Allâh’ın Mülkünde Emânet Şuuru ve VAKIF HASSÂSİYETİ

Ebedî Fecre

Yıl: 2009 Ay: Mayıs Sayı: 51

SAHİP Mİ? EMÂNETÇİ Mİ?

İnsan; akıl, zekâ, beyan gibi kabiliyetleriyle âlemde tasarruf etme salâhiyetine sahip olarak yaratılmış bir zirve, kâinâtın gözbebeği bir varlık.

Bu sebeple;

Canlı ve cansız bütün varlıklar insanın emrine ve hizmetine âmâde kılınmış.

İnsan bu lutf-i ilâhî sayesinde;

Toprağı işlemekte, onun sayısız mahsullerinden ihtiyaçlarını gidermektedir. Madenleri işlemekte, çok yönlü istifade etmektedir. Sulardan da her bakımdan faydalanmaktadır.

Öyle ki;

Tonlarca sudan oluşan dalgalı deniz ve okyanusların sırtında uysal bir binek üstünde gibi rahat rahat yolculuk etmektedir.

Diğer taraftan;

Hayvanları avlamakta, evcilleştirmekte, kiminin sütünden, kiminin balından, kiminin etinden, kiminin derisinden, yününden yararlanmaktadır. İnsana; bir yandan bülbül, ceylân gibi sanat hârikası hayvanlar rahmet-i ilâhîyi hatırlatırken bir yandan da yılan, akrep gibi zehirleyici ve yırtıcı soğuk hayvanlar da azâb-ı ilâhîyi hatırlatmaktadır.

Ayrıca insan, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği akıl nimetini kullanarak;

Kendisinin tabiî hudutlarını da genişletmekte, meselâ kuşlar gibi uçamasa da madenlere şekil verip uçak yapmakta, göklerde süzülmektedir.

Allâh’ın takdir ettiği gizli bir prensip de, insanın bu saltanat ve sultanlığına bütün varlıkları boyun eğdirmektedir. Meselâ on tonluk bir fil, on yaşındaki bir çocuğun bile arkasından kuzu kuzu gitmektedir.

Fakat;

Bu saltanat ve seçkinlik, insanın kendisinin oluşturduğu bir keyfiyet değil, hele kendi iradesiyle sahip olduğu bir hak, hiç değildir. Çünkü insana verilen her imkân ve tasarruf, hakikatte her yönüyle Cenâb-ı Hakk’ın takdir ve lutfundan ibarettir. Çünkü Allah dilediğinde; hacim itibarıyla göze bile görünmeyecek kadar küçük olan bir virüs bile, dağ gibi koca bir pehlivanı devirmektedir.

Dolayısıyla;

İnsanoğlu bu hakikati unutup veya idrâk edemeyip de elindeki geçici saltanat ve emâneten lutfedilmiş nimetler karşısında şımarırsa, ona bu ihtişâmı veren kudretin kalemi başka türlü işlemeye başlar.

Bolluk imtihanında hataya düşenlere, mülkün gerçek sahibini unutup da her şeyin mutlak hâkimi olarak kendisini görme zâfiyetine saplananlara, şükretmeyi hiç hatırına getirmeyip nankör nankör yaşayan gafillere, her şeyin gerçek sahibi olan Allâh’ın hükmü, farklı tecellî eder.

Böylece;

O gafillerin imtihanı, bazen nice kıtlık çilesine dönüverir…

İnsana âmâde olan en münbit topraklar bile verim vermez olur, koca koca denizler balığını çeker, gökyüzünde gezen tonlarca su, ya musluklarını kapatır ya da istenen yere yağmaz da insanı acziyet içinde kıvrandırır.

AN GELİR;

Bir heybetli sarsıntı, muazzam dağlara ve kayalara sırt dayayıp da gurura kapılanları yakalar ve o kibirli insanlara da titremekten başka yapacak şey bırakmaz.

An gelir; varlığın en yumuşağı olduğu hâlde sular, o Firavun gururuyla; «Allah bile batıramaz!» diyenlerin gemisini (Titanik) bağrına çekip boğar da insanlar senelerce enkazına bile inemez.

An gelir; gayet latif olan hava, göklere «Challenger/Meydan okuyan» ismiyle fırlatılan füzeyi infilâk ettirir, alev alev yandırır…

An gelir; bir sivrisinek yahut bir kene, hattâ gözün de seçemediği bir mikrop, virüs veyahut bakteri bile, o her şeye hükümran olduğunu zanneden insanı yataklara düşürür, perişan eder, içinden çıkılamayan kuytulara yuvarlar.

Demek ki;

Şu uçsuz-bucaksız yerler ve gökler, insana âmâde, fakat insana ait değil. İnsan, sadece bir emânetçi. Her şeyin asıl sahibi, yalnızca Cenâb-ı Hak.

