Ancak Takvâ…

Ebedî Fecre

Yıl: 2015 Ay: Şubat Sayı: 120

HAK DİN: İSLÂM

Allah katında yegâne Hak din İslâm…

Allâh’ın büyük lutfu olarak hidâyet üzere dünyaya geldik. Lâkin Cenâb-ı Hak, bize müslüman olarak can vermemizi emir buyuruyor. Çünkü buna teminat yok. Dolayısıyla;

Ancak takvâ ile yaşamak şart. Ayakların kaymaması buna bağlı.

Mâlûm;

Nizam olarak İslâm, mükemmel ve muhteşem. Onda hiçbir zaman keyfî yorumlar ve indî anlayışların yeri yok. Fakat maalesef günümüzde İslâm’ı kendi hevâ, heves ve menfaatlerine göre yorumlayanlar var. O hâlde, Rabbimiz’in râzı olacağı şekilde yaşanacak İslâm nedir?

İslâm’ı Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve ashâbı gibi yaşamak.

Yani İslâm’ı kalbî derinliğiyle, ahlâkî zarâfetiyle yaşamak zarûrî.

Bu, İslâm’ın ta kendisi; ancak, farklı anlayışlardan ayırmak için, adına takvâ denilmekte, zühd denilmekte, ihsan denilmekte, tasavvuf denilmekte.

Hepsi aynı hakikatin farklı isimlerle adlandırılması…

Bu mânâda;

Bilhassa günümüzde tasavvufa olan ihtiyaç had safhada…

Çünkü din ancak takvâ ile korunabilir.

Takvâ, en kısa tarifiyle Allah korkusu ve sevgisi…

Cenâb-ı Hak, mü’minleri tarif ederken;

“Onlar; Allâh(ın adı) anıldığı zaman,

وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ

yürekleri titreyenlerdir.” (el-Enfâl, 2) buyuruyor.

Demek ki;

Takvâ; ürperiş içinde, rakîk, hassas bir kalp ile İslâm’ı yaşayabilmektir.

Takvânın içinde pek çok husus var:

HUŞÛ İÇİNDE BİR NAMAZ

Cenâb-ı Hak ile mülâkat hâlinde, kalp ve beden âhenginde bir namaz var.

Namaz çok mühim. Huşû ile, dâimî, muhafazalı bir şekilde namaz kılınacak ki; o namaz, sahibini, her türlü kötülükten ve fenalıktan koruyacak, uzak tutacak.

Namazı bu kıvamda, ihlâslı, şuurlu bir şekilde kılabilmek için; takvâ şart, tasavvuf şart… İhsan şuuru şart.

Cenâb-ı Hak, kendini bize en çok Rahmân ve Rahîm esmâsıyla bildiriyor. Bizim de merhametle dolmamızı, cömertlikle müzeyyen olmamızı istiyor. Takvâlı mü’minleri tarif ederken;

“Verdiğimiz rızıklardan infâk ederler.” (el-Bakara, 3) buyuruyor.

Bu hasleti kazanabilmek için, nefsin cimriliğinden ve açgözlülüğünden kurtulmak şart… Bunun yolu da tasavvuf…

Rabbimiz; bizden hayâ ve iffet istiyor, adâlet ve şecâat istiyor, nezâket ve zarâfet istiyor. Kul haklarına riâyet istiyor.

Bunlar için;

İlâhî kameraların altında olunduğunun kalpte bir şuur hâline gelmesi, yani ihsan şart…

Nefsânî hoyratlıkları bertarâf edip, rûhânî istîdatları inkişâf ettirmek; yani takvâ şart…

Aksi hâlde; İslâm nâmına, ihlâs değil riyâkârlık, takvâ değil nâdanlık, gönül zenginliği değil pintilik ve vicdansızlık ortaya dökülmekte. Bunlar hedefe konularak, İslâm’a iftira edilmekte.

Velhâsıl Rabbimiz, bizden kâmil bir insan hüviyeti arzu ediyor.

Bu hüviyeti nasıl tahsil edebileceğimiz husûsunda bize ipuçları vererek şöyle buyurmakta;

اِنَّمَا يَخْشَى اللّٰهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمٰؤُا

“…Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar.” (Fâtır, 28)

Demek ki; öyle bir ilim sahibi olmalıyız ki, o ilim Rabbimiz’e karşı haşyetimizi artırsın. Bizde tefekkür derinliği hâsıl etsin. İlâhî kudret ve azamet akışlarını seyrettirsin, bizlere; «Aman yâ Rabbî!» dedirsin.

