Aşk ile Yaşanan Bir Îmân

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİR SES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

AŞK İLE YAŞANAN BİR ÎMAN

Bizden ne arzu ediyor Cenâb-ı Hak?

Birincisi:

Bizden, aşk ile yaşanan bir îman isteniyor.

Îman zor zamanlarda ortaya çıkar. “Ben îmân ettim.” Cenâb-ı Hak bunun kâfî olmadığını söylüyor:

“İnsanlar imtihandan geçirilmeden sadece «îmân ettik» demeleriyle kurtulacaklarını mı zannediyor?” (Ankebût, 2) buyuruyor.

Îman takviye istiyor, ispat istiyor. Îman da güç anlarda ortaya çıkıyor, îmânın gücü.

Cenâb-ı Hak o güç anlarda nasıl bir imtihan verdiler mü’minler, onları bildiriyor:

Sihirbazları bildiriyor; nasıl Firavun’un zulmüne karşı nasıl Firavun’a tavır koydular, kollarının-bacaklarının kesilmesine râzı oldular, îmandan bir tâviz vermediler.

رَبَّنَا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَتَوَفَّنَا مُسْلِمِينَ dediler.

“…Yâ Rabbi! Üzerimize sabır dök (sabır yağdır, bir taviz vermeyelim). Müslüman olarak canımızı al.” (el-A‘râf, 126) dediler.

Ashâb-ı Uhdûd’u bildiriyor Cenâb-ı Hak. Hendek’te yakılanları bildiriyor. İlk Îsevîler.

Habîb-i Neccâr’ı bildiriyor. Yâsîn’in ikinci sayfasında. Nasıl tevhîdi korumak için taşlanarak can verdi. Oradaki büyük mükâfâtı Habîb-i Neccar bildiriyor:

“Keşke (diyor) kavmim Rabbimin bana yaptığı bu ikramı bilseydi.” buyuruyor. (Bkz. Yâsîn, 26)

Cenâb-ı Hak Tevbe Sûresi’nin 100. âyetinde, Muhâcirleri, ilk Mekkeli müslümanları ve Medîneli müslümanları bildiriyor. Bizim onlara benzememizi, “onlara tâbî olan ihsan sahipleri” buyruluyor.

Demek ki kendimizi toplumla kıyaslamayacağız, asr-ı saâdetle kıyaslayacağız. Asr-ı saâdet insanı. O câhiliye insanından nasıl bir Allâh’ın güzel kulları çıktı, “ibâdurrahmân” çıktı… Demek ki bizler de hâlimizi, onların hâliyle kıyas edeceğiz.

Yine Cenâb-ı Hak, her okuduğumuz Fâtiha’da;

اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ (“Bize doğru yolu göster.” [el-Fâtiha, 6]) diyoruz. Cenâb-ı Hak’tan doğru yolu istiyoruz. Bu yol, Peygamberimiz’in yolu. “Sen sırât-ı müstakîm üzeresin.” (Yâsîn, 4) buyuruyor Cenâb-ı Hak.

Ondan sonra:

اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ (“…Nîmet verdiklerin…” [el-Fâtiha, 7]) diyoruz.

“Yâ Rabbi, nîmet verdiklerin.” Kimler onlar? Peygamberler, nebîler, sıddıklar, şehidler, sâlihler… Onlar gibi olmamızı Cenâb-ı Hak’tan niyâz ediyoruz.

غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالِّينَ

(“…Gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil!” [el-Fâtiha, 7]) Dalâlettekilere, İslâm dışındakilere benzememeyi… Fakat maalesef günümüzde onları bir taklit durumundayız. Bu da îmâna bir zarar vermekte…

Zira Rasûlullah Efendimiz:

مَنْ تَشَبَّهَ بِقَوْمٍ فَهُوَ مِنْهُمْ

(“Herhangi bir topluluğa benzemeye çalışan, onlardandır.” [Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031]) buyuruyor.

Demek ki bizden istenen; aşk ile yaşanan bir îmân istiyor ki nefsin arzularına mukâvemette bulunulacak. Can, mal, vs. hepsi Allah yolunda fedâ edilecek. Kalp ve beden âhengi içinde ibadetler isteniyor. Bu da kolay değil.

Cenâb-ı Hak “huşû” bildiriyor, yani namazı “huşû” ile kılacaksın. Ki seni namaz fahşâdan, münkerden koruyacak. Namaz bir röntgen. Nasıl bir maddî bir röntgen var, iç cihazlarını gösteriyor; bu da mânevî bir röntgen. Senin ne kadar gözünü, kulağını, ağzını, hissiyâtını, duygularını koruyabiliyor namaz?

