Balkanlardaki Dram

1999 – Mayis, Sayı: 159, Sayfa: 011

1789 Fransız ihtilâli gerçekleşip de dünyâda milliyetçilik cereyanları revaç buluncaya kadar Osmanlılar’ın, idâresi altında bulundurdukları gayr-i müslim teb’ada en küçük bir huzursuzluk ve kıpırdanış görülmemişti. Müteaddid haçlı ordularıyla harbedilirken Osmanlı teb’ası olan hıristiyanların, haçlılara herhangi bir suretle yardımcı olduklarına dâir târihimizde en küçük bir kayıt yoktur. Bilakis Lehistan’da:

Osmanlı atları Vistül Nehri’nden su içmedikçe, bu ülkenin hürriyet ve istiklâle kavuşamayacağı…” sözü, bir darb-ı mesel hâline gelmişti.

Çünkü Osmanlı’nın adâletli otoritesi, gerek hıristiyanların fırsat buldukça birbirlerine karşı revâ gördükleri zulümler ve gerekse Ruslar’ın her çeşit tecâvüzlerine dâimî bir engel teşkîl etmiştir.

Bizans asillerinden olan hıristiyan Grandük Notaras’ın, Fâtih’in askeri surları zorlarken Ayasofya’daki bir müzâkerede Papa’dan yardım taleb edilmesi teklîfine karşı sarfettiği şu ifâde de meşhurdur:

İstanbul’da kardinal şapkası görmektense, Türkler’in sarığını görmeyi tercîh ederim!..”

Çığırından çıkmış olan hıristiyanlıkta akıl ve mantık dışı zulüm ve yanlışlıklara isyân ederek protestan mezhebini kurmuş olan Alman reformist Martin Luther bile:

Yâ Rabbî! Büyük Türkler’i bir an önce başımıza getir de, senin ilâhî adâletinden onlar sayesinde nasîblenelim!..” demiştir.

Ayrıca Martin Luther, halkını acımasızca sömüren kendi idârecilerini de şu sözlerle îkâz etmiştir:

“Sizin gibi gözü doymaz prenslerin, toprak ağalarının ve burjuvaların idâresinde yaşamaktansa, Osmanlılar’ın idâresi fakîrlere daha iyidir.”

Hattâ 16. yüzyılda Osmanlı ile hayli mücâdele edip “Hıristiyan Şövalye” ünvanını alan, ancak Osmanlı’nın eşsiz adâletinin de farkında olan Boğdan beyi Stefan da, ölüm döşeğinde iken oğullarına şöyle demiştir:

“Belki de yakında himâyeye muhtaç kalacaksınız! Böyle bir durumda aslâ Rus’a yanaşmayın; hâindir, sizi yok eder!. Fakat kendinizi Osmanlılar’a emânet edin; âdil ve merhametlidirler!..”

Bu ifâdeler, Osmanlı’nın hıristiyan âleminde te’sîs ettiği sükûn ve huzûrun sayısız delîllerinden sadece birkaçıdır.

Anadolu’da ilk tertipçisi Celâl adında bir alevî olduğu için celâlî isyanları denilen sayısız karışıklığa rağmen Anadolu ve Rumeli’de bulunan hıristiyan ahâlînin böyle hiçbir rahatsız edici isyân hareketi görülmemiştir. Ancak Fransız ihtilâlinden sonra başta Ruslar olmak üzere devletin hemen hemen bütün düşmanları, içerideki hıristiyanları tahrîke koyuldular ve bu tahrîkler, kısa zamanda meyvesini vermeye başladı.

