Asıl Olan İstikamet

Altın Silsile Kitabı Üzerine (2)

2012 – Eylül, Sayı: 319, Sayfa: 032

ALTINOLUK: Silsile ile seyr u sülûk ehlinin, diyelim ki bir günlük alâkası nasıl tarif edilebilir? Bu alâka mürîde ne kazandırmalıdır?

Osman Nûri Topbaş: Her gün seher vaktinde veya fırsatını buldukça, silsiledeki zâtların fazîlet neşreden hâllerini hatırlamak, onların yoluna olan bağlılık ve muhabbeti artırır, o yola âidiyet ve mensûbiyet duygusunu kuvvetlendirir. Bununla birlikte o muhterem zâtların ahlâkî yapılarından ve örnek hâllerinden hisse almaya başlanır. Hak dostlarının ulvî hâllerine gıpta ederek onları taklid etme neticesinde ise, onlardaki mânevî kemâlâtın işâret ve alâmetleri, kişinin iç ve dış dünyasına aksetmeye başlar.

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’in pek çok yerinde peygamberlerin isimlerini ardı ardına, âdeta bir “nebîler silsilesi” hâlinde zikreder. Onların güzel hâllerini hatırlatır; onların hidâyet ehli, sâlih, ihsan sahibi, fazîletli kullar olduğunu ve sırât-ı müstakîm üzere bulunduklarını ifade eder.

Meselâ Bakara Sûresi’nin 136, 140; Âl-i İmrân Sûresi’nin 84; Nisâ Sûresi’nin 163-164’üncü âyet-i kerîmelerinde, peş peşe 13 peygamberin ismi zikredilir. En’âm Sûresi’nin 83’ten 87’nci âyet-i kerîmesine kadar peş peşe 18 peygamberin ismi zikredilir.1 Diğer taraftan, yine Kur’ân-ı Kerîm’de Habîb-i  Neccar gibi, Ashâb-ı Kehf gibi sâlih zâtlardan da bahsedilir.

Peygamberlerin ve sâlih zâtların kıssalarının nakledilmesi ve isimlerinin zikredilmesi, nasıl ki asr-ı saâdette Peygamber Efendimiz’in ve sahâbenin kalplerini tatmin ve teskin edip îmanlarını kuvvetlendirmişse, kıyâmete kadar gelecek bütün mü’min­ler üzerinde de bu yönde müsbet tesirler gösterecektir. Sıkıntıda olanlara tesellî ve huzur; rahatlık içindekilere de istikâmet menbaı olacaktır.

Demek ki sâlih insanların sadece isimlerinin zikredilmesi bile onların güzel hâllerini hatırlattığı için insanlara güzel bir hissiyat veriyor, onları hakka ve hayra yönlendiriyor. İşte “nebîler silsilesi” gibi, peygamber vârisi “velîler silsilesi”nin zikredilmesinden maksat da budur.

Nitekim tâbiîn neslinin büyük âlimlerinden Süfyan bin Uyeyne ve nice büyük âlimXE “Süfyân bin Uyeyne”:

“Sâlihlerin zikredildiği meclislere rahmet iner.” buyurmuşlardır.2

Yani Hak dostları anıldığı zaman, onların hayatlarındaki ibretli hâdiseler ve hikmetli hakîkatler hatıra gelip gönülleri ihyâ eder. O örnek hâllere karşı muhabbet ve rağbet artar, ruhlar bu ulvî hâllere meyleder. Bu şekilde bir rahmet, bereket ve sekînet tecellîsi meydana gelir.

Dolayısıyla sadece zâhiren değil, kalben de sâlihlerle beraber olmak için Silsile-i Şerîfe okunması, büyük bir rahmet ve bereket vesîlesi kabul edilmiştir. Allah dostlarının menkıbelerini ihtivâ eden çeşitli kitapların te’lif edilmesi de, onlara muhabbetle yaklaşan gönüllerde hep böyle bir feyzi gerçekleştirmek içindir.

Âyet-i kerîmede:

“İşte onlar Allâh’ın hidâyet ettiği kimselerdir. Sen de onların yoluna uy!” (el-En‘âm, 90) buyrulmuştur. Yani nebîleri ve velîleri sadece dil ile zikretmiş olmak, rahmet-i ilâhiyyenin kâmil mânâda tecellîsi için kâfî gelmez. Bu zikretmeyle birlikte, asıl gönüllerde onlara benzeme arzusuyla bir gayret hâsıl olup davranışlara aksederse, işte o vakit, gerçek bir mânevî istifâde meydana gelir.