Efendimiz buyuruyor:

“Namaz kılar, şu kadarı, şu kadarı gider, onda biri kalır.” buyuruyor. (Bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 321)

İbadetler bizim için büyük bir nîmet. Oruç öyle. Cenâb-ı Hak:

لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ buyuruyor. “…Umulur ki takvâ sahibi olursunuz.” (el-Bakara, 183)

Gözüne oruç, kulağına oruç, hâssaten diline oruç. Mideden daha mühimi, diline oruç. Dilin zikirde mi, Cenâb-ı Hak’la mı beraber; yoksa yanlış, dünyevî, nemîmeler vs. gıybetlerle mi meşgul?

Zekât, buyruluyor, sadaka buyruluyor, hayır-hasenat, infak buyruluyor. Bu da Cenâb-ı Hakk’a muhabbetini kendin test ediyorsun. Cenâb-ı Hakk’a yakınlığını. “Ben ne kadar Cenâb-ı Hakk’a yakınım?..”

لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ

(“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda sarf etmedikçe birrʼe (hayrın kemâline) eremezsiniz…” [Âl-i İmrân, 92])

Sevdiklerinizden vermedikçe Allâh’a yaklaşamazsınız buyruluyor.

Verirken, iyilik ederken, bir kardeşin derdine derman olurken, bir infak ederken, seviniyor muyuz? Yoksa; “Aman zamanımı harcadım, veyahut da servetimden fire verdim…” diye üzülüyor muyuz?

Yoksa; “Elhamdülillâh, ben bunu Allâh’a veriyorum, يَأْخُذُ الصَّدَقَاتِ (“…Sadakaları (Allah) alır…” [et-Tevbe, 104]) Cenâb-ı Hak alır, seviniyor muyuz?..

İşte bunlar bizim mânevî röntgenimiz. Demek ki ne kadar ibadetlerimiz beden ve kalbî bir âhenk içinde?..

Cenâb-ı Hak bize kendi ahlâkını Kur’ân-ı Kerîm’de aksettiriyor. Kendi ahlâkını Rasûlullah Efendimiz’de aksettiriyor, Rasûlullah Efendimiz’e “üsve-i hasene” buyuruyor, örnek şahsiyet. Hayatın her safhasında bir örnek şahsiyet.

Yani, demek ki hayatımızın her ânını, asr-ı saâdetle, Rasûlullah Efendimiz’in ânıyla mîzân etmemiz lâzım. O zaman hiçbir dünyadaki problem/derdimiz cevapsız kalmaz, bizi huzura götürür. O bir rehber, “rahmeten li’l-âlemîn”. Onun için tezkiye de şart:

فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰیهَا قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا

(Nefse) iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir.” [eş-Şems, 8-9]

Fücurdan kalp temizlenecek, takvâya mesafe alacak.

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا

“İç âlemini temizleyen felâha erdi.” (eş-Şems, 9) buyruluyor. Cennet’e girmenin birinci şartı bu.

Cehennemî vasıflar kalpten temizlenecek. Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî vasıfları kalpte tecellî edecek. Yüksek ahlâk tecellî edecek.

Velhâsıl neticesinde, insan, sıfat olarak “ahsen” sıfatı üzerinde olacak. Yani her işi en güzel olan mü’min/mü’mine olacak.

Demek ki mü’min kendini dâimâ mîzân edecek:

“Benim bu hâlim asr-ı saâdetteki Müslümanların hâline benziyor mu? Merhametim, şefkatim, kardeşliğim vs. vs…”

İkincisi; -birbirine yakın ıstılahlar- “ecmel” olacak. Yani bir mü’minin her hâl ve davranışı gönle huzur ve ferahlık verecek. Nasıl bir çiçek konuyor, gönle bir ferahlık vermesi için; bir mü’min de her girdiği mecliste o ferahlığı tevzî edecek.

Üçüncüsü, “ekmel” olacak. Yani kâmil olacak, olgun olacak. Muhâtaba nezâket, zarâfet ve duygu derinliği veren bir mü’min olacak. İnsan mükerrem olacak, muhteşem olan Cennet’e lâyık hâle gelecek.

Onun için bir Hak dostu buyuruyor:

“Sen çıkınca aradan, kalır seni Yaratan.”

O zaman Yaratan’a râm olursun. Yaratan’a dost olursun. Sakarya Karadeniz’e aktığı zaman artık orada Sakarya’nın zâtı vardır, sıfatları Karadeniz olmuştur. Bu, Cenâb-ı Hak’la dostluğun başlama ânıdır.