İlk defa büyük ölçüde devletimizin Avrupa kıt’asındaki topraklarımızda bu tahrikler, 93 harbi denilen 1877-78 Osmanlı-Rus harbinde meyvesini vermiş ve hıristiyan topluluklar bizden koparılmıştır. Ancak Osmanlı’nın bu topraklarda sağladığı sulh, sükûn ve otoritenin ortadan kalkmasının fecî neticeleri, kısa zamanda zuhûr etmeye başlamıştır. Çünkü bu topraklarda hıristiyan kadar çeşitli müslüman kavimler de yaşamaktaydı. Ruslar ve onun gölgesinde mel’anet icrâ eden Sırplar ve Bulgarlar, 1878’den beri safha safha her fırsatta eski velînîmetlerine onları imhâ planında yapmadık zulüm bırakmadılar. Bu zâlimler, fiilî bir harp hâlinde bulunulsun veya bulunulmasın İslâm olan her unsuru katlederek, mallarını yağmalayarak ve hicrete mecbur bırakarak Avrupa’dan çıkarmak gâyesini gütmüşlerdir.

Balkanlar’da sürüp giden zulümler, sırf dînî taassuba dayanmaktadır. Yoksa müslüman olmuş slav demek olan Boşnaklar’a yapılan zulmü başka türlü îzâh mümkün değildir. Bugün Kosova’daki zulüm de, bunun bir nişânesidir. Sırplar, kâh öldürerek, kâh kaçırarak ve her ne sûretle olursa olsun Kosova’yı müslümansızlaştırmak istemektedir.

Bugün gelişmiş olan televizyonlar dolayısıyla Sırplar’ın çoğunu gizlemiş olmalarına rağmen görebildiğimiz katliam ve sefâletler karşısında bir vicdânî muhâsebeye girişme mecbûriyetimiz âşikârdır. Sırp kini ve bunun neticesi olarak yaptıkları fecî katliam, tâ 1389 Kosova zaferimizden kaynaklanmakta ve asırlarca idâremiz altında yaşamış olmaktan doğan bir aşağılık duygusuyla beslenmektedir.

Dün tevâzün, yâni nüfûs dengesini sağlama adı altında gerçekleştirilen katliam, bugün aslî çehresini ortaya koymuş bulunmakta ve mel’anetini daha açık bir şekilde icrâ etmektedir. Öyle ki cânî Sırplar, öldürüp ortadan kaldırdıklarına ilâveten vatan cüdâ ettikleri her müslümanın elindeki pasaport, kimlik vs. evrâkı yok etmekte ve tekrar geri dönüşe imkân bırakmamak yolunda da büyük zulümler yapmaktadır.

Cereyan eden hâdiseler gösteriyor ki, dünyâ, hassaten ortadoğu ve balkanlar, Osmanlı’nın sağladığı sulh ve sükûna muhtaç bir durumda bulunmaktan zamanımıza kadar kurtulamamıştır.

Bunu cânî Sırplar’dan dahî idrâk edenler vardır. Nitekim 1997’de Yugoslavya’nın başkenti Belgrad’da yapılan muhâlefet protestolarında kullanılan bazı pankartlarda:

“Türk (Osmanlı) idâresine hasret!”

“Nerdesin ey Türk (Osmanlı) İdâresi altındaki güzel günler?” şeklindeki ifâdeler, büyük bir alâka ve rağbet görmüştür.

Diğer taraftan Sırp muhâlefet partisi lideri Vuk Draskoviç de, dün Osmanlı idâresi altında bulunan Sırplar’ın bugünkünden daha iyi ve huzurlu bir şekilde yaşamış olduklarını ifâde ettikten sonra:

“Miloseviç rejimi, Osmanlı Türk’ünün adâletinden ders almalıdır!” demiştir.

Zîrâ Balkanlar’da yıllardır devâm eden zulümler, Osmanlı’nın oralardan çekilmek zorunda kalışıyla, yâni emperyalist güçlerin, Osmanlı’nın mîrâsını kırka yakın parçaya ayırıp bugün bilinen devletçiklerin ortaya çıkmasıyla başlamıştır. Kısacası batılı, bir arslan postunu parçalayıp kırk tilkiye kürk yapma yoluna gitmiş, ancak bunlardan hiçbiri bir yavru arslan olamamıştır.