ÖYLE BİR İLİM Kİ

Öyle bir ilim ki; Kur’ân âyetlerini de, kâinât kitabının âyetlerini de tefekkür ettirsin. «mârifetullâh»a zemin teşkil etsin.

Nitekim;

Cenâb-ı Hak; insana zâhirî, dünyevî ilimler verdi. Tıptan astronomiye, botanikten biyolojiye, fizikten kimyaya, bütün bu ilimler, Allâh’ın yarattığı şu kâinattaki nizâmın, insan tarafından asırlarca gayret neticesinde tahsil edilebilmiş kāidelerinden ibâret…

Bu ilimler iki tarafı da keskin bir bıçak gibi. Yani hayra da hizmet edebilmekte şerre de…

Hayra hizmeti mâlûm:

Bu ilimlerden gaye «mârifetullâh»a bir zemin hazırlaması olmalı. Tefekkürü artırmalı. İlâhî azameti, kudreti, rahmeti temâşâ ettirmeli.

İlim; takvâ ile müşterek olarak, kulu Cenâb-ı Hakk’a yaklaştırmalı, «mârifetullâh»a götürmeli. İlmin her kāidesinde, dünyevî ilmin her tezâhüründe, kul; Cenâb-ı Hakk’ın azametini, kudretini hatırlamalı.

Bir çekirdekten nasıl koca bir ağaç çıkıyor, ne şekilde tonlarca meyve veriyor. O çekirdeğe bütün bu oluş sırrının plân ve programı nasıl sığıyor?

Bir yumurtadan nasıl bir canlı, bir kuş çıkıyor?

Ya insan? Bir zerreden nasıl teşekkül ediyor? Hangi kudret bütün uzuvları o zerrenin içinde mahfuz tutuyor?

Tefekkür bir îmân anahtarı. İlim de tefekkürün malzemesi olmalı.

Böyle bir ilmin, maddî semeresi de insanda merhametin galeyânına vesile olmalı. Yani ilmin mânevî semeresi, Allâh’ı tâzim; maddî semeresi de insana, mahlûkāta şefkat olmalı. Meselâ; tıp insanın şifâsına vesile olmalı. Bilim; çevreyi, insanı, tabiatı, mahlûkātı korumalı.

Fakat bugün böyle olmuyor.

Çünkü bugün ilmin, diğer keskin tarafı, yani şerre kullanılması ağır basıyor.

İlim, «mârifetullah»tan koparılıyor. Zihinlerinde bilgi hamallığı yapan, fakat bundan ne tefekkür, ne takvâ, ne haşyet, ne merhamet, hiçbir fayda görmeyen; sözde bilginler, aslında bilgiçler ortaya çıkıyor. Kara kapaklı kitapların kapkara satırlarına boğulmuş karanlık gönüller ortaya çıkıyor.

Cenâb-ı Hak böylesi ilim hamalları hakkında;

“Kitap yüklü merkepler gibidirler.” (Cuma, 5) buyuruyor.

Bu, ilmin hazin bir israfıdır. Sokağa düşürülmüş bir pırlanta, ne kadar tâlihsizdir!

İlim; vesile olacağı tefekkür ile, Allâh’a muhabbetin, îmânın, «mârifetullâh»ın artmasına vesile olacağı yerde; tam aksine, gurura, kibre, nefsâniyete ve zulme vasıta olmakta.

Günümüzde zâhirî âlimlerin mühim bir kısmı, zâlimlerin maşası. Daha çok insanı öldüren silâhları, zâlimin emir eri olan bilim adamları üretti. Karada ve denizde nice mahlûkātın neslini tüketen kirlilik, menfaatin emrine verilmiş teknolojinin neticesi oldu.

Demek ki, zâhirî ilimler doğru kullanılmalı.

GAYE DEĞİL VASITA

Tıpkı, Mecnun için Leylâ gibi…

İlimler, Leylâ ve Mecnun hikâyesindeki Leylâ gibidir. Mecnun, Leylâ’ya takılıp kalsa idi, hiçbir şey ifade etmezdi. Sonu bedbahtlık olurdu.

