Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullâhi aleyh) -4-

Hak Dostlarından Hikmetler

2015 – Mayıs, Sayı: 351, Sayfa: 032

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri buyurur:

“Nefsimi ilâhî vuslata yolculuk yapmaya dâvet ettim. Bu zor yolculuk hususunda nefsim direndi ve bana güçlük çıkardı. Ben de onu bıkarıp (nefsin süflî arzularını bertaraf edip) Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna yalnız başıma yöneldim!”[1]

[Âyet-i kerîmede:

“…Nefs, aşırı şekilde kötülüğü emreder…” (Yûsuf, 53) buyrulmaktadır. Mânevî terbiye ile olgunlaşmamış, ham ve nâdan bir nefs; hiçbir zaman Hakkʼa yakınlığı istemez. Kulu Rabbine sevdirip yaklaştıracak sâlih amellerden, hizmet ve gayretlerden dâimâ uzak durur. Sefâletini saâdet zanneder. Gününü gün etmek ve üç günlük fânî hayatını keyfince yaşamak arzusuyla, ebedî hayatını ateşe atmaya râzı olur.

Bu sebeple, Hakkʼa vuslat yolunda kula en büyük engel, yine kendi nefsidir. Onun, bitmek tükenmek bilmeyen süflî arzularıdır.

Nitekim bir gün Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleriʼne:

“‒Hakkʼa giden yol nasıldır? Oʼna nasıl ulaşılır?” diye sorulunca, Hazret şu cevabı verir:

“‒Sen yoldan kalktığın vakit, Hakkʼa vâsıl olursun.”[2]

Yani bu yolda kendine en büyük ayak bağı olan nefsinin aşırı isteklerine direnebilirsen, onun tembelliğini, ihmâlkârlığını, zevk u sefâya düşkünlüğünü ve gafletini bertaraf edebilirsen, ilâhî hikmet ve hakîkatlere vâkıf olmaya başlarsın. Süflî arzuların kasvetinden rûhunu kurtardığın vakit; Hakkʼa yakınlığın feyz ve rûhâniyetinden hisseler alır, mârifetullah ufkunda mesafe kat edersin…

Bunun içindir ki tasavvuf, nefsâniyeti bertaraf etme yoludur. Çünkü nefsâniyet, her zaman ve her yerde kulun karşısına çıkar. Onu Hak yolundan alıkoymak için türlü tuzaklar kurar.

Bu tuzaklardan korunmanın yegâne çâresi ise, “takvâ” zırhına bürünmektir. Yani nefsinin süflî arzularını bertaraf ederek Hakkʼa yakınlığın gönül feyziyle yaşamaktır. Kendini haramlardan, şüphelilerden, bâtıldan, şerlerden muhafaza etmektir.

Buna muvaffak olduğunda ise, yine nefsine bir pay çıkarmayıp, bütün nîmet ve mazhariyetleri Cenâb-ı Hakkʼın bir lûtfu bilmektir. Hiçbir zaman; “Ben başardım, ben kazandım.” diyerek, kazancını ziyan etmemektir. Bilâkis; “Senʼin lûtfundur yâ Rabbi!” hissiyâtı içinde bulunmaktır.]

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri buyurur:

“Kul, nefsinin kusurunu görüp halktan medet ummadığı vakit, Hak onu himmeti (mânevî nasîbi, gayreti, duâ ve ilticâsı) kadar ve nefsinden uzaklaşması nisbetinde kendine yaklaştırır.”[3]

[Hadîs-i şerîflerde buyrulur:

“Dünyaya gönül bağlama ki Hak seni sevsin; insanların eline bakma ki halk seni sevsin.” (İbn-i Mâce, Zühd, 1)

“…Mü’minin izzeti, insanlardan müstağnî kalmasındadır!»” (Hâkim, IV, 360-361/7921)

Hakkʼa yakınlığın en mühim adımları; insanların elindeki imkânlara tamah etmemek, onlardan müstağnî kalabilmek, nefsin hırs ve hasedini bertaraf edebilmektir. Bunun için de gönlün, Allâhʼa ve âhirete îmânın gereği olan “kanaat”le zenginleşip, ilâhî takdîre “rızâ” ile seviye kazanması îcâb eder.

Fakat müʼminin bu müstağnî tavrı, sadece maddî imkânlara mahsus kalmamalıdır. Zira insan, bu hayatta maddî nîmetler gibi, hattâ onlardan daha ziyâde, toplum nezdinde kabul görmeye, insanlar tarafından beğenilip takdir edilmeye de ihtiyaç duyar.