Silsile-i Şerîfe’nin muhtelif vakitlerde okunmasını gerektiren başka sebepler de mevcuttur. En azından kişi, kendisini kalben Peygamber Efendimiz’e bağlayan salih zâtları tanıyıp örnek almalı, kimlerin yolundan gittiğini ve kimlerden istifâde ettiğini bilmelidir. Onları zaman zaman yâd etmek sûretiyle, muhabbetlerini gönlüne yerleştirmelidir. Zira; “Kişi sevdiğiyle beraberdir.”3 Bu beraberliğin en büyük alâmeti de sevilen zât ile hissiyat ve fikriyat beraberliği, hâl ve davranış beraberliğidir. İşte bu beraberliklerin neticesi “dostluk”tur. Zira dostluk; müştereklikten doğar. Diğer bir ifadeyle dostluk, sevilenin sevende kendi husûsiyetlerini görmesinden kaynaklanır. Buna bir misal verecek olursak; Yâkub -aleyhisselâm- on iki oğlu içinde Yûsuf -aleyhisselâm-’da kendi husûsiyetlerini gördü. Ona olan teveccüh ve muhabbeti ziyâdeleşti.

Allah dostlarını anmak ve onları hatırlamak da onlarla müşterekliği artırmanın mühim bir vesîlesidir. Ayrıca gönüllere bir istikâmet telkînidir. Zira insan, bir büyüğü yanındayken nasıl ki pek çok yanlış hareketten uzak duruyorsa, gönlü Allah dostlarıyla olan bir insan da Allah düşmanlarına meyledemez. Zira kâmil îman; “lâyıkına muhabbet, müstahakkına nefret” duymayı gerektirir. Mesed (Tebbet) Sûresi, müstahakkına nefret vazifemizin en bâriz bir misâlidir. İşte bu hâllerin tefekkürü neticesinde insan, kendini devrin fitne ve fesâdından daha kolay koruyabilir.

ALTINOLUK: Silsile ile tasavvufta önemli bir terbiye usûlü olan “râbıta” arasında nasıl bir alâka bulunuyor?

Osman Nûri Topbaş: Tasavvufî terbiyede çok ehemmiyetli bir usûl olan râbıta, adı ve tatbik şekli az çok farklı olsa da, hemen hemen bütün tarîkatlerde mevcuttur.

Tasavvufî terbiyenin özüne baktığımız zaman; mânevî terakkîde esas sermâyenin “muhabbet” olduğunu görüyoruz. Râbıtayı da bir kelime ile izah edecek olursak; “muhabbet” kelimesi kâfîdir. Râbıta, muhabbetin dâimâ taze tutulması ve canlı bir şekilde yaşanmasıdır. Bu ise; Allah Teâlâ’ya, Rasulullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’e ve irşadlarına mazhar olunan sâlih zâtlara duyulan muhabbettir.

Sahâbe ve sohbet kelimeleri aynı kökten gelir. Sahâbenin fârik vasfı, Efendimiz’le kalbî râbıtayı dâimâ tâze tutmuş olmalarıdır. O sâyede mâzîleri câhiliye insanları olan bu toplum, bir fazîletler medeniyeti inşâ edebilmiştir.

Râbıtanın lügat mânâsı, bağ ve alâkadır. Tasavvufî mânâdaki râbıta ise, esâsen bir kişilik transferidir. Kâmil bir mürşide duyulan muhabbeti dâimâ gönülde tâze tutarak onun sâlih amellerini ve güzel hâllerini taklide çalışmaktır. Yani sadece bir hatırda tutma ve tahayyül faaliyeti değildir.

Mü’min düşünecek: Ben Allâh’ın sâlih kullarıyla, kâmil insanlarla dünyada da âhirette de beraber olmak istiyorum. O hâlde onlara benzeyen taraflarım neler, benzemeyen taraflarım neler? Benzeyen taraflarımı çoğaltmak, ayrı düşen taraflarımı bertaraf etmek durumundayım. Benim mânevî rehberim, nasıl oturup kalkıyor, nelerle meşgul oluyor, gündeminde neler var ve bunlar bana ne kadar yansıyor? İşte, silsile okumaktan ve râbıtadan asıl maksat budur. Yalnızca onların isimlerini anmak ve onların sûretlerini düşünmek değil, böyle bir duygu derinliği içine girebilmektir.

Râbıta ile kendimizi kalben Silsile-i Şerîfe’deki zâtların yanında tahayyül etmek, hâl sirâyetini temin eden bir husustur. Mürşide duyulan hürmet ve muhabbetin bu sûretle dâimâ tâze tutulması, mürîde mânevî bir dirilik, zindelik ve uyanıklık kazandırır. Zira sâlih zâtların sohbeti kadar muhabbeti de tesirli ve faydalıdır. Nitekim; “tasavvufta sermâye muhabbet, netice ise âdaptır.”