Yani;

MÜLK ALLÂH’IN…

Âyet-i kerîmede buyurulur:

وَلِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَمَا فِى الْاَرْضِ

“Göklerde ve yerde olanlar Allâh’ındır.” (en-Nisâ, 132)

وَلِلّٰهِ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا

“Göklerde, yerde ve ikisinin arasında ne varsa mülkiyeti Allâh’a aittir.” (el-Mâide, 18)

Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk’ın, insanoğluna;

“Göklerde ve yerde ne varsa hepsini Allah size âmâde kılmıştır.” (el-Câsiye, 13) beyânı, insanı göklerin ve yerin sahibi kılmak değil, onu ilâhî emirler etrafında vazifelendirmektir.

O hâlde yeryüzünde Allâh’ın halîfesi olan insanoğlu bilmelidir ki;

Emrine emânet olarak verilen bütün varlık, imtihan malzemesinden başka bir şey değildir. Mülkün gerçek sahibi, insanı mülkünde emânetçi kılmakta ve tasarruflarında Mâlikü’l-Mülk olan Cenâb-ı Hakk’ın şartlarına uyup uymayacağını imtihan etmektedir. Yani bu dünya mükâfat yurdu değil, imtihan dershanesidir.

Çünkü;

MAKSAT, KULLUK…

Cenâb-ı Hak; insanı, zâtını mârifetullah ile kalpte tanısın, bunun tescili olarak da ‘mârifetullâh’ı amellerine yansıtsın, yani kendisine kulluk etsin, ibâdet ehli olsun diye yaratmıştır. İşte bu yaratılış sebebini idrâk edenler mü’minlerdir.

Cenâb-ı Hak, kullarından mü’min olmalarını ve yeryüzünde cemâlî sıfatlarla yaşamalarını, mahlûkata da Hâlık’ın baktığı merhamet nazarıyla bakmalarını istemektedir. Her vesileyle hatırlatmaktadır ki;

Mülk Allâh’ındır.

Mü’minin kalbinde bu idrâkin yerleşmesi lâzım. O zaman kul; mülkü, bir emânet şuuru içerisinde nasıl kullanacağını öğrenmiş olur. Çünkü emânette;

HAKLAR VAR…

 Âyet-i kerîmede buyurulur:

وَفٖ۪ى اَمْوَالِهِمْ حَقٌّ لِلسَّائِلِ وَالْمَحْرُومِ

(Mü’minlerin) mallarında, muhtaç ve yoksullar için bir hak vardır.” (ez-Zâriyât, 19)

Dikkat edilirse;

Âyette Cenâb-ı Hak, muhtaç ve yoksullara ait «bir hak»tan bahsediyor. Mülkün sahibi, mülkün emânetçisine mülkü kullanma tâlimat-nâmesinde, bunu bilhassa ifade ediyor.

Dolayısıyla;

Mü’min gönüller, kendisinden malca daha aşağıda olanların kendi malına ilâhî bir hükümle, yani mülkün sahibinin tâlimâtı çerçevesinde «bir hak» ile ortak olduğunun idrâki içinde olmalıdır. Hiçbir emânetçi, elindeki emânetin gerçek sahibinin onu değerlendirme noktasındaki tâlimâtına karşı; «Bunlar benim, hepsini ben kazandım; ister veririm ister vermem!» diyemez. Eğer demeye cür’et ederse Kārun’da olduğu gibi Allah onu hazineleriyle beraber yerin dibine geçirir. Çünkü mülkün sahibi Allah; kötü emânetçiyi, yani niyeti bozup da malın sahibinin kendisi olduğunu zanneden bedbahtı sevmez. Onu cezalandırır. Ona gerçeği, er-geç öğretir. Yaşarken öğrenemeyenler, kabirlerinde idrâk ederler ki, meğer hakikatte bir iğnenin bile sahibi değillermiş!

İşte mezarlıklar… Nice trilyonerler orada eli-avucu bomboş yatıyor. Yanında dünyadan sadece bir kefen var. O da çürüyüp gitmiş vaziyette. Sahiplik iddiâ ettiği hiçbir şey artık elinde değil. Şunu unutmamak lâzım ki, müsbet veya menfî amellerimizle gömüleceğiz.

Orada o kabirlerde sadece mülkü, onun gerçek sahibinin tâlimat-nâmesine göre değerlendirenlerin eli-avucu dolu. Onlara mülk sahibi, orada da ihsân etmekte.

Velhâsıl iyice idrâk etmeliyiz ki; kul, Cenâb-ı Hakk’ın mülkünde;

SADECE BİR EMÂNETÇİ

Eğer kul, emâneti kullanırken hakikî sahibin rızâsına uygun davranmazsa hırsız ve ahlâksız hükmünde olur ve âhiret hesabı, ebedî ceza ile neticelenir.

Maalesef bu gerçekten, yani sadece bir emânetçi olduğundan habersiz olan insanlık;

Geçtiğimiz asırlarda mülkün gerçek sahibinin fert mi toplum mu olduğu münakaşaları içinde nice ömürler, nefesler ve canlar tükenmiştir.

