Allâh’ın Bizden İstediği Lisan DİLDEKİ EDEP

Ebedî Fecre

Yıl: 2009 Ay: Mart Sayı: 49

KUR’ÂN: ÂYET ÂYET EDEP!

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Gözünü aç da Allâh’ın kelâmına baştanbaşa bir bak! Âyet âyet bütün Kur’ân edep tâliminden ibarettir!”

Gerçekten Cenâb-ı Hakk’ın biz kullarından murad ettiği kulluğun rehberi olan Kur’ân-ı Kerim, bir edep talimidir. İnsanlığa getirdiği bütün ahkâm, kaide ve ahlâk esaslarını incelediğimizde; «İslâm, edepten ibarettir.» diyebiliriz. Bu hususta yine Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Aklım, kalbime: «Îman nedir?» diye sordu. Kalbim ise aklımın kulağına eğilerek: «Îman edepten ibarettir.» dedi.”

Edebi; aslî imlâsında bulunan elif, dâl ve bâ harflerinin bir hülâsası olarak şöyle de tarif ederler: «Eline, diline ve beline hâkim olmak.»

Gaflete dalan insanoğlu, diliyle yaptıklarını, eliyle yaptıkları kadar önemli görmemek hatasına düşer. Hâlbuki; «Dilin kemiği yok» bahanesine sığınılarak, ağızdan ok misali geri dönüşü olmayan nice sözlerin çıkmasına göz yummak, uhrevî bir vebaldir. Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- buyurur:

“Özür dilemeni gerektiren bir söz sarfetme!” (İbn-i Mâce, Zühd, 15)

Kırılan bir cam ne kadar yapıştırılsa illâ bir iz kalacağı gibi dil yarasının da derin ve silinmesi zor izleri olur.

Sözde ve dilde edebi öğrenmek için en mühim muallimimiz; sözlerin en güzeli, en yüksek edebî eser olan Kur’ân-ı Kerim’dir. Cenâb-ı Hak, Mevlânâ’nın dediği gibi âyet âyet edebi talim ederken, mü’minlere sözde edebin kıvamını emretmiştir. Ahvâlin gerektirdiği üslûplarla söz söylemeyi tavsiye etmiştir.

Mü’minin hayatının her safhasını en güzel ölçülerle tanzim eden Kur’ân-ı Kerîm’in dil hususunda da mü’minden beklediği;

EDEPLİ BİR LİSAN

İlâhî kelâmın bizden istemiş olduğu lisan nasıldır?

Eğitimin sistemleştiği, anaokulundan üniversitelere kadar bütün okullarda ve daha birçok hususî eğitim müessesesinde yabancı dillerin öğretildiği günümüzde, Kur’ân-ı Kerîm’in bizden istediği lisana ne kadar ehemmiyet veriyoruz?

Beşerî lisanlara ne kadar, Kur’ân lisanına ne kadar ehemmiyet veriyoruz?

Günümüzde yabancı dil için okullardaki eğitimlere ilâve olarak bir de çeşitli kurslara gidiliyor, paralar sarf ediliyor. Neticede dünyevî bir fayda için. Fakat bize hem dünyevî hem de uhrevî sonsuz faydalar sağlayacak olan Kur’ân için bu ihtimam ne kadar gösteriliyor? Cevabımızı mîzan ederken unutmamalı ki, zorlu ve çetin bir gün olan kıyâmet gününde Peygamber Efendimiz’den ve Kur’ân-ı Kerim’den şefâat bekleyeceğiz…

Elbette, başta İslâm’ın mesajını bütün dünyaya tebliğ etmek niyetiyle yabancı dilleri de öğrenmek gerekir. Fakat Rabbimizle mülâkatın lisanı ihmal ediliyorsa, Kur’ân’ın gösterdiği dil edebinden bî-haber kalınıyorsa, o zaman ecnebî lisanlara verilen gayretler bizim için ne ifade eder? Geçici dünya hayatında azıcık bir menfaat sağlamaktan başka?!.

Bu muhasebe içerisinde her mevzuda olduğu gibi insanî vasıfların en önde gelenlerinden olan, fakat pek çok âfeti de bulunan konuşma hasletinin edep ölçülerini de sırât-ı mustakîm kılavuzumuz olan Kur’ân’dan öğreneceğiz.