İşte bu hususta ifrata kaçan ham nefisler ise, Allah için yapılması gereken ibadet ve amelleri bile, fânîlerin gözünde değer kazanmanın bir vâsıtası hâline getirirler. Bu ise, kalpteki ihlâsı zedelediğinden, amellerin ecrini zâyî eder.

Zira bir hadîs-i şerîfte de bildirildiği üzere; kıyâmet günü ilk olarak aleyhinde hükmedilen kişiler, -zâhiren- şehid, âlim ve infâk ehli bir zengindir. Fakat bu kimseler, amellerine Allah rızâsının dışında, insanlar tarafından beğenilip takdir edilme niyetini de karıştırdıkları için, yani riyâda bulundukları için, Cenâb-ı Hak onların bu amellerini reddedecektir.[4]

Bunun içindir ki müʼminin izzet ve şerefi, amellerini halka değil, Hakkʼa beğendirme gayretinde olmasına bağlıdır. Gerçek bir müʼmin; kendisi hakkında insanların değil, Allah Teâlâʼnın ne buyurduğuna ehemmiyet veren kimsedir.

Zira insanlara gösterişte bulunmak sûretiyle Hakkʼın değil de halkın ne dediğine ehemmiyet vermek; ibadet ve amellerini Allâhʼa takdim etmek yerine, onları fânîlere pazarlamak hükmündedir. Bu ise Allah için yapılması gereken amellere fânîleri de ortak etmektir. Hâlbuki tevhîd akîdesinin hiçbir şekilde ortaklığa tahammülü yoktur.

Nitekim âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak:

“Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almaz­lar. (Namazlarıyla) gösteriş yaparlar!” (el-Mâûn, 4-6) buyurmaktadır.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de ashâbına:

“Dikkat edin; hakkınızda Deccâl’den daha çok korktuğum şeyin ne olduğunu söyleyeyim mi?” diye sormuş, sahâbîler de:

“–Buyur yâ Rasûlâllah!” deyince:

“–Korktuğum bu şey, gizli şirktir. Meselâ namaza duran birini düşünün. Bu kimse, bir başkası tarafından gözetlendiğini fark ettiği için namazını özenerek kılıyor.” buyurmuştur. (İbn-i Mâce, Zühd, 21)

Yine bu gerçeğe binâen, Hazret-i Mevlânâ şu îkazda bulunur:

“Allah aşkı için çalış! Allah aşkı için hizmette bulun! Halkın kabul etmesi veya reddetmesi ile senin ne işin var? Bu fânî dünya pazarında sana bol bol kazandıracak bir müşteri olarak, Allah kâfî değil mi? Allahʼtan alacağın karşısında insanların verebilecekleri ne ki!?

O hâlde gözünü ve gönlünü insanlardan gelecek teşekkürlere, iltifatlara değil, Allahʼtan gelecek mazhariyete döndür!..”

İmâm Şâfiî Hazretleri de:

“İnsanların hepsini hoşnud etmen mümkün değildir. Sen, Allah ile aranı düzeltmeye bak! Bunu gerçekleştirdikten sonra insanlara aldırma!..” nasihatinde bulunur.

Bundan dolayıdır ki ârif kullar, Allah için yaptıkları amellerini, hiçbir dünyevî menfaate değişmezler. Onlar, ne fânîlerin övgüsüne kavuşmak arzusuyla, ne de fânîlerin gözünden düşmek korkusuyla amel ederler. Onların bütün kulluk, ibadet, hayır ve hizmetleri, yalnızca Allah rızâsı içindir.

Rivâyete göre Hazret-i Fâtıma ve Hazret-i Ali -radıyallâhu anhumâ- bir gün, kendileri de aç olmalarına rağmen, ellerindeki yiyeceğin üçte birini kapılarına gelen yoksula, üçte birini yetime ve kalanını da bir esire ikram etmişlerdi. Diğer bir rivâyete göre ise, üç gün üst üste iftarlıklarını yoksula, yetime ve esire ikram edip kendileri su ile iftar etmişlerdi. Onlara infâk ederken de -âyet-i kerîmede bildirildiği üzere-;

“‒Biz size sadece Allah rızâsı için yediriyoruz, sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz. (el-İnsân, 9) demişlerdi. Böylece hem o muhtaçları minnet altında kalmaktan kurtarmış, hem de amellerinin ihlâsını muhafazaya îtinâ göstermişlerdi.