«Mülkün sahibi toplumdur.» diyen komünist, sosyalist ideolojiler; zulümler ve ahlâksızlıklar içinde iflâs ederek yavaş yavaş insanlık sahnesinden çekilirken; «Mülkün sahibi ferttir.» diyen kapitalizm ve liberalizm de; «Altta kalanın canı çıksın!» acımasızlığının adresi olarak insânî ve içtimâî, hattâ son zamanlarda iktisâdî krizler içerisinde bocalamaktadır.

Hâlbuki;

İnsanlığa selâmeti, huzuru getiren güzel dînimiz, insanın madde karşısındaki durumunu en güzel şekilde ortaya koymuştur. Demiştir ki:

Mülkün gerçek sahibi Cenâb-ı Hak’tır.

Cenâb-ı Hakk’ın taksîmâtında da;

Hava, su, orman gibi herkesin ihtiyacı olan nimetler ferdin değil cemiyetin istifadesine sunulmuştur. İnsan, fertler olarak helâl vesilelerle diğer nimetlere emânetçi olur. O mülk üzerinde, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına uygun şekilde tasarruf eder.

Buna göre;

Her mü’minin; Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’den Cenâb-ı Hakk’ın râzı olduğu, mülkte tasarruf şartlarını öğrenip ona göre hareket etmesi zarûrîdir.

İşte;

MÂLİKÜ’L-MÜLK’ÜN /
MÜLKÜN SAHİBİNİN ŞARTLARI

Cenâb-ı Hak, kulundan âlemlere şâmil bir merhamet istediği için; fertler emânetçi oldukları nimetleri, sırf kendilerine ve kendi nefislerine bencil bir şekilde inhisâr ettiremezler. Çünkü;

Piyasada dolaşması, herkesin istifadesine sunulması, hele fakir ve muhtaçlara harcanması gereken altın ve gümüşü biriktirip infâk etmeyenler hakkında âyet-i kerîmede buyurulur:

“…Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azâbı müjdele!” (et-Tevbe, 34)

Bir başka âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hakk’ın maddî kıymetlerin yalnızca «zenginler arasında dolaşan bir devlet» olmasını arzu etmediği ifade edilmiştir:

“Allâh’ın, (fethedilen) memleketlerin ahalisinden savaşılmaksızın Peygamber’ine kazandırdığı mallar; Allâh’a, Peygamber’e, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. O mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet hâline gelmesin diye (Allah böyle hükmetmiştir).” (el-Haşr, 7)

Bu arzunun gerçekleşmesi ve biriktirme yasağına itaat için Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

وَيَسْأَلُونَكَ مَاذَا يُنْفِقُونَ قُلِ الْعَفْوَ

(Ey Habîbim,) Sana iyilik yolunda ne harcayacaklarını sorarlar.  De ki: «İhtiyaç fazlasını…»” (el-Bakara, 219)

Demek ki bu hususta vazifemiz;

Allah için kazanıp israf ve cimrilikten uzakta kalarak Cenâb-ı Hakk’ın çizdiği hudutlar içerisinde kifâyet miktarıyla geçinmek ve fazlasını da Allah için harcamak, dağıtmak, infâk etmek.

Yani kendisine mülk verilen kulun; Allah için harcanması, dağıtılması ve infâk edilmesi gerekenleri, bu gayelerin dışında kullanma hakkı yoktur. Çünkü;

Emânetçiye israf da, cimrilik de yasaktır. Cenâb-ı Hakk’ın verdiği hudutlar içerisinde hayatı tanzim etmek zarûrîdir. Nitekim takvânın bir vasfı da malı doğru ve yerinde kullanmayı, yani gerçek sahibinin tâlimâtı çerçevesinde hareket etmeyi bilmektir.

Bu hususta Cenâb-ı Hak, kullarının hassas ölçüler içerisinde yaşamasını irade buyurmuştur. Muhtelif âyet-i kerîmelerde de mü’minlerin harcamalarında ve infaklarında gözetmeleri gereken ölçüleri bilhassa beyân etmiştir:

(O Rahmân’ın hâlis kulları), harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar. (el-Furkān, 67)

“Akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını ver! Gereksiz yere de saçıp savurma. Zira böylesine saçıp savuranlar şeytanların dostlarıdırlar. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.” (el-İsrâ, 26-27)

“Eli sıkı olma; büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır, (kaybettiklerinin) hasretini çeker durursun.” (el-İsrâ, 29)

O hâlde bize düşen; Kur’ân-ı Kerim’deki;

İNFAK ÂYETLERİNİN
ŞÜMÛLÜNE GİREBİLMEK

Kendi şahsımızda yaşadığımız her güzel amel, hareket ve iş, Cenâb-ı Hakk’ı memnun ve râzı edici bir vasfa sahiptir. Ancak bir başkasına yansıyan güzel davranışlar, ameller ve bilhassa infak çerçevesinde yapılan ihsanlar, harcamalar ve fakir-fukarânın, garip-gurabânın, mahrum ve muhtacın hakkını gözetici vazifeler, cömertlikler ve hizmetler, Cenâb-ı Hakk’ı daha memnun ve râzı edici bir özelliğe sahiptir. Mukadder bir ömür hiçbir şekilde azalıp çoğalmazken; «Sadaka ömrü uzatır!» (Tirmizî, Kader, 6) buyurulması bundandır.