Muhabbet ve ülfet, iki kalp arasında bir cereyan hattıdır. Bu hat ne kadar kuvvetli olursa, o kadar çok hâl sirâyet eder.

Râbıtanın en mükemmel misâli; Ebû Bekir Efendimiz’in Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’e duyduğu muhabbettir. Hazret-i Sıddîk, Peygamber Efendimiz’e öyle bir muhabbetle bağlandı ki, her şeyini O’na fedâ etti, O’nda fânî olduÉ

ALTINOLUK: “İcâzet” silsile için olmazsa olmaz nitelikte midir? Böyle ise bunun hikmeti nedir?

Osman Nûri Topbaş: İlk asırlarda, kıraat, tefsir, hadis ve fıkıh gibi İslâmî ilimlerde bir “rivâyet zinciri” mecburiyeti vardı. Bir ilmin mûteber sayılabilmesi buna bağlıydı. İslâm âlimleri, hadis ve tefsir alanında görüşlerini naklettikleri ashâb-ı kirâm, tâbiîn ve diğer âlimlerin sözleri için, onlardan kendilerine kadar gelen sağlam bir silsile ararlardı. Hadis ilminde, hadisler tedvin edilip mûteber kitaplara kaydedildikten sonra bu rivâyet zinciri usûlü -artık ihtiyaç kalmadığı için- terk edildi. Bununla birlikte bâzı ilimler, kitaplara geçse bile günümüze kadar o kitapları okutan hocaların isimleri bir silsile hâlinde kaydedilmiş ve ilmen mûteber sayılmak için bu silsileler gerekli görülmüştür. Günümüzde de farklı İslâmî ilimlerde, asr-ı saâdete ulaşan silsile geleneğine riâyet ederek icâzet alıp veren pek çok âlim mevcuttur.

Bütün İslâmî ilimler gibi tasavvuf da aynı usûle riâyet etmiş, bu usûlü terk etmeyip günümüze kadar devam ettirmiştir. Yani tasavvuf ricâli, mânevî tâlim ve terbiyeyi hangi üstaddan aldıklarını, hocalarının hocalarını kaydetmiş ve irşâda ehil gördükleri talebelerini bu silsileye izâfe eden icâzetnâmelerle tescil etmişlerdir. Bu sâyede insanlar, mânevî terbiyeyi dâimâ sağlam ve güvenilir bir yoldan alma imkânı bulmuşlardır.

Maddî ve mânevî bütün ilimlerin korunması, içine yanlışlıkların girmemesi, sâfiyetinin bozulmaması ve zâyî olmaması için, bu silsile ve icâzet sistemi zarurî addedilmiştir. Bilhassa İslâmî âdap ve ahlâk hususunda, uzun tecrübeler neticesinde elde edilmiş olan usûl ve erkânın muhâfazası için daha titiz davranılmış, bunun icâzetli ve ehil kimseler silsilesiyle gelecek nesillere sahih bir şekilde intikāli şart koşulmuştur. Zira silsile yoluyla gelen ve belli bir usûle tâbî olan icâzetnâmeler, liyâkati temin ederek, müteşeyyihliğe, yani kâmil bir mürşid olmadığı hâlde öyle görünme sahtekârlığına mânî olmaktadır.

ALTINOLUK: Seyr u sülûk ehlinin, yaşayan mürşidle, önce geçen silsile halkalarına bağlılığının doğru çerçevesi nedir?

Osman Nûri Topbaş: Mürşide tam bir kalbî bağlılık, yani râbıta, esâsen bütün silsile ile irtibata geçip hepsinden istifâdeyi temin eder. Bu şuna benzer: Bir ağacın en üst dalını düşünelim. Bu dal, kendisinden önce, tâ ağacın köküne varıncaya kadar kaç daldan birden beslenmiş oluyor. Her dal, bağlı olduğu daldan, o ana gövdeden, o da kökten istifadeyle husûle geliyor. En sondaki dal, hepsinden istifadeyle meydana geliyor. Dolayısıyla silsilenin en son halkasındaki mürşide teksif olmak, esâsen bütün silsileden istifâde etmeyi sağlar.

Mürşidlerin mesajları ve irşad metodları umumiyetle aynıdır. Ancak zaman ve zemîne göre bâzı küçük farklılıklar arz edebilir. Bu sebeple seyr u sülûkte esas olan, hayattaki mürşidin irşâdıyla yol almaktır. Önceki mürşidlere de muhabbet ve hürmet beslemeli, onların hikmetli hâllerinden ve sözlerinden de istifâde etmelidir.