Velhâsıl mü’min, canlı bir Kur’ân olacak. Mükerrem olacak, irfan sahibi olacak, takvâda derinleşecek, Cenâb-ı Hak’la dost olacak.

Efendim, okunan iki âyet, 61 ve 62. âyet. Bu kâinat, mekteb-i âlem, her şey zerreden küreye, bir atomdan galaksilere, bir hücreden en cesîm varlıklara kadar, hepsi azamet-i ilâhiyyeyi telkin ediyor. Kime telkin ediyor? Gönlü olana…

Şu çiçeklere bakıyoruz, bir tefekküre götürüyor. Bir toprak terkibinden bu kadar renk, bu kadar şekil, bu kadar koku nasıl çıkıyor? Bütün mahlûkat şu topraktan besleniyor. Her birine ayrı ayrı sofralar hazırlanıyor.

Demek ki göz baktığı zaman kalp bunları hissedecek. Ancak o zaman işte mükerrem insan olacak. Demek ki kulda bir tefekkür gelişecek. “Aman yâ Rabbi” diyecek. Bir atomun içine bakacak: Çekirdek, proton, nötron, elektron, onun içinde bir sürü maddeler, kuvarslar… Kuvarsın içinde bilinmeyen bir sürü maddeler, yok kadar bir varlığın içinde. Onu büyültseler koca bir semâvat çıkar, (semâyı) küçültseler küçük bir atom çıkar.

Velhâsıl insan neye baksa, ilâhî azamet tecellîleri içinde. Bir abes yok kâinatta. Peki bu kadar abes olmadığı hâlde, Cenâb-ı Hak soruyor: Biz diyor, insanı abes olarak yaratmadık diyor, boş yere yaratmadık diyor Mü’minûn Sûresi’nin sonunda, insan huzurumuza gelip hesap vermeyeceğini mi zannediyor, buyuruyor. (Bkz. el-Mü’minûn, 115)

Velhâsıl, ilk âyet, okunan;

تَبَارَكَ الَّذِى جَعَلَ فِى السَّمَاءِ بُرُوجًا

(“Göğe burçlar yerleştirenin şânı çok yücedir…” [el-Furkân, 61]) diye başlıyor. Burada Cenâb-ı Hak tefekkürümüzü -137 yerde tefekkür geçiyor- burada semâvâta Cenâb-ı Hak döndürüyor:

Gökte burçlar var, yıldız kümeleri var. Ne kadar sayısı? Matematik sıfırlanıyor, matematik ifade edemiyor. Ne kadar denizde kum tanesi varsa o kadar. Bir otları saymaya iktidârımız var mı? Yıldızlar da o kadar. Hepsinde nasıl ilâhî bir âhenk var! O da doğuyor, ömrünü tamamlıyor, kara delikte bitiyor, gidiyor. Her şeyde bir fânîlik, muvâzene, denge…

Cenâb-ı Hak:

“Semâyı yükselttik…” (Bkz. er-Rahmân, 7) buyuruyor Rahman Sûresi’nde. “…Bir muvâzene (bir denge) kurduk.” (Bkz. er-Rahmân, 7) diyor. İnsana dönüyor Cenâb-ı Hak; “Sen bu dengeyi bozma!” (Bkz. er-Rahmân, 8) buyuruyor.

Şu ilâhî, şu kâinattaki şu ilâhî manzûmeyle kalbin bir âhenk teşkil etsin, Cenâb-ı Hak arzu ediyor.

Gökte yıldız kümeleri var. Ondan sonra Cenâb-ı Hak (tefekkürümüzü) Dünya semâsına döndürüyor. Üzerimizde bir Güneş, bir çerağ, bir kandil, nasıl ilâhî bir kandil, semâdaki trilyonlarca kandillerden biri.

“…Bir çerağ ve nurlu bir Ay barındıran.” (el-Furkân, 61)

Ay ne yapıyor? Oradan ışığı alıyor, sana aksettiriyor.

(Allah) yücelerin yücesidir…” (el-Furkân, 61)

Yani demek ki her Güneş’in doğuşunda; “Aman yâ Rabbi!” diyeceğiz. Batışında da. Ay çıkacak, bir takdim-tehir var mı? Bir ârıza var mı? Bir sıcaklığını, soğukluğunu artırma var mı?