Bu vasfıyla infak, hem Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını daha çok kazandırıcı hem de insanların gönüllerini fethedici bir mâhiyet arz eder.

Bu bakımdan her vesileyle;

Merhamet ve şefkatimizin artması, Cenâb-ı Hakk’ın Rahman sıfatından bir nasîb almamız çok mühim.

«Merhamet ve şefkat nedir?» sorusuna verilecek cevap şu:

“Sende olanı, onda olmayana senin ikrâm etmendir. Yani eksikliğini telâfî etmendir. Zira bütün mahlûkat insana zimmetlidir.”

Mevlânâ’nın teşbîhiyle;

Kâmil insanın eşya ile münasebeti, bir geminin deniz ile olan münasebeti gibi olmalıdır. Deniz, gemiye istinaddır. Lâkin su geminin içine girerse onu batırır, bir lokma gibi yutar. Ama gemi; suyu içine almazsa, onun üzerinde yol alır, varmak istediği hedefe vâsıl olur. Bu durumda su, hem nimet hem de âfet olabilecek bir imtihandır. İdrak sahipleri nimet olarak kullanır, bu idrakten uzak olanlar ise âfetlerin girdabında boğulur.

Burada suyun temsil ettiği nefistir, gemi de onun rûhâniyetidir. Dolayısıyla mü’min nefsin şerrinden korunabilirse dünyada da âhirette de selâmettedir.

Yani nimetler iki uçlu bıçak gibidir. Bu fânî âlemin imtihan malzemeleridir. Yani her hâlükârda imtihan, mukadder.  Ve;

İMTİHANIN BÜYÜĞÜ DE;
MAL ve CAN…

Âyet-i kerîmede buyurulur:

لَتُبْلَوُنَّ ف۪يۤ اَمْوَالِكُمْ وَاَنْفُسِكُمْ

“Andolsun ki, mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz…” (Âl-i İmrân, 186)

Bu âyet-i kerîmenin idrâki içerisinde;

Kâmil insanın en zirvesinde bulunan Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-

 dünya ve içindekilere hiç kıymet vermemiş, onları bir emânet şuuruyla kullanmıştır. Kendisinden, dünyalık bir şey istendiğinde asla mübârek dudaklarından; «Hayır!» ifadesi çıkmamış, en tabiî ihtiyaçları bile istendiğinde elindekini isteyene vermişlerdir.

Çünkü Cenâb-ı Hak imtihan malzemesi olan beden ve malları, insanoğlundan cennet mukābili satın almaktadır. Âyet-i kerîmede buyurulur:

اِنَّ اللّٰهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ

“Allah; mü’minlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır…” (et-Tevbe, 111)

Cenâb-ı Hak bu büyük mükâfâtı bildirmektedir, çünkü;

Bir kimse alacağı mahsûlün miktarını bilirse, saçtığı tohumlardaki fedâkârlığını gözünde büyütmez. Üstelik fazla kazanç karşısında fırsatları az değerlendirdiğini idrâk eder ve daha büyük kârlar elde edebilecek olduğunu farkedip; «Keşke daha fazlasını yapabilseydim!» hasreti içinde olur. Dünyada böyle. Kıyâmet günü ise bu hasret daha yüksek olacaktır. Onun için bize verilmiş şu kazanç mevsimini iyi değerlendirmesini bilmeliyiz. Bilmeliyiz ki;

Bizlere ihsan ve ikrâm edilen can, beden, mal, evlât ve emsalleri; kulluk tahsilini kazanabilmek için bizlere verilmiş bir malzemedir. Bunları Hak rızâsı için kullanmak lâzımdır.

Malın bir imtihan malzemesi olduğunu en güzel şekilde anlayan ensar, şehirlerine hicret eden muhâcirlere evlerini açmış ve;

“–İŞTE EVİM!”

“–İşte malım!”

“–Buyur paylaşalım!” diyerek emsalsiz fedakârlık (îsâr) misalleri göstermişlerdir.

Cenâb-ı Hak, ashâb-ı kirâmın sergilediği bu kardeşliği âyet-i kerîmede şöyle methetmiştir:

“Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine îmânı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelen (muhâcir)leri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zarûret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (el-Haşr, 9)

Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-

 Efendimiz’in sohbetiyle peygamberlerden sonra insanların en şereflileri hâline gelen ashâb-ı kiram bu kardeşliği öyle samimî bir şekilde benimsemiştir ki, ganîmetler sayesinde muhâcirlerin muhtaçlığı kalkıp, kendi evlerine sahip hâle geldiklerinde, ensar;

“Biz kardeşlerimizin yokluğuna nasıl alışırız?!.” demişlerdir.