Bir de tasavvufî terbiye, birebir irşâdı esas aldığından, hayatta olan mürşide daha kuvvetli bağlanmayı zarurî kılar.

Bu hususta yine eserimizin muhtevâsından bir hikmetli sözle cevabımızı neticelendirelim. Mahmud Sâmi Ramazanoğlu Üstâdımız buyuruyorlar ki:

“Evliyâullah yağmur gibidir. Maddî yağmur olmadan beşerî hayatın bekāsı mümkün olamayacağı gibi, mânevî yağmur olmadan da mükevvenâtın bekāsı mümkün değildir. Her yağmurun zamanına göre faydası olduğu gibi, evliyâullâh’ın da zamanına göre faydaları vardır. Her birinin Cenâb-ı Hak katında ayrı bir mevkii vardır. Bu sebeple önceki zamanlarda geçen evliyâullah ile sonradan gelenleri mukâyese etmemelidir.

Meselâ birkaç asır evvel irtihâl eden evliyâullâh’ı bu zamanda insanların ekseriyeti kabûl ederler. Bunun sebebi şudur: Vefât eden evliyâullâh’ın şu anda irşad vazifesi yoktur. Bu sebeple şeytan onların tasdik edilmesine mânî olmaz. Ancak şeytan, insanları, hayatta bulunan irşâda memur kâmil velîlere yaklaştırmamak için büyük gayretler sarf eder, onları inkâr ettirmeye çalışır. Çünkü şeytan, mü’minlerin selâmetini hiç arzu etmez.”4

ALTINOLUK: Silsile ve menâkıb kitapları, genelde Allah dostlarının olağanüstü hâllerine yer veriyor. Kalp terbiyesi açısından, önce geçen ve hâlen yaşayan Hak dostlarının hangi yönlerine ehemmiyet vermek gerekir?

Osman Nûri Topbaş: Şunu unutmayalım ki evliyâullâh’ın fevkalâde hâlleri, bizler için yıldızlardaki ölçüler gibidir. Onların yaptıklarını tam olarak yapabilmek ve onların âlemindeki yüksek seviyeye ulaşmak, bizim için mümkün olmasa da onların bu hâli bizlere bir ideal olmalıdır. Çünkü “Bir şeyin tamamı elde edilemiyorsa, elde edilebilecek kısmından da vazgeçmek gerekmez.” düsturu, İslâmî bir kâidedir. Bu sebeple Hak dostlarının hâline ne kadar benzeyebilirsek bizim için o kadar hayırlı olacağı mülâhazasıyla, elimizden gelen gayreti göstermeliyiz.

Onların menkıbe ve nasihatlerini okurken yalnızca takdir ve hayranlık noktasında kalmayıp bir adım daha ileri giderek kendi hâlimizi onların aynasında seyretmeliyiz. Gördüğümüz noksanlıklarımızı telâfîye çalışmalı, hatâlarımızı tashih etmeli, varsa benzerliklerimizi o zirve şahsiyetlerdeki yüksek keyfiyete ulaştırmanın gayreti içine girmeliyiz.

Diğer taraftan, evliyâullah’taki fevkalâde hâller deyince onların kerâmetleri de akla geliyor. Kerâmet, asıl hedef olmayıp kulluk yolunda Cenâb-ı Hakk’ın ikrâm ettiği bâzı nîmetlerdendir. Bu nîmetin ulvî bir gâyesi vardır. Bu da kerâmete  muhâtap olanları -tâbir câizse- “şok tesiriyle”  istikâmete yönlendirmektir. Ayrıca kerâmet hususunda insanın elinde bir irâde yoktur. İnsanın irâdesinde olan ve onu yücelten şey ise istikâmettir; Kur’ân ve Sünnet muhtevâsında güzel bir kulluk hayatı yaşamaktır; Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmak için fazîletli davranışlar sergilemektir.

Kul, istikâmet üzere olduktan sonra, kerâmetinin bulunmaması bir noksanlık teşkil etmez. Zira asıl kerâmet, istikâmettir.