Söz bahsinde mü’minin dikkat edeceği en mühim esas;

HAKK’IN İŞİTTİĞİNİ
UNUTMAMAK

Mü’min söylemiş olduğu sözlerin ilâhî kameraya anbean kelime kelime kaydedildiğini hiç aklından çıkarmamalıdır. Nitekim âyette şöyle buyrulmuştur:

مَا يَلْفِظُ مِنْ قَوْلٍ اِلَّا لَدَيْهِ رَق۪يبٌ عَت۪يدٌ

“İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın.” (Kāf, 18)

Cenâb-ı Hakk’ın «Semî‘» yani her şeyi işiten olduğunu bilen ve bunu yakîn ile kalbine yazan bir mü’minin, lisanın edebinde hataya düşmemesi iktizâ eder. Müsbet ilim de bugün seslerin kaybolmadığını, kâinat içerisinde dolaştığını haber vermektedir. Dünyada bile kaybolmayan sesler, kim bilir ilâhî kamerada nasıl silinmez bir kayıt hâlinde! Bir gün ses kayıtlarımızla karşılaşacağımızı unutmamamızı bildiren Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-, bizlere şu tavsiyede bulunur:

“Ne söylediğini, kime söylediğini ve ne zaman söylediğini unutma!”

Dilin âfetlerden muhafazasında, sözün edebi için zarurî olan ilk vasıf, sözün doğru olmasıdır. Dilimiz bir hakikati dile getirmiyorsa, gerçekleri konuşmuyorsa sözlerimiz ne kadar zarif, ne kadar tatlı veya ne kadar tesirli olursa olsun beyhudedir. Cenâb-ı Hak buyurur:

وَالَّذٖ۪ينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَ

“Onlar ki, faydasız işlerden ve boş sözlerden yüz çevirirler.” (Mü’minûn, 3)

Bu sebeple Cenâb-ı Hakk’ın umumî bir vasıf olarak îman emri, doğru sözdür. Yani;

KAVL-İ SEDÎD/ قول سديد/
DOĞRU SÖZ:

يَاۤ اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ
وَقُولُوا قَوْلًا سَد۪يدًا

“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin!” (Ahzâb, 70)

Cenâb-ı Hak, doğru sözlü olmanın mükâfatı sadedinde âyet-i kerîmenin devamında şöyle buyurmuştur:

(Doğru söz söyleyin ki) Allah da işlerinizi ve hâllerinizi düzeltsin, günahlarınızı affetsin. Kim Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat ederse, pek büyük bir mutluluk ve başarıya nâil olur.” (Ahzâb, 71)

Doğru söz dünyada da âhirette de ıslahın, huzurun anahtarıdır. Doğru sözlü olmanın asıl mükâfatı âhiret yurdundadır. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Bugün, sâdıklara, sıdklarının fayda vereceği gündür.” (Mâide, 119)

Yalan ise îmanla bir arada duramayacak bir âfettir. Fahr-i Kâinat Efendimiz, yalanı sâir günahlardan çok daha fecî, en büyük günahlar arasında saymış, ashâbına yalancılığın felâketini defalarca tekrarlayarak beyan etmiştir.

Nüfey bin Hâris -radıyallâhu anh- şöyle rivâyet eder:

“Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- birgün;

«–Büyük günahların en ağırını size haber vereyim mi?» diye üç defa sordu.

Biz de:

«–Evet, yâ Rasûlâllah!» dedik.

Rasûl-i Ekrem Efendimiz;

«–Allâh’a şirk koşmak, ana-babaya itaatsizlik etmek!» buyurduktan sonra, yaslandığı yerden doğrulup oturdu ve;

«İyi dinleyin, bir de yalan söylemek ve yalancı şahitlik yapmak!» buyurdu.