Ensârın sergilediği bu asil tavır, Peygamber Efendimiz’in rahle-i tedrîsinde öğrendikleri ve şuuruna vardıkları esasların neticesidir. Onlar, her hâlükârda diyorlardı ki:

KARDEŞİM BANA ZİMMETLİ

İslâm terbiyesinde mü’min mü’mine zimmetlidir. Müslüman toplumda herkes bu zimmetliliğin mükellefiyeti içerisinde yaşar. Bunun ilk şartı olarak da kendinde olanı, ondan mahrum olana infâk ederek sergiler.

Bu meyanda;

Mü’minler birbirlerine dâimâ muhtaç olduklarının şuurundadırlar. Sadece mahrumlar imkân sahiplerine muhtaç değildirler; aynı şekilde imkân sahipleri de kendilerine zimmetli olan muhtaçlara, onların hayır-duâlarına hem dünyada hem de âhirette muhtaçtırlar.

Öyleyse;

Cenâb-ı Hakk’ın lutfettiği bütün imkânlar merhamet ölçüsüyle değerlendirilmelidir. Gerçek merhamet ise, eldeki her türlü imkânı mahrumlarla paylaşmaktır. Mü’min, kendisine zimmetli olan toplumun hâlinden mes’ul olduğunu unutmamalıdır.

Unutmamalıdır ki, kardeşlik bilhassa zor zamanda belli olur. Kardeşliğin muktezâsını gerçekleştirenler, kardeşliğin hakkını verenler olarak ilâhî rızâya ve inâyete kavuşurlar. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Mü’min kul, din kardeşinin yardımında olduğu sürece, Allah da o kulun yardımındadır.” (Müslim, Zikr, 38; İbn-i Mâce, Mukaddime, 17)

Fahr-i Kâinat -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-

 Efendimiz, insanlık beyannâmesi hükmünde bir insân-ı kâmil vasfı olan îman kardeşliği şuurunu şöyle îlân etmiştir:

“Ben her mü’mine kendi nefsinden daha ileriyim, daha yakınım. Bir kimse ölürken mal bırakırsa o mal kendi yakınlarına aittir. Fakat borç veya yetimler bırakırsa, o borç bana aittir; yetimlere bakmak da benim vazifemdir.” (Müslim, Cuma, 43)

İşte mü’minin mü’mine zimmetli olduğu şuurunun en yüksek hâli:

SIRF ALLAH RIZASI İÇİN…

Mü’min kardeşliğinin sözde kalmayıp gerçekten teessüs etmesi ancak bu anlayışla gerçekleşir. «Hep bana!» bencilliğinden kurtulmuş, nefsini değil hep kardeşini tercih edenleri Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede methetmiştir:

“Kendileri de ihtiyaç duydukları hâlde yiyeceklerini, sırf Allâh’ın rızâsına ermek için fakire, yetime ve esire ikrâm ederler.” (el-İnsân, 8)

Bu fedâkârlıkların karşılığı da, elbette ki insanlardan vefâ ve teşekkür beklentisi değil yalnızca Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı olduğu nisbette büyüktür. Cenâb-ı Hak bu ölçüyü o hayır sahiplerinin ifadeleriyle şöyle beyân etmiştir:

“Biz sizi Allah rızâsı için doyuruyoruz; sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz.” (el-İnsân, 9)

Zaten gerçek iyilik, sadece iyiliğe karşılık yapılan değil, Allâh’ın hoşnutluğunu kazanmak için ne pahasına olursa olsun yapılandır. Böyle bir iyilik Cenâb-ı Hakk’a yapılmış olur. Nitekim Cenâb-ı Hak:

“Sadakaları Allah alır.” (et-Tevbe, 104) buyurmakla bu gerçeğe işaret etmiştir.

Hâsılı gerçek iyiliğin tarifi şu;

KÖTÜLÜĞE KARŞI DA İYİLİK…

Hazret-i Âişe’ye iftira edenler arasında yer aldığı için bir yoksula Hazret-i Ebûbekir; o güne kadar yaptığı infâkı, zâhiren haklı sebeple sürdürmemek üzere yemîn etmişti. Fakat Cenâb-ı Hak, muhtaca yardım etmekten bu vazgeçişe izin vermedi ve âyet-i kerîmede şöyle buyurdu:

“İçinizden fazîletli ve servet sahibi kimseler akrabaya, yoksullara, Allah yolunda göç edenlere (mallarından) vermeyeceklerine yemîn etmesinler; bağışlasınlar; ferâgat göstersinler. Allâh’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız? Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir.” (en-Nûr, 22)