İşte gerçek bir müʼmin; “amelimin ecri kaybolmasın” düşüncesiyle, fânî iltifatlara dahî muhatap olmaktan sakınan kimsedir. Bütün insanların övgüsüne nâil olsa bile, buna değil, Hak katında ne kadar kıymetinin bulunduğuna ehemmiyet veren kimsedir.

Nitekim Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- birinin medh ü senâsına muhatap olunca, derhâl Cenâb-ı Hakkʼa ilticâ ederek:

“Allâh’ım! Sen beni benden daha iyi bilirsin. Ben de kendimi onlardan daha iyi bilirim. Allâh’ım! Beni onların zannettiğinden daha hayırlı eyle! Onların bilmediği hatâlarımı mağfiret eyle! Söyledikleri sözler sebebiyle de beni hesaba çekme!” niyâzında bulunurdu.[5]

Yine Allah yolunda gayret eden bir müʼmin, -bütün insanlar kendisini hor görse bile- buna aldırmayan, yalnız Cenâb-ı Hakkʼın katında zelil duruma düşme korkusuyla kalbi titreyen kimsedir.

Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de tebliğine ilk başladığında, güllerle, tebessümlerle değil; bilâkis, dikenlerle, hakâretlerle karşılandı. Ezâ ve cefâların en ağırına mâruz kaldı. Kâbeʼde namaz kılarken üzerine deve işkembesi atıldı. Uhud Harbiʼnde mübârek dişi kırıldı. Pek çok güzîde sahâbîsi şehîd oldu. Tâifʼte taş yağmuruna tutuldu. Fakat O Rahmet Peygamberi, bunun gibi hiçbir ezâ ve cefâya aldırış etmedi. Rabbinin emrettiği yolda, sabırla yürümeye devam etti. Tâkatinin tükendiği anda dahî, fânîlerden medet ummadı.

Tâifʼte gördüğü ağır zulüm karşısında mübârek ellerini dergâh-ı ilâhîye açarak:

“Allâh’ım! Kuvvetimin zaafa uğradığını, çâresizliğimi, halk nazarında hor ve hakir görülmemi Sana arz ediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim mihnet ve belâlara aldırmam!..” niyâzında bulundu. (İbn-i Hişâm, II, 29-30; Heysemî, VI, 35)

Neticede, gönüller fethedilip insanlar fevç fevç İslâmʼa girmeye başladığında, O yine gül yüzünü dünyaya değil, âhirete çevirdi. İnsanların ve dünyanın iltifatını değil; Rabbinin rızâ, muhabbet ve yakınlığını tercih etti.

Ümmet-i Muhammed olarak bizler de, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin izinden giderek; ilâhî emirlerin îfâsı hususunda, kınayanın kınamasına aldırmamalıyız. Amellerimize, fânî menfaat düşüncelerinin gölgesini dahî düşürmemeye gayret edip “hasbeten lillâh” yani sadece ve sadece Allah için kullukta bulunmalıyız.]

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri buyurur:

“Otuz senedir devam ettiğim bir âdetim vardır:

Ne zaman Cenâb-ı Hakk’ı zikretmek istesem, O’nun zikrini tâzîm için, ağzımı ve dilimi iyice yıkarım.”[6]

[Nasıl ki, yüksek mevkîde bulunan bir büyüğü ziyaret ederken, üstümüze başımıza çeki-düzen verip hâl ve tavırlarımıza büyük bir îtinâ ve ihtimam gösteriyorsak; Âlemlerin Rabbiʼyle olan münâsebetlerimizde de son derece dikkatli ve edepli olmalıyız. Kimin huzuruna çıkacağımızın idrâki içinde bulunmalıyız.

Nitekim âyet-i kerîmede:

“Ey Âdemoğulları! Her secde edişinizde güzel elbiselerinizi giyiniz!..” (el-A‘râf, 31) buyrulmaktadır.

Hadîs-i şerîflerde de, namazdan önce misvak kullanmak, güzel koku sürmek, Cuma namazından önce gusletmek tavsiye edilmektedir.

Namaz öncesinde, ilâhî huzûra duracağımız için, evvelâ abdestle bir temizlik ve hazırlık yaptığımız gibi, yine Cenâb-ı Hakʼla beraberlik demek olan zikre de maddî-mânevî temizlikle hazırlanmamız îcâb eder. Zira bu temizlik, Allâhʼa olan tâzim duygumuzun bir göstergesidir.

Amelleri makbul kılan da onların kemiyetinden ziyâde keyfiyetidir. Yani çokluğundan ziyâde, ne kadar ihlâs, huşû, edep, hürmet ve tâzîm ile îfâ edildiğidir.