Bu sözü o kadar çok tekrar etti ki, daha fazla üzülmesini istemediğimiz için, keşke sükût buyursalar da yorulmasalar, diye arzu ettik.” (Buhârî, Şehâdât 10, Müslim, Îmân 143)

Yalanın temeli münafıklıktır ve münafıkların kalpleri de virüs ve hastalık merkezi gibidir. Cenâb-ı Hakk’ın o yalancı münafıklara hazırladığı âkıbet de, ancak acıklı bir azaptır. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Onların kalplerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle de onlar için acıklı bir azap vardır.” (Bakara, 10)

Diğer taraftan nice îkazlara rağmen geçici dünya menfaatine kapılıp da ilâhî adaletin bir gün tecellî edeceği hakikatinden gafil olarak bilhassa yetim malına tasallut için yalan beyanlara tevessül edilmemesini de Cenâb-ı Hak çok ciddî bir şekilde ihtar etmiştir:

“(Kendileri) geriye eli ermez, gücü yetmez çocuklar bıraktıkları takdirde (hâlleri ne olur?) diye korkacak olanlar (yetimlere haksızlık etmekten) korkup titresinler; Allah’tan sakınsınlar ve doğru söz söylesinler.” (Nisâ, 9)

Doğruluk mü’minlerin en mühim vasıflarındandır. Yalan söylemek ve vaatten caymak ise münafık vasfıdır. Mü’minler; «Allah’tan daha doğru sözlü kim vardır!» buyuran Cenâb-ı Hakk’ın ahlâkıyla ahlâklanmalı; Fahr-i Kâinat Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- gibi  el-Emîn ve es-Sâdık olmalıdır.

Doğruluk; sözün en mühim vasfıdır, fakat tek vasfı değildir. Doğru sözün de yeri ve üslûbu çok mühimdir. En acı hakikatleri, en ciddî ihtarları, en ağır îkazları muhatabın gönlüne sunmanın yolu, bu sözleri en güzel üslûpta, en güzel sözlerle ifade etmektir. Bu umumî ölçü de; «güzel söz» yani;

KAVL-İ HASEN/ حسن قول /

GÜZEL SÖZ ve;

KAVL-İ AHSEN أحسن  قول

EN GÜZEL SÖZ

Kendisini; «ahsenü’l-hadîs» yani en güzel söz olarak vasfeden (Zümer, 23) Kur’ân-ı Kerim; «Sözün en güzeline tâbî olanlar.» diye tarif ettiği (Zümer, 18) mü’minlere şöyle ferman eder:

وَقُولُوا لِلنَّاسِ حُسْنًا

“İnsanlara güzel söz söyleyiniz!” (Bakara, 83)

Bir başka âyette ise Cenâb-ı Hak güzelden de öte, sözün en güzelini söylemeyi emretmiştir:

وَقُلْ لِعِبَاد۪ي يَقُولُوا الَّت۪ي هِيَ اَحْسَنُ

“Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler!” (İsrâ, 53)

Cenâb-ı Hak, en güzel kıvamda yarattığı kullarından, en güzel işleri yapmalarını ve her şeyi de en güzel şekilde yapmalarını istemektedir. Güzel sözün en çok lâzım olduğu saha ise tebliğdir. Her mü’min; kalbî kıvamı, hâl ve kāl yani söz ve öz âhengi nisbetinde hakikatin sözcüsü olmalıdır. Bu sözcülüğü de kaba-saba bir şekilde ve hantal bir kalple değil en güzel sûrette yerine getirmelidir. Nitekim tebliğin, İslâm’a davetin usûlünü en güzel şekilde şu âyet-i kerîme ifade etmiştir:

اُدْعُ اِلٰى سَب۪يلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُمْ بِالَّت۪ي هِيَ اَحْسَنُ

(Rasûlüm!) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et ve onlarla en güzel şekilde mücadele et!” (Nahl, 125)

Demek ki bir mü’minin ağzından rahmet saçılmalıdır. Her sözü, rûha gıda olan pırlanta kelimelerden müteşekkil olmalıdır. Gönüllere safa vermelidir. Diken gibi tırmalamamalı, gönülleri gül gibi bir taravetle okşamalı, meclise râyihalar saçmalıdır.

Mü’min, âyet-i kerîmeler muhtevasına göre hareket eder. Çünkü o, en çirkin sesin, merkebin sesi olduğunu bilir. Nitekim âyet-i celîlede buyurulur:

“Yürüyüşünde tabiî ol, sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.” (Lokmân, 19)

Ses çirkinliği o derece azap vericidir ki cehennemin korkunçluğu içerisinde onun, merkebin ayarsız sesine benzer homurdanmaları ve uğultuları da dehşetli sahneler olarak Kur’ân-ı Kerim’de insanoğluna ihtar edilmiştir. (bkz. Mülk, 7) Bu dünyada edepten uzak, bed sesli, bed sözlü ateş ehli ise, cehennemde merkepler gibi çirkin seslerle feryat edeceklerdir. (bkz Hûd, 106) Cenâb-ı Hak, bizleri son nefes îman nimetinden mahrum eylemesin.