Fakat fânî Leylâ muhabbetini; Bâkî Mevlâ muhabbetine basamak eylediği için, Mecnun fazîlete erdi. İlâhî vuslata erdi, hikmete nâil oldu.

İlimde de insanı fazîlete erdirecek olan, faydalı ilimdir. İlmin faydası, sahibini takvâ ile Allâh’a götürüp götüremediğiyle ölçülür. Cenâb-ı Hak buyurur:

“…Allah’tan ittikā edin (takvâ sahibi olun), Allah size (bilmediklerinizi) öğretir…” (el-Bakara, 282)

Yani «mârifetullah»tan tecellîler ihsân eyler.

Günümüzde; global dünya, vicdanları kirletmeye devam ediyor. İhtirasları körüklüyor. Dünyada kan dökülen beldelere bakıldığında görülüyor ki, perde arkasında; petrol kavgası, menfaat çekişmesi var. Varil varil petrol elde etmek için, oluk oluk mazlum kanı dökülmekte.

İşte Suriye hâdisesi, dünyanın gözü önünde milyonlarca dram… Menfaatlerine dokunmaması için; kimse zulme mânî olmaya, akan kanı durdurmaya çalışmıyor.

Bugün dünya büyük bir boşluğun içerisinde, insanlık nefsânî hayatın şiddetli bir hoyratlığı altında.

Çare nedir?

Çare İslâm…

Hakikî veçhesiyle, tasavvufuyla, takvâsıyla İslâm…

Bu çareyi tıkamak için de İslâmofobi diye bir hâdise ortaya çıkardılar.

İSLÂMOFOBİ MESELESİ

Günümüzde, İslâm’ın dünya çapında rağbet bulmasına mânî olmak isteyenler tarafından, maalesef “İslâmofobi” adı altında, İslâm’a ve müslümanlara karşı çirkin bir nefret ve düşmanlık dalgası oluşturuldu. Artık bir kısım insanlar, gerek cehâletten, gerekse kasıtlı olarak «İslâm» kelimesini, günümüzün en büyük fecaatlerinden biri olan «terör» kelimesiyle birlikte kullanmaya kalkışmaktadırlar.

Hâlbuki terör; kalpsizlik üzerine kurulmuştur ve onlara asla edep, ahlâk, Allah sevgisi ve korkusu gibi ulvî hisler lâzım değildir. Terörün gözyaşı yoktur, merhamet ve vicdanı yoktur.

İslâm ise bunun tam zıddına, bilhassa şefkat ve merhamet üzerine bina edilmiştir. Cenâb-ı Hak; Kur’ân-ı Kerim’de en çok «Rahmân» ve «Rahîm» isimlerini, yani bütün varlıkları kuşatan merhametini telkin buyurmaktadır. Peygamber Efendimiz de «âlemlere rahmet» olarak gönderilmiştir.

Tarihe baktığımızda, terörle en fazla mücadele eden kişinin, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- olduğunu görürüz. O’nun 23 senelik nebevî hayatı, bir bakıma terörle mücadeleden ibârettir. İnsana karşı terör, hayvanlara karşı terör, nebâtâta karşı terör… Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hep bunlarla mücadele etmiştir. Mü’min veya gayr-i müslim olsun, dâimâ her insanın hak ve hukukuna riâyet etmeyi esas almıştır. Neticede, kan gölüne dönmüş olan çölleri, huzura kavuşturmuş ve insanlık tarihinin bir daha görmediği eşsiz bir fazîletler medeniyetinin temellerini atmıştır. Her türlü teröre karşılık dâimâ merhamet ve şefkat tevzî etmiştir.

Bugün ümmet-i Muhammed olarak bizlere düşen; Âlemlere Rahmet Efendimiz’in yüce ahlâkını gücümüz nisbetinde yaşayarak fiilen temsil ve tebliğ edebilmektir. Bunu lâyıkıyla yapabildiğimiz takdirde, ne iftira ve hakaretlerin bir hükmü kalır, ne de müfterîler bir daha bu tip hakaretlere meydan bulabilirler…

Çünkü;

İslâm; selâm demek, insanlığa selâmet demek…

Fakat müfterîler, İslâm’ı şiddet ve vahşet olarak takdim etmenin gayretindeler. Kendi dünyalarının bataklıklarında zuhûr eden menfî misallerle, İslâm’ı itham etme gayretindeler.