Nakledildiğine göre İbrahim bin Edhem Hazretleri, bir gün, sızmış hâldeki bir ayyaşın pis kokulu ve bulaşık ağzını yıkamıştı. Bunu niçin yaptığını soranlara da:

“–Eğer yüce Allâh’ı zikretmek için yaratılan dili ve ağzı bulaşık olarak bıraksaydım, hürmetsizlik olurdu…” demişti.

Sarhoş ayıldığında ona:

“–Horasan zâhidi İbrahim bin Edhem senin ağzını yıkadı…” dediler. Bu durumdan mahcub olan ayyaşın gönlü de uyandı ve:

“−Öyleyse ben artık tevbe ettim…” dedi.

Bu tevbeye vesîle olan İbrahim bin Edhem Hazretleri’ne, rüyasında Hak katından şöyle nidâ edildi:

“–Sen Biz’im için onun ağzını yıkadın; Biz de senin için onun kalbini yıkadık!..”

Bu itibarla, Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleriʼnin de güzel âdeti olan zikirden evvel ağzı yıkamanın, bir maddî bir de mânevî şekli vardır:

Maddî şekli; abdest almak veya abdestli iken suyla ağzı yıkamaktır.

Mânevî şekli ise; Rabbimizʼin râzı olmadığı, hattâ gazaplandığı kirlerden de ağzımızı ve gönlümüzü arındırmaktır. Bunların başında ise, yalan, gıybet, iftira, dedikodu, hayâsızca konuşmalar ve boş sözler gelir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:

“İnsanoğlunun konuşmaları lehine değil, aleyhinedir. Ancak iyiliği emretmek veya kötülükten men etmek için yaptığı konuşmalar bunun dışındadır.” (İbn-i Mâce, Fiten, 12)

“…Çok konuşmaktan sakın! Söylenen şey zikrullâh olmadıkça kalbi öldürür. Fakat Allâh’ı çokça zikret. İşte bu, kalbi diriltir.” (Ali el-Müttakî, no: 1896)

Dikkat edilirse, boş ve faydasız sözler bile kişinin mâneviyâtına zarar verdiğine göre; yalan, iftira, dedikodu, gıybet gibi çirkin sözlerin, müʼminin iç dünyasında ne büyük bir mânevî tahribâta sebebiyet vereceğini düşünmek gerekir.

Bundan dolayıdır ki yine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Allâh’a ve âhiret gününe îmân eden kişi, ya hayır söylesin ya da sussun!” buyurmuşlardır. (Buhârî, Edeb, 31, 85; Müslim, Îman, 74)

Velhâsıl, zikrin lezzetine nâil olabilmek için, kalbi ve dili, tevbe ve istiğfâr ile temizleyip onu kötü sözlerden her dâim muhafaza etmek îcâb eder. Bu takvâ hassâsiyetine ulaşan bir gönül, zâten dâimî zikir hâline kavuşmuş olur.]

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri buyurur:

“Dünyanın ne kıymeti var ki, ona karşı zâhid davranmaktan bahsedilsin!”[7]

[Müʼmin, dünyaya bakış tarzını, Kurʼân ve Sünnet ölçüleriyle tanzim ettiği takdirde, ona karşı zâhid davranması, yani ondan kalben uzaklaşması, gayet tabiîdir. Kalben dünyadan uzaklaşanlar nazarında, dünya iyice küçülüp ehemmiyetini yitirir.

Zira Allah katında dünyanın, bir sineğin kanadı kadar bile değeri olmadığını bilen, âhiretin sonsuzluğu karşısında dünya hayatının deryadan bir damla hükmünde bulunduğunu idrâk eden bir müʼminin, fânî dünya nîmetleri için Kâinâtın Hâlıkʼını gazaplandırması, gelgeç zevkler uğruna ebedî saâdetini tehlikeye atması söz konusu olamaz.

Gören gözler için bu cihandaki umûmî manzara, fânîliktir. Ebedî saâdete nâil olmak isteyen kimse, fânî câzibelere aldanmaz.

Mevlânâ Hazretleri, dünyanın fânî câzibelerine aldananlara şöyle hitâb eder:

“Ey yağlı-ballı yemekler ve nefis gıdalar görüp imrenen! Kalk helâya git de, onların âkıbetini orada gör!”

“Pisliğe de ki: Senin o güzelliğin, tabak içindeki lezzet, letâfet ve güzel kokun nerede?”

“Cevâben sana der ki: O saydığın şeyler gonca idi. Ben de kurulmuş bir tuzaktım. Sen gelip tuzağa düşünce; gonca eridi, soldu ve cürûfa döndü.”