Ubeydullah Ahrâr Hazretleri buyuruyor ki:

“Bütün hâller ve vecdler bize verilmiş olsa, ama iç dünyamızda Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat îtikādı olmasa, bütün bu hâlleri sadece rezillik ve sefâlet olarak görürüz. Bütün eksiklikler ve kusurlar içimizde olsa, fakat iç dünyamız Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat inancı üzere dosdoğru olsa, bunda bir beis görmeyiz.”5

Yine Yûsuf Hemedânî Hazretleri de şöyle buyurmuşlardır:

“Din ve şerîat yolunda yürümeyen kişi, günde bin kerâmet gösterse bile şeytana uymuştur. Sünnet’e aykırı olan bir şeye îtikād eden kişi, dünyanın ilmini ezberlemiş de olsa, yol kesen hayduttur.”6

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri de bu hususta şöyle buyurmuştur:

“Kendisine kerâmetler verilmiş, hattâ havada bağdaş kurup oturan birini görseniz bile hemen ona aldanmayın! İlâhî emir ve nehiylere riâyet ediyor mu, ilâhî hudutları muhâfaza ediyor mu, şer’î hükümleri hakkıyla edâ ediyor mu, ona bakınız! (Aksi takdirde onun bu hâli, kerâmet değil istidrâcdır.7)”8

Dolayısıyla bizim dikkat edeceğimiz husus, Hak dostlarının ibâdet, muâmelât, ahlâk, fazîlet, mârifet ve hikmet yönlerini örnek almaktır. Kerâmete ulaşmak için gayret etmek değil. Cenâb-ı Hak dilerse kerâmet de verir. Fakat bu da ilâhî bir imtihandır.

Nitekim birçok velî, kerâmetleri sebebiyle fânîlerden gelebilecek iltifatlardan ürkmüşlerdir. Hak dostlarının en büyük titizlikleri, “enâniyet”e kapı aralayacak her türlü iltifattan kendilerini korumak hususundadır.

Kerâmet sahibi bir kul, Allâh’a şükredip bu lûtfun O’ndan geldiğini düşünmeli ve nefsine pay çıkarma gafletinden sakınmalıdır. Bütün muvaffakıyetleri Allah’tan bilmelidir.

Zira bütün muvaffakıyetlerde fâil-i mutlak, yalnızca Cenâb-ı Hak’tır. Kul, Cenâb-ı Hakk’ın kudretini sergilediği bir vasıta hükmündedir. Bu sebeple kula düşen, acziyetini idrak etmektir. Nitekim; “Nefsini tanıyan Rabbini de tanır.” buyrulmuştur.

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri de şöyle buyurmuşlardır:

“Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, mevcûdâtın en kâmili ve Allâh’a en yakını olup duâları da makbûl olduğu hâlde, O’na şu hitap vâkî olmuştur:
ÇÉ(Rasûlüm!) Attığın zaman da Sen atmadın, lâkin Allah attı…È (el-Enfâl, 17)

O hâlde düşünmek îcâb eder ki, bizim gibi bîçâre ve âciz ümmetinin hâli nasıldır?! Dervişlerden zuhûr eden hârikulâde hâllerde kendilerinin bir hissesi yoktur. Belki o tür şeyler, tâliplerin Hak yolundaki ufuklarının açılması içindir.”9

Her Zerren Zikretmeli

ALTINOLUK: Efendim, mülâkâtımızı sonlandırmadan önce yine eserin muhtevâsından, Hak dostlarının gönül dünyasına ayna tutacak, gönüllerimizi irşâd edecek birkaç misal istirham etsek, bilhassa hangi misalleri zikretmek istersiniz?

Osman Nûri Topbaş: Şüphesiz ki Hak dostu mürşid-i kâmillerin bütün hâl ve nasihatleri birbirinden kıymetli. Mühim olan, o mânâ hekimlerine gönlü muhabbet ve samimiyetle açabilmek. Bu yapıldıktan sonra onların her nasihati irşâd edici, her hâl ve davranışı sayısız ders, ibret ve hikmetlerle doluÉ

Meselâ Es’ad Efendi Hazretleri şu misali vererek kendimizi ciddî bir nefis muhâsebesinden geçirmemiz gerektiğini ifâde ediyor:

“Bütün mülk ve melekûtun sahibi olan Allah Teâlâ, kıyâmet günü kullarını hesâba çekerken:

ÇĞEy kulum! Senin hayatın ve ölümün, yükselmen ve düşmen, genişlik ve sıkıntın, sıhhat ve âfiye­tin, elhâsıl her nefesin Ben’im kudret elimde olduğu hâlde, yasakla­mış olduğum fiilleri (yani günahları) ne cesaretle işledin? Saâdetinin düşmanı olan mel’un şeytana hangi akılla itaat edebildin?! Ey kulum! Beni, görmez, bilmez mi zannettin? Yahut kendin gibi âciz bir kula karşı lüzumlu gördüğün hayâ ve hürmeti, Bana karşı lüzumsuz mu sandın?È buyurursa acaba ne cevap vereceğiz? (Böylesine açık ve net bir ilâhî îkaz var iken) hangi feylesofun aşırı zekâsından, hangi avuka­tın engin bilgisinden istifâde edeceğiz? Eyvah, çok yazık!”10