Hâlbuki İslâm; korkutucu değil, gönle huzur verici, gönlü safâya erdirici, aynı zamanda zarâfet, incelik ve nezaket tevzî edicidir. İslâm, her çeşit terörle mücadele dînidir. Bütün mahlûkāta dahî şefkat ile muâmele dînidir. İşte İslâm’ın kendi gülistanından misaller:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, koyunu kulağından çekerek boğazlamaya götüren bir kimseye rastlamıştı. Hemen müdahale ederek;

“–Hayvanın kulağını bırak da boynunun kenarından tut!” buyurdu. (İbn-i Mâce, Zebâih, 3)

Sevâde bin Rebî -radıyallâhu anh- anlatır:

“Peygamber Efendimiz’in huzûr-i âlîlerine çıkıp bir şeyler istedim. Bana 3 ile 10 arasında deve verilmesini söyledi.

Sonra da şu tavsiyede bulundu:

«–Evine döndüğün zaman hâne halkına söyle; hayvanlara iyi baksınlar, yemlerini güzelce versinler! Yine onlara tırnaklarını kesmelerini emret ki hayvanları sağarken memelerini incitip yaralamasınlar!»” (Ahmed, III, 484; Heysemî, V, 168, 259, VIII, 196)

Mahlûkāta böylesine merhameti emreden bir dînin, insanlık için vaz ettiği şefkat ve merhametini düşünmek îcâb eder.

Onların İslâm’a dil uzatmalarındaki sebep bellidir:

BÂTIL, HAK’TAN RAHATSIZ

Gaflet uykusunda uyuyanlar, kendilerini îkāz edenlerden rahatsız olurlar.

Bugün de İslâm; vaz ettiği şefkat, merhamet ve diğergâmlık ile menfaatperest, pragmatist insanları rahatsız etmekte.

Emrettiği adâlet ve hakkāniyet ile, zâlimleri, sahtekârları rahatsız etmekte.

Nitekim batı dünyasında; maddî kuvvet ile galip vaziyette olan batı medeniyeti karşısında mukavemet gösterebilecek yegâne medeniyetin İslâm olduğu, bu sebeple aralarında zarûrî olarak ihtilâf ve çatışmanın vukû bulacağı iddiaları, 20-30 sene evvelinden dile getirilmeye başlandı.

Müslümanlar maddî, siyasî, askerî, teknik ve teknolojik açılardan hâlen batıdan çok geri oldukları hâlde, onlar İslâm’dan korkuyorlar. Niçin?

Çünkü;

İslâm, asıl hayatın âhiret olduğu gerçeği içinde yaşatıyor. Lâkin onlar, böyle bir mes’ûliyet içinde değil; keyfî, rastgele ve nefsânî arzularına uygun bir hayat talep ediyorlar. Bunu engelleyen İslâm’a bu yüzden cephe alıyorlar. Ayrıca;

Onlar da biliyorlar ki; menfaatperestlik, insan vicdanını rahatsız ediyor. İnsanlık, şefkat ve merhamet arıyor.

Zulüm, kalpleri yaralıyor. İnsanlık, adâleti emreden ve yaşatan bir dîne yöneliyor.

Gayesiz, hayvânî, çılgınca bir hayat; rûhu rencide ediyor. İnsan, varlığının gayesini arıyor.

Bu arayışa cevabı; hakikî İslâm’ı yaşayan, zarif, rakîk kalpli müslümanlar verecektir.

Bunun için;

MÂNEVÎ ZEMİN ŞART

Bütün zâhirî ve dünyevî ilimlerin zeminine dînî bir altyapının girilmesi zarûrîdir.

Eğer dînî, yani mânevî altyapı verilmezse; nesiller, ekranların, görünmez internet ağlarının birbirine zincirlediği dünyada tek dişi kalmış medeniyetin evlâtları olmakta. Öz anne-babaların biyolojik bağı hiçbir şey ifade etmemekte.

Bu sebeple, evlâtlarımızın gönül dünyalarına dînî, mânevî temeller atacak müesseseler çok mühim…

Kur’ân kurslarımız, imam-hatip okullarımız ve bu husustaki destekleyici gayretler çok mühim.