İşte bizler de günün birinde eriyip solacak, cürûfa dönecek dünya nîmetleriyle imtihan edilmekte olan âhiret yolcularıyız. O hâlde bizim için, dünya misafirhanesinde yerli edâsıyla oturmak ve bu misafirhanenin nefsânî tezyinâtıyla haddinden fazla meşgul olmak kadar büyük bir aldanış tasavvur olunamaz.

İmâm Şâfiî Hazretleri böyle bir aldanışa dûçâr olmaktan sakınmamız için şu nasihatlerde bulunur:

“Kervanların yolculuk esnâsında ev inşâ etmeleri akıl kârı değildir!

Serabın kendisini görene hıyânet etmesi ve kendisine bel bağlayanların umudunu boşa çıkarması gibi; dünyevî arzu ve emeller de nicelerini perişan etmiştir…

Allâh’ın akıllı kulları şunlardır ki; dünyanın boş hevâ ve heveslerine aldanmazlar.

Diğer taraftan da, dünyanın ve âhiretin belâ ve imtihanlarından korkarlar. Dünyaya ibretle nazar ederler ve bilirler ki, ondan bir fânîye ne yâr olur ne de vatan!..”

Dünyaya karşı zâhid olmak; onun sevgisini kalbe sokmamaktır. Kalbi, dünya nîmetlerinin kasası yapmamaktır. Yoksa dünyadan el etek çekerek, kendisinin ve mesʼûl olduğu kimselerin maîşetini temin gayretinden vazgeçmek değildir.

Mevlânâ Hazretleri der ki:

“Şunu bilesin ki dünya; para, pul, karşı cins, giyim-kuşam, ticâret değil; Allah’tan gâfil olmaktır…”

Yani gönüller Allah ile olduğu takdirde, dünya ile meşgûliyetin bir zararı yoktur.

Nitekim sahâbe-i kirâm arasında Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Osman, Abdurrahman bin Avf gibi zengin sahâbîler de bulunmaktaydı. Fakat onlar, gâyet sâde ve mütevâzı yaşamayı, gönüllü olarak tercih ediyor, dünya servetini dâimâ kalplerinin dışında taşıyorlardı. Asgarî ihtiyaçlarının dışındakileri, Allah ve Rasûlüʼnün emrine âmâde kılıyorlardı. Yine bu kazandıklarını, Allâhʼın rızâsını tahsil maksadıyla harcayıp ebedî saâdet sermâyesi hâline getiriyorlardı.

Zira onlar, şu âyet-i kerîmenin şuur ve idrâki içinde yaşıyorlardı:

Allâhʼın sana verdiğinden (Oʼnun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma. Allâhʼın sana ihsân ettiği gibi, sen de (insanlara) ihsân et…” (el-Kasas, 77)

İşte gerçek bir müʼmin, her ne kadar dünya hizmet ve vazifeleriyle meşgul olsa da, dâimâ âhiret yolcusu olduğunun şuuruyla, Rabbine selîm bir kalp götürebilmenin derdinde olan kimsedir.

Bu hakîkatlerden uzak bir şekilde, bütün çalışması, kazancı, derdi ve tasası, nefsânî ve dünyevî gâyelerden ibâret olan gâfillerin ise;

عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ : Çalışmış, (ama boşuna) yorulmuşlardır.” (el-Ğâşiye, 3) âyet-i kerîmesi muktezâsınca, âhirette ellerine azap dolu bir nedâmetten başka bir şey geçmeyecektir.]

Rabbimiz, Yüce Zâtʼının ve sevdiklerinin muhabbetini, gönüllerimizin tükenmez hazinesi kılsın. Sevip râzı olduğu kullarının gönül dokusundan hisseler almayı cümlemize nasîb eylesin. Biz âciz kullarını, mağfiret, merhamet, muhabbet ve rızâsından mahrum etmesin…

Âmîn!..

 Dipnotlar:

[1] Ebû Nuaym, Hilye, X, 36.

[2] Prof. Dr. Süleyman Uludağ, Bâyezîd-i Bistâmî, sf. 186, TDV Yayınları, Ankara 1994.

[3] Prof. Dr. Süleyman Uludağ, Bâyezîd-i Bistâmî, sf. 188, TDV Yayınları, Ankara 1994.

[4] Bkz. Müslim, İmâre, 152.

[5] Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 104.

[6] Ebû Nuaym, Hilye, X, 35.

[7] Abbâs, Ebû Yezîd, s. 90.