edenlerin en merhametlisidir. O, kullarına zulmetmez. Fakat pek çok insan, sefâletini saâdet zannederek kendisini azâba sürükler, böylece nefsine zulmeder. Yani kendisi için neyin hayırlı olduğunu, her zaman doğru tespit edemez. Bâzen hayır zannederek şerrin tâlibi olur. Dolayısıyla gaybı Allahʼtan başkası bilmediği için, Oʼnun takdîrine rızâ gösterip teslîm olmak, en doğru yoldur.

Meselâ kendisine az bir dünyalık takdir edilen müʼmin, belki fazlasına sahip olsaydı, mağrur olup azgınlıklara sürüklenebileceğini düşünerek hamd etmelidir. Daha azına sahip olsaydı, belki isyana düşeceğini düşünerek şükretmelidir. Kahrın da lûtfun da birer imtihan olduğunu idrâk edip gönül huzurunu korumalıdır.

Muhterem üstâdımız Mûsâ Efendi -rahmetullâhi aleyh- şöyle buyururlardı:

“Bu yolda huzûra kavuşmak, ancak teslîmiyetle elde edilir. Kimi evlâdından, kimi malından, kimi de daha farklı hususlardan iptilâlara düşer. Mü’minin (imtihan îcâbı) dünyada tam rahatlığı olmaz. Cenâb-ı Hak dâimâ mahzun ve gönlü kırıkların yanındadır. Sadrı dar olanlar ise her şeyden huzursuz oldukları gibi, etraflarına da darlık verirler. Böyle kişilerin nâfile ibadetleri çok olsa bile mâneviyattan fazla nasîb alamazlar.”[3]

Yine Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleriʼnin buyurduğu üzere, âhireti dünyaya tercih eden sâlih müʼminin son nefes endişesi, sevincinden fazla olur. Ne kadar ibadet, kulluk ve hizmette bulunursa bulunsun, bunların lâzım fakat kâfî olmadığı şuuruyla, amel-i sâlihlere gayret eder. Son nefesini îman ile verebilmek için, dâimâ korku ve ümit duyguları arasında, Rabbinin rahmet ve mağfiretine sığınır. Zira kâmil bir müʼmin, duâları kadar, ibadet ve hayır-hasenâtının da kabûle muhtaç olduğunu bilir.

Velhâsıl, âhireti dünyaya tercih eden sâlih bir kul; Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin, hayatın med-cezirleri ve acı-tatlı imtihanları karşısında ifâde buyurduğu; “Allâhʼım! Gerçek hayat, sadece âhiret hayatıdır.”[4] hakîkatinin idrâki içinde yaşar.

Sahâbe-i kirâm da, bu şuurla gönüllerinin rotasını ebediyet yurduna çevirmiş örnek şahsiyetlerdi. Onlar fânî hayatlarını, yarınki konaklarının kabir olacağı hakîkatine göre tanzim etmişlerdi. Onların dünya ve âhiret arasında tercih durumunda kaldıklarında gösterdikleri îman firâsetini, şu hâdise ne güzel sergilemektedir:

Ensâr-ı Kirâm, bir gün kendi aralarında:

“–Daha ne zamana kadar bu kuyulardan su çekmeye devam edeceğiz? Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e varsak da bizim için Allah Teâlâ’ya duâ ediverseler; Cenâb-ı Hak da bizim için şu dağlardan pınarlar fışkırtsa!” dediler. Bu düşüncelerle, Efendimiz’in huzûr-i âlîlerine geldiler. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onları gördüklerinde:

“–Merhaba, hoş geldiniz! Bir ihtiyaç sebebiyle mi geldiniz?” buyurdular. Onlar da:

“–Evet yâ Rasûlâllah!” dediler.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Bugün benden ne isterseniz size mutlakâ verilecek! Ben Cenâb-ı Hak’tan ne istediysem onu mutlakâ bana vermiştir.” buyurdular.

Ensâr-ı Kirâm bulunmaz bir fırsat yakaladıklarını anlayıp birbirlerine baktılar ve kendi aralarında:

“–Dünyayı mı istiyorsunuz! (Ne kadar basit bir şeyin peşine düşmüşsünüz!) Siz asıl âhireti isteyin!” dediler. Sonra da:

“–Yâ Rasûlâllah! Allah Teâlâ’ya, bizi mağfiret eylemesi için duâ edin!” dediler. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“‒Allâh’ım! Ensâr’ı, Ensâr’ın çocuklarını, Ensâr’ın çocuklarının çocuklarını mağfiret eyle!” diye duâ buyurdular.

Ensâr-ı Kirâm, Efendimizʼden bu duâsını Ensâr dışından aldıkları zevce ve gelinlerinden dünyaya gelen evlâtlarına ve hattâ âzâd ettikleri kölelerine kadar genişletmesini istediler. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onların bu talebine de icâbet buyurdular. (Bkz. Ahmed, III, 213, 139; Hâkim, IV, 90/6975; Heysemî, X, 40)

İşte bir müʼminin gönül ufku böyle olmalıdır. Yani ashâb-ı kirâm gibi, öncelikle fânî olan dünyayı değil, bâkî olan ukbâyı tercih etmelidir. Dünyada birtakım zahmetlere Allah için katlanıp âhiret saâdetini hedeflemelidir. Yine sahâbe misâli yüksek bir mesʼûliyet duygusuyla, yalnızca kendi kurtuluşunu değil, nesillerinin ve ümmet-i Muhammedʼin de kurtuluşunu dileyip bu hususta fedakârca gayret göstermelidir.

Rahmete vesîle olması ümîdiyle, vefatının 16. yılında merhum pederim Mûsâ Efendiʼnin şu ifâdeleriyle sözlerimize son verelim:

“Her dünyaya gelen, vakti, saati, sayılı nefesleri tamamlandıktan sonra ebedî hayata intikal edecektir. Ne mutlu o kimseye ki, hayatını Hak yolunda ifnâ etmiş ve yüzünün akıyla âhirete göçmüştür…”[5]]

Cenâb-ı Hak cümlemize, rızâsı yolunda ifnâ edilen bereketli bir ömür, ebedî saâdet müjdeleriyle gelen bir son nefes ve Cemâlullâhʼı temâşâ bayramıyla taçlanan bir Cennet hayatını lûtf u keremiyle ihsân eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Prof. Dr. Süleyman Uludağ, Bâyezîd-i Bistâmî, sf. 190, TDV Yayınları, Ankara 1994.

[2] Abbâs, Ebû Yezîd, s. 86; Sehlegî, en-Nûr, s. 125.

[3] Zâhide Topçu, “Mûsâ Efendi İle Bursa Seyahati”, Şebnem Dergisi, Sayı: 9, s. 7, 2004.

[4] Bkz. Buhârî, Rikāk, 1; Vâkıdî, II, 824.

[5]“Vasiyetlerinden…”, Altınoluk, sayı: 162, s. 20, Ağustos 1999.