Mü’minler, diğer mü’minlerle kardeştir. Aralarında belli mes’ûliyetleri içinde barındıran bir kardeşlik hukuku vardır. Diğer taraftan mü’min olmayanlarla da bir hukuku vardır. Çünkü;

Bütün insanlar, genel itibarıyla ümmet-i Muhammed’dir. Kabul edenler ümmet-i icâbe, kabul etmeyenler ise ümmet-i gayr-i icâbedir. Gayr-i icâbeye karşı da vazifemiz;

Yine merhametle bakarak, onların ebedî hüsrandan kurtulmalarına vesile olmaya çalışmak ve bu yönde onları hidâyete davettir. Bilhassa yeşertici bir üslûpla yani İslâm’ın güleryüzünü tebessüm ettirerek Hakk’ı tebliğ etmek, emr bi’l-mâruf ve nehy ani’l-münkerde bulunmaktır. En mükemmel şekilde İslâm’ın güzelliğini onlara seyrettirmek, yeryüzünde Allâh’ın şahitleri olmaktır. Bu hususta malımızla ve canımızla seferber olmaktır.

Zira mal da can da, yüce gayeler etrafında değerlendirildiği ölçüde kıymet ifade eder. Dünya malı nedir ki! İnsan elinde geçici bir fayda! Maksat, onu kalıcı bir faydaya dönüştürebilmek. Onunla fânî değil bâkî olana yönelebilmek. O zaman, içinde bulunduğumuz her lütuf, onlardan kat kat daha büyük ve ebedî lütuflarla yer değiştirmekte. Dünyanın geçici nimetlerine ölümle vedâ ederken âhiretin sonsuz ve kalıcı cennet nimetlerine nâil olunmakta. Fakat bu gerçeği göremeyip de halkına kibirle;

“Ey kavmim! Mısır mülkü ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Hâlâ görmüyor musunuz?” (ez-Zuhruf, 51) diye küstahça bağıran Firavun ve onun gibiler, bugün bir avuç toprağa bile sahip olmaksızın, fânî ömründe kendisine emânet olan canlı ve cansız varlıklar üzerindeki tasarruflarından dolayı sorguya çekilip cezalandırılacağı rûz-i mahşeri beklemekte.

İşte bundan dolayı;

Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in mü’minler hakkında en büyük endişelerinden biri de, onlara, fânî dünya malını, kıyâmete kadar bâkî bir sevap kapısı ve bir hayır yapısı hâline dönüştürmenin yolunu öğretebilmek olmuştur. Bu istikamette bütün ümmete bizzat numûne olarak öğrettiği;

EBEDÎ SEVAP KAPISI: VAKIF…

Vakıf; bir malın mülkiyetini, gerçek sahibine, yani Allâh’a adayarak,  temlik ve temellükten ebediyyen men etmektir. Böylece malın akarı, menfaati; fakirler, yoksullar, yolcular, Allah yolundakiler gibi vakfedilen cihete kıyâmete kadar tevcih edilmiş olur.

Vakıf, mâbedlerin inşâsı ile doğmuş, daha sonra birçok içtimâî sahayı içine alarak genişlemiştir. Umumî olarak gayrimenkuller vakfedilirken, cihad malzemesi, mushaf, kitap, halı, hattâ kap-kacak gibi menkul eşya da hizmet ömürleri kadarıyla vakfedilmişlerdir.

Vakıf; Yaratan’dan ötürü yaratılanlara merhamet, şefkat ve sevginin müesseseleşmiş şeklidir.

Cömertlikte rüzgârları geride bırakan O Nebîler Serveri, önce Medîne-i Münevvere’de sahibi bulunduğu yedi ayrı hurmalığını, daha sonra da Fedek ve Hayber hurmalıklarından kendi hissesine düşeni Allah yolunda vakıf buyurmuşlardır.

Peygamberlerin dünyaya ait maddî bir mîrâsı yoktu. Onların mîrâsı; güzel ahlâk, karakter, merhamet, hakkı tevzî etmek ve Allâh’a lâyıkıyla kul olabilmekte bütün insanlığa emsalsiz örnek bir şahsiyet idi.

Her hâlleriyle Efendimiz’e ittibâ numûnesi olan sahâbe-i kiram da ellerine geçen en güzel, en kıymetli bahçeleri, arazileri tereddütsüz Allah yoluna vakfetmişlerdir. Öyle ki Hazret-i Câbir:

“Muhâcirler ve ensardan imkân sahibi olup da vakfetmemiş bulunan tek kişi bilmiyorum.” demiştir.

Vakfın temel esaslarını öğrenmemize de vesile olan şu kıssa bunlardan bir numûnedir:

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- Hayber’de ganîmetten güzel bir hurmalık arazi sahibi olmuştu. Rüyâsında üç gün üst üste bu araziyi infâk etmesi kendisine işaret edildi. O da, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’e gelerek:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Benim gözümde ve hayalimde şimdiye kadar sahip olmadığım kıymette bir hurmalığa mâlikim. Bu hususta ne buyurursanız, öyle yapacağım.” dedi.

Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

Dilersen bu hurmalığın aslını Allah için vakfet! Gelirini de tasadduk et! Artık o hibe edilmez, ona vâris olunmaz, onun mahsûlü yalnız infâk edilir, muhtaca yedirilir.” buyurdular.

Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- mâliki olduğu bu hurmalığı vakfetti. Buradan Allah yolundaki gazi ve mücahidler, esâretten kurtulmak isteyen köleler, yolcular gibi nice ihtiyaç sahipleri istifâde etti.

Rivâyete göre İbrahim -aleyhisselâm-’ın sünneti olan vakıf, Müslüman toplumların en mühim hizmet müesseseleri olmuştur. Bilhassa Osmanlı devrinde vakıf hususunda bambaşka bir hizmet yarışı yaşanmış ve toplumun yapısı infaklarla bir ağ gibi örülmüştür. Bunun göstergesi de tespit edilebildiği kadarıyla;

26 BİN KÜSUR VAKIF…

Üç kıtaya hâkim olan ve tarihi istediği mecrâdan akıtan Osmanlılar, sahip oldukları vakıf rûhu ve şuuru ile cemiyetlerinde müstesnâ bir huzur ve sükûn oluşturmuşlardır. Onlar, kurdukları vakıflar sayesinde fakir-zengin, hasta-sağlam, güçsüz ve güçlüyü rûhânî bir kardeşlik heyecanı içinde birbirinin dert ortağı olarak yaşatmayı başarmışlardır.

Böylece;

Gerçekleştirdikleri zengin vakıf kültürü neticesinde sosyal adâletin zirvesine çıkmışlardır. Bundan dolayıdır ki, Osmanlı edebiyatında yıkılış dönemine kadar «roman» yazılmamıştır. Merhum Cemil MERİÇ, romanın bizdeki gecikmesini; «Osmanlı hayatında dram yoktu ki, roman olacaktı!» tespiti ile en güzel şekilde ifade etmektedir.

Dikkat çekicidir ki;

Bütün Ortaçağ boyunca Hıristiyan dünyasında aşırı merhamet iddiâlarına rağmen hiçbir vakıf yoktur. Bugünkü Hıristiyânî vakıfların da, Osmanlı hükûmet merkezinde elçilik yapmış olan yabancıların telkin ve tavsiyesi ile oluştuğunu bu elçilerin hâtıratları açıkça ortaya koymaktadır. Meşhur Fransız büyükelçisi Busberg’in hâtıraları bu kabîl itirafları ihtivâ eden eserlere tipik bir örnektir:

“Bilhassa Osmanlı tatbîkātında riâyet edilen bir husus olarak vakfın en mühim mânevî nimetlerinden biri de yardım eden ve edilenin birbirlerini tanımamalarıdır ki, riyâ illetinden kurtulup aralarında makbûl olan gıyâbî duâ tahakkuk etsin! Ayrıca bu yardım, mescid vasıtası ile tevzî edildiğinden halkın inanç dünyasının güçlenmesine vesile olmuştur.”

Osmanlı’da vakıf hassâsiyeti o kadar zirveleşmişti ki, insanlara hizmet imkânı kemal bulduktan sonra hayvanlara hizmet çığırı açılmıştır. Yaralı kuşlara, hasta hayvanlara bile tedavi merkezleri kurulmuştur.

Osmanlı Devleti’nde kurulan vakıf adedinin gerçek sayısı meçhuldür. Ancak 26 bin küsur kadarı tespit edilmiştir. Bu sayılar, ecdadın diğergâmlığının zirvesini ne güzel ifade eder.

Bu muhteşem vakıf medeniyetinin böylesine bir ihtişam ve yüce bir vazife icrâ etmesinin temelinde yatan düstur ise dâimâ şu olmuştur:

EN MÜHİM YATIRIM VE
HİZMET: İNSANA…

Her çeşit hizmet, güzel ve mukaddestir. Ancak insana yapılan yatırım ve hizmetler daha muhteremdir. Bu bakımdan vakıf çalışmalarının gençliğe ve nesle, onları kendi medeniyeti ve kültürü içinde inkişâf ettirici mâhiyette olması çok mühimdir. Maalesef günümüzde istikamet verilmeyen temiz fıtratlar, yanlış ve bozuk yerlere akmaktadır. Her şey bir tarafa, ziyân olan neslin ıstırabını vicdanlarımızda mutlaka duymamız lâzım. Bu hassâsiyet çerçevesinde de ihlâs ile  gayret gösteren;

• Talebelere,

• Eğitimcilere,

• Dergilere ve faydalı yayınlara,

• Yurtlara,

• Kurslara ve;

• Hâfızlık müesseselerine, maddî ve mânevî sahip çıkılması bizlere, Cenâb-ı Hakk’ın lutfettiği İslâm nimetine şükür olarak vicdânî bir zarûrettir. Bu yolda samimî çalışmaların desteklenmesi ve onların canlandırılması lâzımdır.