II. Abdülhamîd Han’ın hal’inden beri yetîm kalan nice Türk ve müslüman unsurlar, kendilerine bir baba veya vefâkâr bir ağabeyi arayışı içindedir. Bilhassa balkanlar, o günden bugüne zaman zaman fecî bir vahşet timsâli hâlinde daralan bir zulüm kıskacında boğulmaktadır. Çil çil kubbeler, minâreler yıkılmakta, ezân sesleri susturulmakta ve yemyeşil topraklar nice mâsûm ve mazlûmların kanlarıyla kızıla boyanmaktadır.

Zîrâ Osmanlı-Rus harbinden beri vagon vagon gelen mazlûm kitlelerin hazîn dramı, hâlâ devam etmektedir. Geçen sene İstanbul’a gelen Kosova müftüsü Recep Boya:

– Osmanlı Avrupa’dan çekildikten sonra biz sahipsiz kaldık. Gücü yetenlerin şamar oğlanına döndük!..” demişti.

Bugün bu şamar, bir insanlık ayıbı olarak en vahşîce ve dünyânın gözü önünde cereyan etmektedir. Dün şâire:

O Pâdişâh-ı Şehîd’in huzûr-i heybetini,

Sonunda çiğneyecek miydi Sırb’ın orduları,

dedirten gerçekler, aynıyla, belki daha acı bir şekilde tekerrür hâlindedir.

Fakat bu ahvâl karşısında bizim hissiyat ve îmân kardeşliğimiz ne haldedir? Acaba Afganistan, Filistin, Bosna, Çeçenistan ve bugün de Kosova’dan peşpeşe gelen acılara karşı bağışıklık mı kazandık? Yoksa acılardan katılaşarak hissiz bir hâle mi geldik? Duyduğumuz, gördüğümüz fecî katliamlar, bize sıradan haberler ve hâdiseler gibi mi gelmektedir?

Sefil düşmanın kirli ayakları altında çiğnenen, ezilen, bütün hayat hakkı elinden alınan, evinden ve vatanından kovulan o evlâd-ı fâtihân, bize Sultan Murâd Han’ın emâneti değil midir?

Bilhassa şu zor günlerinde kundaktaki çocuğundan beli bükülmüş ihtiyarlarına ve vatan cüdâ edilip çocuğunu çamurlu yollarda doğuran hâmile gelinlere kadar boynu bükük sümbüller gibi hüzünlü kitleler karşısında bizler ne yapıyoruz? Onlara gönlümüzde ne kadar yer ayırdığımızı ve elimizdeki imkânları ne kadar paylaşabildiğimizi Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in şu beyânı karşısında mîzân etmeliyiz:

Mü’minlerin, birbirlerine acımakta, birbirlerini sevmekte ve birbirlerine şefkat göstermekte bir vücûd gibi olduklarını görürsün!. (Bu vücûdun herhangi) bir uzvu muzdarip olduğu takdîrde diğer kısımları da uykuyu kaybedip ateşler içinde onun ızdırabını duyarlar.”

Fedâkârlık ve muâvenette kâ’bına varılmaz bir İslâm kardeşliğinin temelini atan Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in bu buyruğu önünde onu memnûn edecek bir îmân hassasiyetiyle yoğrulmuş bir kardeşlik tezâhürünü işte bugünlerde sergilemek durumunda değil miyiz?

Bilmelidir ki beşerî hayata hâkim olan yokuş ve iniş, sürûr ve elemler, zâlimler ve mazlûmların hazîn durumları ve dünyâdaki çalkantılı manzara karşısında îmân ve irfân ehlinin gönlü, derin duyuş ve tefekkür ile rikkate gelmeli ve bu hâdiseler, bizleri daha kâmil müslüman olma yolunda ilerletmelidir. Aksi halde seyirci kaldığımız her fâciadan dolayı rûz-i mahşerde o fâciaları irtikâb eden zâlimlerin hissedarı olarak muhâkeme olunacağımız muhakkaktır!..