Nasıl Cenâb-ı Hak hepsini insana göre bir mîzan durumunda. Biz kalbimizi neye göre mîzân edeceğiz? Bir düşünelim, tefekkür, 137 yerde tefekkür geçiyor. Her şey ilâhî bir vitrin. Bir Güneş’i düşünmeli. Dünya’ya 150 milyon km uzakta. Dünya’mız kadar 1 milyon 300 bin gezegeni içine alacak hacimde. Yüzey sıcaklığı 6000 santigrat, içindeki o nükleer santralin olduğu yer, devamlı atom infilâk ettirdiği, sirkülâsyonunu devam ettiği şeyde ise 20 milyon santigrat içinde. Yani bir insan bir Cehennem’i düşünmeli. Yani havada bir Cehennem dönüyor bir noktada. Hiç taşmıyor. Her saniyede 564 milyon ton hidrojen 560 milyon ton helyuma dönüyor her saniyede. Dört milyon ton da Dünya’ya ışık olarak, sıcak olarak geliyor. Atmosfer için bir karanlıkta geliyor, atmosfere girince ışığını veriyor, sıcaklığını veriyor.

Yani say sayabildiğimiz kadar!.. Sırf bu Güneş’te böyle. Ay’da ayrı, atmosferde ayrı, Cenâb-ı Hakk’ın her yarattığı şey bir ibret, bir ders insana!..

Onun için bu kâinat, büyük bir kitap. Kur’ân-ı Kerîm lâfızda bir kitap, kâinat ise fiilde bir kitap. İş, bu iki kitabı okuyabilmek, iki kitabı hazmedebilmek. İşte Rasûlullah Efendimiz bu kâinâtın muallimi.

Ondan sonra yine ikinci bir tefekkür âyeti geliyor:

“İbret almak için, şükretmek isteyen kimseler için (şükretmek isteyen) gece ile gündüzü birbiri ardınca getiren de O’dur.” (el-Furkân, 62)

Düşüneceğiz, iki tane takvim dönüyor. Güneş ve Ay takvimi. Hiçbir takdim ve tehir yok. 365 gün 6 saat, bilmem kaç dakika, bilmem kaç saniye, salise… Salise bir şey (şaşma) yok. Ay da öyle; 355 gün, şu kadar saat, şu kadar dakika, şu kadar saniye. Güneş’le Ay sanki devamlı vardiya değiştiriyorlar. İlâhî bir azamet tecellîsi.

Gün ayrı bir manzara, bir maîşet, gece ayrı bir manzara, ayrı bir güzellik. Bir geceye giriyorsun, bir ölüm tatbikatı. Sabahleyin kalkıyorsun, bir “ba’sü ba’de’l-mevt”; ölümden bir diriliş. İbret almak için, isteyenlere, her şey bir misal. Ay, Güneş…

Ay, zamana göre inceliyor, kalınlaşıyor, bedir oluyor, küçülüyor… Cenâb-ı Hak onu kısaltan, şey yapan Biz’iz buyuruyor. İlâhî bir takvim. Bir insan bir çölde olsa o Ay’ın hareketiyle ayın kaçında olduğunu, semâya bakmakla aşağı yukarı tespit eder. Hep insana hizmet.

Yine Cenâb-ı Hak:

اَلشَّمْسُ وَالْقَمَرُ بِحُسْبَانٍ

“Güneş ve Ay bir hesaba göre hareket eder.” (er-Rahmân, 5) buyuruyor.

Velhâsıl insan bu dünyaya boş bir kaset olarak gelir. Bu kaset Kur’ân ve Sünnet ile dolarsa insan kemâl bulur, ahsen-i takvîm olur, en güzel bir yaratık hâline gelir, Cenâb-ı Hak ile dost olur. Böylece kalp sonsuzluğa açılır, tefekkür derinleşir, zirveleşir, hâdisat ve vukuatı tahlil eder kalp, mârifetullâha, Allâh’a yaklaşmaya ufuklar açar.

Onun için ilk âyet:

“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” (el-Alak, 1) buyruluyor.

İlk tahsil böyle. Yani Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve azamet akışlarıyla ilâhî hükümranlığını Cenâb-ı Hak tefekkür et buyuruyor. Düşün; sen kimsin, bir hiçten meydana geldin, bir nutfeden, yok kadar bir şeyden.

خَلَقْنَا, فَخَلَقْنَا, فَخَلَقْنَا, bir yaratıştan bir yaratışa döndürüyor, döndürüyor. (Bkz. el-Müʼminûn, 14) Seni insan olarak Cenâb-ı Hak getirdi. Kendini tefekkür etmeni istiyor:

“Ey insan (diyor), seni şekilsizlikten en güzel şekilde birleştiren, (insan olarak dünyaya çıkaran) Rabbine karşı seni aldatan nedir?” diyor. (Bkz. el-İnfitâr, 6-8)

Mâzîne bak, ilâhî azameti tefekkür et!..