***

Yine Es‘ad Efendi Hazretleri’nin, zikrin lâyıkıyla îfâsı hususundaki şu tâlimatları ne kadar güzel:

“Cenâb-ı Hak, kalp gözünüzü nurlandırsın! Nasıl ki gül yaprağının her noktasında gülsuyu mevcut ise, aynen onun gibi sizin kıymetli vücudunuzun her zerresini de muhabbet ve dâimî zikrin hoş kokusuyla güzelleştirsin!..”11

“Letâiflerin hepsi tasfiyeye muhtaç olduğundan, bir Hak yolcusunun, sırasıyla bütün latîfelerini zikre alıştırması zarurîdir. Bir insana gusül gerektiğinde nasıl vücudunun her yerini, hattâ her noktasını yıkaması lâzım ise gönül âlemini tasfiye etmek isteyen bir kişinin de bütün letâifleriyle, hattâ vücudunun her zerresiyle zikretmesi zarurîdir.” 12

***

Es’ad Efendi Hazretleri ilâhî muhabbetin, cefâları safâya, zahmetleri rahmete dönüştürdüğünü ne güzel ifâde ediyor:

“Aşk gülistânının yolunda dikenden korkulmaz! Ben her dikenin üstünden yüzlerce gonca toplarım!”13

“Hak uğrunda seni ayıplayan olursa buna aldırma! Zira bal toplayan için, arı iğnesi nedir ki?”14

“Dervişlik bostanında ıztıraptan zevk alırım. Yastığımı dikenden yaparsam, rüyamda Gül’ü görürüm!”15

“Altın ve gümüş muhabbetine esir olursan, ayarın bakırdan daha aşağı olur. Demir parçası gibi cevhersiz de olsan, kara bir taş veya mermer de olsan, bir gönül ehline erişirsen mücevher olursun!”16

***

Yine Es‘ad Efendi Hazretleri, Allah katında kulların mahrumiyetine sebep olan günahların birincisinin, kendinde bir varlık görmek ve enâniyet olduğunu beyan ediyor.

Muhammed Mâsum Hazretleri de bu hususta şöyle buyuruyor:

“Hem ibadet ve tâat üzere olun, hem de bu ibadetlerdeki kusurlarınız sebebiyle istiğfâr edin! Yaptığınız amelleri (dâimâ nâkıs olarak görün, onları hiçbir zaman) Allah Teâlâ’ya lâyık görmeyin!

Büyüklerden biri şöyle buyurmuştur:
Amel-i sâlihler işle ve istiğfâr et!È İşte kulluk yolu budur!”17

Cenâb-ı Hak Nasr Sûresi’nde Peygamber Efendimiz’e ve O’nun şahsında bütün ümmete şu tâlimâtı veriyor:

“Allâh’ın yardımı ve zaferi gelip de insanların bölük bölük Allâh’ın dînine girmekte olduklarını gördüğün vakit, Rabbine hamd ederek O’nu tesbîh et ve O’ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir.”

Yani Cenâb-ı Hak, müslümanların zafere ulaşıp insanların bölük bölük İslâm’a girmelerinin ilâhî bir lûtuf olduğunu hatırlatıyor. Bütün muvaffakıyetlerin ve zaferlerin kendi lûtfu olduğunu bildiriyor. Buna mukâbil mü’minlerin şımarmayıp, nefislerine bir pay çıkarmayıp nâil oldukları muvaffakıyet sebebiyle Allâh’ı hamd ile tesbîh etmeleri gerektiğini beyan buyuruyor. Buna ilâveten, nîmetlerin şükrünü îfâ edememe endişesiyle de istiğfarda bulunmamız gerektiğini tembih ediyor.

Bu sûre, Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’e gelen son sûredir. Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- son zamanlarında bu ilâhî tâlimâta çokça riâyet ederdi.

***

Cân-ı Cânân Hazretleri şöyle buyurur:

“Hak yolunda olanlar, çok amel işleseler de kibir sıfatı­nın kendilerinde bulunmasından, çok endişe ederler. Kendilerini kusurlu görüp devamlı istiğfâr ederler. Küçük günahı büyük, az nîmeti çok görür, devamlı şükre ve rızâya sarılırlar.19

***

Muhammed Bâkī Billâh -rahmetullâhi aleyh- bir defasında bâzı insanlar tarafından ayıplandığını öğrenince, bunu haber veren talebesine şu güzel usûlü tâlim buyurmuştur:

“ÉBize bir ayıplama ve bir kötülük isnâd edilince hemen kendimize bakarız ve üzerimizde fenâ bir sıfat buluruz. Bu işareti, bir nasihat biliriz. Senin verdiğin bu haberden sonra da kendimde bir kabahat ve kusur buldum. Allah Teâlâ’nın keremine sığındım. Allâh’ın izniyle ondan da kurtulurum inşâallah!”18

***

Şâh-ı Nakşibend -rahmetullâhi aleyh-, Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat, merhamet ve hizmet ufkunu şöyle dile getiriyor:

“ÉÜstâdım bana;

ÇĞKalplere dikkat et! Düşkünleri, zayıfları ve gönlü kırıkları gözeterek onlara hizmet et! Halkın küçük gördüğü ve iltifat etmediği kişilere sen iltifat et ve onlara karşı tevâzû ve mahviyet göster!È tavsiyesinde bulundu. Ben de üstâdımın işaret ettiği üzere bir müddet bu hizmetlerle meşgul oldum. Sonra, tekrar o aziz dost bana buyurdu ki:

ÇĞHayvanların bakımını da tevâzû ve îtinâ ile yerine getir. Zira hayvanlar da Allah Teâlâ’nın mahlûkudur. (Onlardaki tecellîleri müşâhede et! Onlara Hâlık’ın şefkat nazarıyla bakmaya gayret et!) Hasta ve yaralı olanların tedâvisiyle meşgul ol!È

***

Ubeydullah Ahrâr Hazretleri varlıkta ve yoklukta mütevâzı ve müstağnî yaşamayı tercih etmiş, dünya nîmetlerinden el çekerek kendini bütünüyle mârifetullâh’a teksîf etmişti. O fakr u zaruret günlerinden bir hâtırasını şöyle anlatır:

“Bir gün pazara gitmiştim. Bir kişi yanıma geldi ve:

−Açım, beni Allah rızâsı için doyurur musun?.. dedi.

O an, hiçbir imkâ­nım yoktu. Sadece eski bir sarığım vardı. Bir aşhâneye girip aşçıya:

−Şu sarığımı al! Eski, ama temizdir. Bulaşıklarını kurularsın. Bu­nun karşılığında şu aç insanı doyuruver! dedim.

Aşçı, o fakire yemek verdi; sarığımı da bana iâde etmek istedi. Bütün ısrarlarına rağmen kabûl etmedim. Kendim de aç olduğum hâlde o fakir doyuncaya kadar bekledim…”20

Ubeydullah Ahrâr Hazretleri, Cenâb-ı Hakk’ın lûtfuyla sonradan büyük bir servete sahip oldu. Öyle ki, çiftliklerinde binlerce işçi çalışıyordu. Fakat o mübârek zât, buna rağmen Allah için bizzat hizmet etmekten geri kalmadı. Kendisi, hizmetlerinden bir kısmını şöyle anlatır:

“Semerkand’da Mevlânâ Kutbuddîn Medrese­si’ndeki iki-üç hastanın hizmetini üzerime almıştım. Hastalıkları arttığından, yataklarını kirletirlerdi. Ben onları elimle yıkayıp, çamaşırlarını giydirirdim. Devamlı hizmet ettiğim için hastalıkları bana da sirâyet etti ve yatağa düştüm. Fakat o hâlimle bile, testilerle su getirip hastaların altla­rını temizlemeye, elbiselerini yıkamaya devam ettim.”21

“Ben bu yolu, sûfîlerin kitaplarından öğrenerek değil, bilâkis halka hizmet ederek katettim… İşte hizmet, bu derece fazîletlidir. Herkesi farklı bir yoldan götürdüler, bizi de hizmet yolundan götürdüler. İşte bu yüzden hizmet; benim râzı olduğum, tercih ettiğim ve sevdiğim bir usûldür. İstîdat ve liyâkat gördüğüm kişilere hizmeti tavsiye ederim.”22

{

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, helâle riâyet hususuna çok ihtimam gösterirdi. Şüpheli şeylerden kaçınmakta da büyük bir hassâsiyet sergilerdi. Sohbetlerinde devamlı:

“İbadet on kısımdır; dokuzu helâl rızık taleb etmek, biri ise diğer amellerdir.”23 hadîs-i şerîfini okur ve muhtevâsıyla amel etmeyi emir buyu­rurdu.24

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, yemek yerken uyanık olmak ve kalp huzurunu sağlayabilmek için dervişlere devamlı tavsiyelerde bulunurdu. Müridleriyle birlikte yemek yediğinde, onlardan biri bir lokmayı ağzına gafletle götürse, derhâl onu yumuşak bir lisanla îkâz eder ve bir lokmayı bile gaf­letle yemelerine gönlü râzı olmazdı. Şayet bir yemek öfkeyle, gönülsüz ola­rak ve zorla pişirilmişse, onu yemez ve talebelerinden birinin yemesine de râzı olmazdı.