Tasavvufu yaşayacak, takvâ ile kuşanacak, ihsan şuuruyla Hakk’ın şahidi olacak bir neslin yetişmesi için bu gayretler çok mühim…

Âhirzamanda bu mânevî altyapı ile yetişip, ilmi; hakikî, faydalı zeminine oturtabilenler, bütün dünyaya İslâm’ın mütebessim çehresini aksettirebilecektir. İslâmofobiyi îcat edenlerin asıl korkusu da budur.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, âhirzamanda gelecek İslâm neslini, âdetâ sahâbe ile mukayese ederek, şöyle buyurur:

“Benim ümmetimin misâli, yağmurun misâli gibidir. Evveli mi daha hayırlıdır, sonu mu daha hayırlıdır bilinmez! (Evveli de hayırlıdır, sonu da hayırlıdır.)” (Tirmizî, Edeb, 81/2869; Ahmed, III, 130)

Evet, yeni nesilleri ashâb-ı kirâmın takvâ ölçüleriyle yetiştirmek zarûrîdir.

ASHAB GİBİ

Çünkü; âhirzaman zorluklarla doludur ve zor zamanlarda mü’mini kurtaracak ancak takvâdır.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; ashâbını yetiştirirken kimsenin eline kâğıt-kalem vermedi. Onlara bir gönül verdi. Kalb-i selîmi yaşattı. Dâimâ takvâya teşvik etti.

“İnsanlardan bana en yakın olanlar, kim ve nerede olursa olsun Allâh’a karşı takvâ sahibi olan müttakîlerdir.” (Ahmed, V, 235; Heysemî, IX, 22) buyurdu.

O’nun verdiği terbiye; satırlardan değil sadırlardan naklolan, yaşanan bir ilimdi.

Bu müstesnâ tahsilden geçen sahâbe de; Semerkant’tan Kuzey Afrika’ya bütün dünya sathını, bu faydalı mânevî ilmin mektebi eyledi. Bugün onların feyizli, bereketli gayretlerinin ulaştığı her yer, büyük ekseriyetle İslâm yurdu.

İşte bu ilmi tevârüs etmeli, bizden sonraki nesle nakletmeliyiz.

Bugün de merhametli bir anne-baba, evlâdına mîras bırakmak isteyen bir anne-baba unutmamalıdır ki en mühim mîras, âhiret mîrâsıdır.

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Kim Kur’ân-ı Kerîm’i okur ve onunla amel ederse, kıyâmet günü ebeveynine bir taç giydirilir. Bu tâcın nûru, güneşin dünyadaki bir eve konulduğunda vereceği ışıktan daha güzeldir. Öyleyse, Kur’ân-ı Kerim ile bizzat amel edenin nûru nasıl olur? Bir düşünün!” (Ebû Dâvûd, Vitr, 14)

Ancak;

Kuru ilim kâfî değil. İsterse evlâdını tefsir hocası, Kur’ân hocası olarak yetiştirsin. Takvâ yoksa kâfî değil.

Çünkü;

İslâm, hayatın her safhasında kulluk istiyor. Tek safhada değil; her nefeste, her adımda kulluk istiyor.

Kuru bilgi, İslâm’ı dışarıdan araştıran müsteşriklerde de var. Fakat bu bilgi onların dünyalarına da âhiretlerine de fayda vermiyor. Hattâ aksine hüsranlarını artırıyor.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- ihtiyaçlarımızı ne güzel ifade buyurur.

“İlim, en hayırlı mîrastır. Edep, en hayırlı sanattır. Takvâ, en hayırlı azıktır. İbâdet, en hayırlı sermayedir. Sâlih amel, en hayırlı rehberdir. Güzel ahlâk, en hayırlı yakın dosttur. Hilim, en hayırlı yardımcıdır. Kanaat, en hayırlı zenginliktir. Ölümü tefekkür, en hayırlı uslandırıcıdır.”

Hâsılı;

Dünyamız her geçen gün nefsânî hayatın hoyratlığıyla, kirlene kirlene gidiyor.

Bu zehirin panzehiri, yalnız İslâm’dır.

Bu hastalığın şifâsı, takvâ ile yaşanan İslâm’dır.

Şiddetin çaresi, Âlemlere Rahmet Efendimiz’in getirdiği İslâm’dır.

Yâ Rabbî!.. Faydasız ilimden Sana sığınırız. Bizlere, mârifetullah yolunda zemin olacak; tefekkür, takvâ ve haşyetimizi artıracak, hakikî ilim ver. Nesillerimize âhiret mîrâsı olan, mâneviyat ilmini nakledebilmemizi nasîb eyle!..

Âmîn!..