Sözün âdâbında doğruluk ve güzellik şeklinde iki umumî esastan başka, Kur’ân-ı Kerim sözün hususî muhataplarına mahsus vasıflar da zikretmiştir. Zira söz muhataba göre söylenir. Aynı hakikat, bir devlet başkanına başka sûrette, ömrünü vesvese girdaplarında tüketmiş bir filozofa başka şekilde ifade edilmelidir. Bilhassa tebliğde bu hususiyetlere dikkat edilmediğinde, gayeye vâsıl olunamadığı gibi, muhataplara da bahane verilmiş olur.

Bu hususî hâllerden biri, hususen sert tabiatlı, hırçın, zalim kişilere karşı onların gönüllerini yumuşatmak için hakikati yumuşak söylemektir, yani;

KAVL-İ LEYYİN/ لين قول /
YUMUŞAK SÖZ

Cenâb-ı Hak tebliğ için Firavun’a gönderdiği Hazret-i Musa ve Harun -aleyhime’s-selâm- Efendilerimize şöyle buyurmuştur:

فَقُولَا لَهُ قَوْلًا لَيِّنًا
لَعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ اَوْ يَخْشٰى

“Ona (Firavun’a) yumuşak söz söyleyin! Belki o, aklını başına alır veya korkar.” (Tâhâ, 44)

Muhatabı ikna etmek, hararetli tartışmalar yerine sükûnetli bir anlayış zemini oluşturmak için sözü yumuşak söylemek çok mühim bir esastır. Çünkü «kavl-i leyyin», suyun akışı gibi rûha ferahlık vericidir. Nitekim Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Mekkelilere her fırsatta yumuşak bir üslûpla tebliğde bulunur, onların gönüllerinin kilidini açmaya gayret sarf ederlerdi.

Ebû Cehil’in oğlu İkrime, sayılı İslâm düşmanlarındandı. Mekke’nin fethinden sonra Yemen’e kaçmıştı. Karısı, Müslüman olarak onu Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in yanına getirdi. Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- İkrime’yi memnûniyetle karşılayarak:

“Ey göçmen süvâri, hoş geldin!” buyurdu ve Müslümanlara karşı yaptığı zulmü yüzüne vurmayıp affetti. (Tirmizî, İsti’zân, 34/2735)

Yine Fahr-i Kâinat Efendimiz;

“Kolaylık yolunu gösterin, zorlaştırmayın. Müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” buyurmuşlardır. (Buhârî, İlim, II)

Yumuşak ve tatlı sözün müşahhas bir misali şudur ki hiçbir dere dağa tırmanamaz. Dağı aşmak için ancak kenarından dolaşmalıdır. Böyle olduğu takdirde kat edeceği mesafe uzundur, lâkin istenilen arzu ve maksat hâsıl olmuş olur.

Ancak şu hususa dikkat etmek gerekir ki, hakikati yumuşak bir üslûpla söylemek ile muhatabın şerrinden korkarak gerçeği yumuşatmaya, sulandırmaya kalkışmak aynı şey değildir. Nitekim güzel, yumuşak bir üslûpla tebliğde bulunan Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, Mekke müşriklerinden gelen; «Putlarımızın aleyhinde bulunma, biz de sana göz yumalım.» taleplerini şiddetle reddetmiştir. Bu tarz bir yumuşaklık âyet-i kerîme tarafından da reddedilir:

“… (Hakikati) yalan sayanlara boyun eğme! Onlar isterler ki, sen (hakikatten taviz vererek) yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar.” (Kalem, 8-9)

Îman böyle bir gevşemeyi, küfre tavizi asla kabul etmez. Zira böyle bir taviz kalpte çatlak meydana getirir. Bu durum, denizde boğulanı kurtarmak isterken kendisi de onun gibi boğulan kimsenin hâli gibidir. Dolayısıyla tebliğdeki «kavl-i leyyin», hakikatin; kırıcı olmayan, cedele değil kabule sevk eden, yumuşak bir üslûpla beyan edilmesinden ibarettir.