Çünkü ideal insan yetiştirme gayreti içinde olabilmek, her zaman öncelik ifade eder. Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in mübârek terbiyesinde yetişen müstesnâ insanlar, bu ölçü ile yetiştiler ve dört halîfe de dâimâ Ubeyde bin Cerrâh, Huzeyfetü’l-Yemânî ve Muâz bin Cebel şahsiyetinde bir oda dolusu vasıflı insanı yetiştirme gayreti ve hasreti içinde oldular. Îman lezzetiyle âbâd oldular; yorulmadılar, bezginlik de göstermediler. Böylece bütün dünyaya müstesnâ bir adâlet, huzur ve hidâyet tevzî ettiler.

Şimdi dünya, yine onlarınki gibi bir adâlete, huzûra ve hidâyete dünden daha muhtaç. Bu ihtiyacı temin için de onlar gibi bir oda dolusu yetişmiş, olgun ve fedâkâr vakıf insanlara muhtaç.

Bu da, fedâkârlık ve gayret çokluğu ile mümkün. İnsana ve onun eğitimine yapılan yatırım ile mümkün.

Kaldı ki;

Bu yatırımlar, gayretler ve hizmetler, bugünlerde düne nazaran çok daha değerli. Zira zamanımızdaki ahlâkî çöküntülerin ve türlü sapkınlıkların dehşeti mâlûm; had safhadaki mânevî mahrûmiyetler ve zâfiyetler mâlûm. Onun için bilhassa şimdilerde;

BİR İNSANI İHYÂ,
BÜTÜN İNSANLARI İHYÂ…

Çünkü bugün tabir câizse;

Hazret-i Âdem’den bugüne kadar ilâhî kahra ve cezâya uğramış bütün kötü kavimlerin kötü hâllerinden devamlı mülevves rüzgârlar esiyor. Her kahrolan kavmi temsil edecek insanlar türedi. Toplumlarda artık; Lût kavminin hayvandan daha aşağı derecedeki ahlâksızlarından da var; Âd ve Semûd kavimlerinin kibir ve gururlarına zebûn olup; «Bizden daha güçlü kim vardır?» diyerek ilâhî kahra dûçâr olan bedbahtlarından da var; Hazret-i Şuayb kavminin meşhur sahtekârlarından da var; tanrılık iddiasına kalkışan Firavun ve Nemrut tiplerinden de var; onlarla şer yarışı yapan yandaşlarından da var ve daha nice helâke uğramış kavimlerin aşağılar aşağısı rezillerinden de var.

İşte bunun içindir ki bugün, önceki günlere göre dürüstlük ve doğruluk daha kıymetli, pırıl pırıl bir güzel ahlâk daha değerli, mütevâzı bir gönülle kulluk, çok makbul ve bunları ikāme edecek yerinde hizmetler çok çok elzem.

Eğer kendimizi ve neslimizi korumak, ebedî âleme yüzümüzün akıyla varabilmek istiyorsak, dünya ortamının vehâmetini ciddiyetle idrâk etmeliyiz.

İdrâk etmeliyiz ki üzerimize düşen vazife, mes’ûliyet ve hizmetlerde gevşeklik göstermeyelim.

Ayrıca bilelim ki:

Mahrûmiyet zamanlarında ve tehlikeli yerlerde gayret sarf edenlere nasıl ki mahrûmiyet zammı ve fedâkârlık primi varsa, bugün İslâm ahlâkının zaafa uğradığı ve insanlık vasıflarının baş aşağı olduğu şu zorlu ortamda yapılan güzel ameller ve hizmetlere de aynı şekilde mahrûmiyet zammı ve fedâkârlık primi, yani özel ecirler ve mükâfatlar vardır.

Nitekim bu yolda, yani insanlığın ıslahı ve kurtuluşu uğrunda Allah için yapılan güzel hizmetleri yüce Rabbimiz;

« قَرْضًا حَسَنًا / kendisine verilmiş bir borç» olarak ifade buyurmakta ve karşılığını ebedî âlemde kat kat, fazla fazla ve çok yüksek olarak lutfedeceğini beyân etmektedir. (Bkz. el-Bakara, 245; el-Mâide, 12; el-Hadîd, 11, 18; et-Teğâbün, 17; el-Müzzemmil, 20)

Cenâb-ı Hak, bu yolda cümlemizi Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi’nin rehberliğinde muvaffak eylesin. Kalplerimizi, nefislerimizi, ailelerimizi, kardeşlik bağlarımızı, mahlûkāta ve eşyaya bakışımızı rızâsıyla te’lîf eylesin. Lutfettiği bütün emânetlerin hakkını lâyıkıyla yerine getirmeye gayret eden «vakıf insan»lardan eylesin!

Âmîn!..