Bugün husûsiyle Rabbin “Rahmân ve Rahîm” tecellîlerinden nasîb alarak Hâlık’dan ötürü mahlûka merhameti kâmil bir tarzda yaşayabilme mecbûriyetindeyiz. Bu hâl ise, Hakk’a yakın olabilmenin en büyük müessirlerinden biridir.

Bir mü’minin gönül ufkunu gösteren şu misâl ne ibretlidir:

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri, bir yolculuğu esnasında mola verdiği bir ağaç altında yemek yemiş, sonra yoluna devam etmişti. Epey bir müddet sonra da torbasının üzerinde dolaşan bir karınca gördü ve üzülerek:

“- Bu hayvanı vatan cüdâ ettim!” dedi.

Derhal geri döndü ve yemek yediği mekâna varıp o karıncayı yerine bıraktı. Zîrâ o, “şefkat li-halkıllâh” (yaratandan ötürü yaratılana merhamet) şuûruyla bir karıncanın dahî hakkına riâyetin ehemmiyetini idrâk hâlindeydi.

Nitekim bir karıncaya dahî bu itinâ ve alâkayı celbeden bu rûh, İslâm ve îmânın bir olgunluk tezâhürüdür ki, şimdi bizleri Balkanlar’da yaşanan drama karşı alâkaya dâvet etmektedir. Yıllar önce başlayan ve devam eden şu haykırışa kulak vermeliyiz:

Ne reng-i muzlime girmiş o yemyeşil Kosova!

Şimâle doğru bütün Pirzerin, İpek, Yakova,

…….

Ne bir yaşındaki mâsum için beşikte hayat;

Ne seksenindeki mazlum için eşikte necât:

O günden beri, bu toprakların evvelki hâkim ve efendi unsuru olan müslümanların, daha önce dillere destan bir şekilde icrâ ettikleri adâletin bir bedeli olarak eski teb’alarından gördükleri zulümler, cildlerle yazılsa bitmez.

Birgün muhaddis, Hakk dostu Sırr-ı Sakatî Hazretleri, talebelerine:

Mü’minlerin dertleri ile dertlenmeyen bizden değildir!” hadîs-i şerîfini okuturken bir talebesi geldi ve:

– Üstâdım! Mahalle yandı, yalnız sizin ev kurtuldu!” dedi.

O da, Cenâb-ı Hakk’ın bu lutfu karşısında:

– Elhamdülillâh!” dedi.

Ancak hemen ardından talebelerine okuttuğu hadîs-i şerîfin sırrında derinleşerek büyük bir nedâmetle tevbe eyledi. Zîrâ bir anlık gafletle evi yanan mü’min kardeşlerinin üzüntülerini düşünememiş ve onların kederleriyle kederlenme husûsundaki emr-i Nebevîyi o an için yerine getirememişti. Buna o derecede üzüldü ve mahzûn oldu ki, hâdiseyi yıllarca unutmadı. Otuz sene sonra dahî bir gönül dostuna:

– Bir lahza dîn kardeşlerimin ızdırabından gâfil kaldığım için otuz senedir o ânın tevbesi içindeyim…” diyerek gönlündeki engin nedâmeti izhâr etmekteydi.

Ya bizler?

Bugün Kosova’da Sultan Murâd’ın evlâdları ağır bir zulümle imhâ edilirlerken, onların dertleri ile ne kadar dertlenebiliyoruz? Yoksa akşam duyup sabah unuttuğumuz sıradan ve gündelik haberlere gösterdiğimiz alâkadan öteye geçemiyor muyuz? Gelişen hâdiseler ve yaşanan cinâyetler, bizleri ne kadar îkâz edebiliyor? Şâirin mâzîden yükselen ve hâlâ cârî olan:

……..

Artık ey millet-i merhûme sabâh oldu uyan!

sesini, ne kadar duyabiliyoruz?