Çünkü tebliğde gereken, yumuşak ama tesirli bir sözdür… Yani;

KAVL-İ BELÎĞ/ بليغ  قول/

KALBE TESİR EDİCİ SÖZ

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim ile insanoğlunun kalbine ve aklına hitap etmiş, onun çıkmazlara dalmaya temâyüllü, vesveseli, kuruntulu, cerbezeci taraflarına, en sağlam burhanlarla, delillerle darbeler indirmiştir. Kur’ân yüksek bir belâgat ile bu hakikatleri en üst perdeden îlân ederken, bir yandan da muârızlarına meydan okumuş, bütün ins ve cinni de yardıma çağırma müsaadesiyle (bkz. İsrâ, 88), Kur’ân’ın (Tûr, 33, 34), hattâ ondan on sûrenin (Hûd, 13, 14), daha olmadı bir sûresinin (Bakara, 23, 24; Yûnus, 38) benzerini getirmeye davet etmiş, fakat belâgatin altın çağını yaşadığı bir devirde kimse buna teşebbüs edememiştir. Gayri ciddî bir-iki teşebbüs ise edebiyat tarihinde, hamâkat misalleri olarak yerini almıştır. Neticede münkirler bile Kur’ân’ın hak olduğunu vicdânen kabul etmişler, fakat onu nefsâniyetlerine mağlûp olarak reddetmişlerdir. Hattâ Velid bin Muğîre, öyle bir gaflet gayyâsında ahmakça boğulmuştur ki, Allâh’ın iradesinde -sümme hâşâ- yanlışlık bulmuşçasına;

“Şu Kur’ân iki memleketin birinden büyük bir adama indirilmeli değil miydi?” (Zuhruf, 31) demiştir. Bununla Mekke’den biri olarak kendisini, Taif’ten de başka bir edîbi kasdetmiştir.

Fakat o da acziyetinden çatlamıştır. Âyet-i kerîme onun bu sıkıntı ve acziyetini âdeta alaylı bir şekilde şöyle ifade eder:

“Çünkü o bir düşündü, ölçtü biçti. Canı çıkasıca, ne biçim ölçtü biçti! Sonra, o kahrolası, tekrar (ölçtü biçti); nasıl ölçtü biçtiyse! Sonra baktı. Sonra kaşlarını çattı, suratını astı…” (Müddessir, 18-22)

O ve onun gibiler hakkında Cenâb-ı Hakk’ın hükmü şu:

“Ben onu «Sekar»a (cehenneme) sokacağım.” (Müddessir, 26)

Böylece Muğîre hem dünya hem âhiret bedbahtı oldu. Kur’ân karşısında acziyetinin çılgınlığı içinde helâk oldu.

Sözü dosta da düşmana da işte böylesine her bakımdan güçlü, kudretli söyleyen Cenâb-ı Hak, İslâm’ın sözcüsü ve yeryüzünde Allâh’ın şahidi olarak emr-i bi’l-mâruf ve nehyi ani’l-münkerde bulunacak kişilere de sözlerini tesirli söylemelerini emretmektedir:

وَعِظْهُمْ وَقُلْ لَهُمْ ف۪ي اَنفُسِهِمْ قَوْلاً بَل۪يغًا

“…Kendilerine öğüt ver ve onlara, kendileri hakkında gönüllerine işleyecek tesirli söz söyle!” (Nisâ, 63)

“Bazı sözlerde bir nevi sihir vardır.” buyuran Peygamberimiz, cevâmiu’l-kelim adı verilen az lafız ile çok mânâyı ifade kabiliyetiyle mücehhez idi. O’nun, ikna edici, tesirli, hisli telkinleriyle nice taş kalpler yufkalaşmış, nice inat zincirleri sökülmüş, nice inkâr düğümleri çözülmüştü.

Yine fesahatiyle meşhur Hazret-i Ali -kerremallâhu vechehû- şöyle buyurur:

“Nükteli ve hikmetli söz ve davranışlarla ruhlarınızı dinlendirin. Zira bedenlerin yorulduğu ve zayıfladığı gibi ruhlar da yorulur.”