Bir gün, Gadîvet bölgesine gitmişlerdi. Bir der­viş önlerine yemek getirdi. Hâce Hazretleri:

“Bizim bu yemeği yememiz münâsip değildir. Çünkü o, öfke ile pişirilmiş­tir. Unu elekten geçiren, hamuru yoğuran ve pişiren kişi öfkeliymiş!” buyurdu.

Eğer bir kepçeyi öfkeyle ve gönülsüz olarak bir çömleğe soksalar, Nakşibend Hazretleri o yemeği de yemez, şöyle buyururdu:

“Öfke, gaflet, gönülsüzlük ve zorla yapılan bir işte hayır ve bereket yoktur. Zira o işe nefsin hevâsı ve şeytan karışmıştır.

Sâlih ameller ve güzel davranışlar, helâl lokma ile mümkün olur. Helâl lokma da gafletle değil, kalp huzuru ile uyanık olarak yenmelidir. Bütün vakitlerde vukūf-i kalbîye riâyet etmeye ve uyanık olmaya gayret etmek, kişi için mânevî bir temrin (alıştırma) olacağından, nihâyetinde bu durum, namazda kalp huzûruna vesîle olur.”25

Velhâsıl bütün bu misaller, Hak dostlarının yüksek takvâ hassâsiyetleri sebebiyle amellerini âdeta kuyumcu terazisiyle mîzân etmelerinin sayısız tezâhürlerinden sadece birkaçıdır…

ALTINOLUK: Efendim, son olarak bu kıymetli eser vesîlesiyle Altınoluk okuyucularına bir mesajınız olur mu?

Osman Nûri Topbaş: Rabbimiz, bütün kardeşlerimize de bizlere de “Altın Silsile”nin feyz ve rûhâniyetinden hisse almayı nasip ve müyesser eylesin. Bu âhir zamanın fitne ve fesâdından, gönüllerimizi ve nesillerimizi muhâfaza buyursun. Hak dostlarıyla kalbî irtibatımızı kuvvetlendirmeyi, onların yolunda olmayı, o yolda can verip sâlihlerle birlikte haşrolunmayı cümlemize lûtfeylesin.

Dipnotlar: 1) Ayrıca bkz. Meryem, 16, 41, 51, 54-58; el-Enbiyâ, 48-91; Sâffât, 109-139, 181; Sâd, 45-48. 2) Ebû Nuaym, Hilye, VII, 285; Ahmed bin Hanbel, ez-Zühd, Beyrut 1420, s. 264; Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II, 70. 3) Buhârî, Edeb, 96. 4) M. Sâmi Efendi, Musâhabe, VI, 160. 5) İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, I, 578, no: 193. 6) Hemedânî, Hayat Nedir, s. 92. 7) İstidrâc: Kerâmetin zıddı olarak, kâfir, fâsık ve müteşeyyih, yani velî olmadığı hâlde velîlik taslayan bâzı şahıslardan zuhûr eden hârikulâdelikler. Bu hâller birer ilâhî imtihan olup onları derece derece helâke sürükler. 8) Beyhakî, Şuab, III, 304; Kuşeyrî, Risâle, s. 58. 9) Salâhaddîn bin Mübârek el-Buhârî, Enîsü’t-Tâlibîn, s. 156. 10) M. Es’ad Efendi, Mektûbât, s. 64-65, no: 36. 11) M. Es’ad Efendi, Mektûbât, s. 100, no: 69. 12) M. Es’ad Efendi, Mektûbât, s. 140, no: 112. 13) M. Es’ad Efendi, Dîvân, s. 94. 14) M. Es’ad Efendi, Dîvân, s. 95. 15) M. Es’ad Efendi, Dîvân, s. 96. 16) M. Es’ad Efendi, Dîvân, s. 109. 17) Muhammed Ma’sûm, Mektûbât, I, 83, no: 92. 18) Pârsâ, Sohbetler, s. 68-69. 19) Enîsü’t-Tâlibîn, s. 90. 18) Bkz. Reşahât, s. 419. 19) Mîr Abdülevvel, Mesmû‘ât, s. 32-33; Reşahât, s. 425. 20) Reşahât, s. 426-427. 21) Deylemî, Müsnedü’l- Firdevs, III, 107/4062. 22) Enîsü’t-Tâlibîn, s. 63, 68. 23) Enîsü’t-Tâlibîn, s. 64-65; Reşahât, s. 513. 24) Kişmî, Berekât, s. 62. 25) Abdullah Dehlevî, Makâmât-ı Mazhariyye, s. 49.