Bugün Kosova’nın, Bosna’nın vâris-i tabiîsi olan bizler, bir nefis ve târih muhâsebesine mecbûruz!..

Osmanlı’nın kuruluşunun 700. yıldönümü olan şu hazîn günlerde silkinip târihimize ve kendimize dönmeye mecbûruz. Bosna ve Kosova fâciaları gibi ibretli hâdiseler, bizi, Osmanlı’nın emânetine sahip çıkmaya doğru zorlamakta değil midir!

Hâsılı bilmelidir ki, âhıretin tarlası olan şu dünyâdaki fânî günleri seâdet yapan sır, îmân ve onun heyecanını yaşayabilme, muktezâsı ile amel edebilme duygusudur. İctimâî yardımlaşmalar, hâssaten mazlûmlara şefkat ve merhamet tezâhürleri ile süslenebilen her an, ölüm ötesi günlere bir rahmet meş’alesidir.

Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- buyururlar:

Yeryüzündekilere merhamet edin ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsin!”

Merhametin en olgun tezâhürleri de, birer kulluk vazîfesi olan Allâh yolunda infâkdadır.

Kardeşlik duygularının zayıfladığı, ictimâî huzûr ve sükûnun kaybolduğu, kin ve husûmetin çoğaldığı toplumumuzda ciddî bir infâk seferberliğine ihtiyaç vardır. İdrâk etmelidir ki, bu bir kader programıdır; biz Kosova’daki acı zulmün altında olabilir, onlar da burada bizim yerimizde olabilirdi. Bunun için onlara infâkımız, Rabbimize karşı bir şükür ve kulluk borcu olduğu kadar onların dertleriyle dertlenebilme vazîfesidir.

Unutmamalıdır ki insan, yaratılışı itibarıyla dünyâya meyyâldir. Dünyâ malı ise nefse câzib gelir. Ona aldananlar doymak bilmezler. Mal yığıldıkça insanın hırsı artar, muhteris olur. Gözünü madde ve mal hırsı bürümüş olan insanda merhamet ve şefkat hissi azalır. İnfâk etmek ona zor gelir. Nefsi ona: “Daha zengin ol; ilerde daha çok yaparsın!” diye telkînde bulunur. Böyle insan, rûhen hasta, bedenen muzdariptir. Çünkü Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

Yarın yaparım diyenler helâk oldu!..” buyururlar.

O halde şâirin dediği gibi:

Dem bu demdir, an bu andır. Allâh yolunda hizmet seferberliğinde, infâkda, husûsiyle balkanlarda yaşanan dramın hazîn neticeleriyle inleyen müslüman kardeşlerimize yardımda dem bu demdir.

İnfâklar, elbette ki her zaman ihtiyaç sahiplerine yapılır. Ancak ihtiyaçların da bir derecesi vardır. Herhalde Kosova müslümanlarının bugünkü mazlumları, infâk için ihtiyacın hayâl edilmez derecede şiddetli olduğu bir hâl içindedir. Öyleyse onlara yapılacak yardım, Allâh indinde başka zamanlarda başka ihtiyaç sahiplerine yapılacak yardımla kıyaslanamayacak derecede ehemmiyetli ve değerli olacaktır, inşâallâh! Aksi halde yarın her şey bitmiş olabilir ve mazlum Kosova, haritadan silinebilir; bizler de hayat boyu bir vicdan azâbı içinde kalır ve kıyâmet vebalini yükleniriz…

Bu zor günlerde:

Sevdiklerinizden infâk etmedikçe aslâ {REF birr}e (hayrın kemâl noktasına) eremezsiniz! Her ne infâk ederseniz, Allâh onu hakkıyla bilir” (Âli-ımrân, 92) sırrını yaşabilenlere ne mutlu!

Ey Allâhım! Bizim ve dînimizin düşmanları olan zâlimleri kahreyle! Allâhım! İslâm’ı ve müslümanları da izzetli kıl; nusret ve inâyetinle muâmele buyur! Âmîn!