“İnsanları, düşündürücü hikmetli sözlerle îkaz edin ki, kalpleri huzur bulsun.”

Beliğ bir şekilde söylenen sözün tesirini Yûnus Emre Hazretleri ne güzel ifade etmiştir:

Söz ola kese savaşı,

Söz ola kestire başı,

Söz ola ağulu aşı

Bal ile yağ ide bir söz.

Sözün tesirli olabilmesinin sırrını ise Sâdî Şîrâzî Hazretleri vermiştir:

“Söz kalpten çıkarsa kalbe ulaşır, dilden çıkarsa kulağı geçemez, (gönle inemez)”

Mevlânâ -kuddise sirruh- Hazretleri de;

“Hâl ile öğüt veren, sözle öğüt verenden çok daha tesirli ve feyizlidir.” buyurarak, nasihat veren kişinin, fiiliyle kavlinin bir âhenk teşkil etmesinin ehemmiyetini vurgulamıştır. Sözde olduğu gibi Cenâb-ı Hakk’a niyaz ile hitap demek olan duaların kabulünde de mâneviyatın intizamı esastır.

Sözün tesirini sağlayan hususlardan biri de sözün özlü olmasıdır. Zira uzun sözü, maksadını anlatamayan söyler. Sözün hası, az lafızla çok mânâyı verebilendir. Söz sultanlarının bu hasletlerle söylediği az sözler, ciltler dolusu mânâyı kalplere aktarıverir. Mevlânâ Hazretlerinin Mesnevî girizgâhındaki on sekiz beyit, Peygamber âşığı Fuzûlî’nin Su Kasîdesi böyle özlü sözlerdir.

İnsanlar konuşa konuşa anlaşırlar. Bu sebeple insan konuştuğu kişiye karşı mevkiinin gerektirdiği hâli, sözüne, ifadesine aksettirmelidir. Çünkü kişinin konuşması, bir bakıma onun şahsiyetinin aynasıdır. Bir insanın doğumu ve terbiyesi gibi lisanını da büyük ölçüde medyun olduğu anne-babasına hitabı, sâir insanlardan elbette farklı olmalıdır. Kullarından vefa isteyen Cenâb-ı Hak, bir mü’minin anne-babasına; değerli, zarif sözlerle hitap etmesini emretmektedir, yani;

KAVL-İ KERÎM كريم  قول

TATLI SÖZ

Âyet-i kerîmede buyurulur:

فَلاَ تَقُلْ لَهُمَا أُفٍٍّ وَلَا تَنْهَرْهُمَا
وَقُلْ لَهُمَا قَوْلاً كَر۪يمًا

“Sakın onlara (ana-babaya) «üf!» (bile) deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle.” (İsrâ, 23)

Bu âyet, anne-babaların yaşlılık hâllerinde bedenî acziyetleri gibi zihnî melekelerinin zayıflaması sebebiyle gayr-i ihtiyarî çocuksu ve yersiz hareketler yapabilecekleri gerçeğini de ifade etmektedir. Yaşlılık dolayısıyla bunlar bir kusurdan ziyade acziyet ve çocuklar misali muhtaçlık hâlleridir. Bu hakikati doğru bir şekilde idrak ederek anne-babaların yaşlılık demlerinde yaptıklarına karşı evlâtların asla onlara asık surat göstermeyip merhamet kanatlarını açarak dua etmelerini Cenâb-ı Hak bilhassa emretmektedir. Âyette buyurulur:

“Onlara merhamet ederek tevâzu kanadını indir ve de ki: «Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de Sen onlara (öyle) rahmet et!» diyerek dua et.” (İsrâ, 24)

Ana-baba hakkı o kadar yüksektir ki, Cenâb-ı Hak, onlara güzel davranma emrini, muhtelif âyetlerde, zâtına kulluk emrinin hemen akabinde getirmiştir. Yine anne-babanın münkir olmasının bile, güzel muamele emrinin gereğini ortadan kaldırmayacağı beyan edilmiştir.

Ana-babaya karşı ifade edilecek olan «kavl-i kerîm», güzel ahlâka yakışan güzel ve hoş söz demektir. «Babacığım, anneciğim!» gibi güzel hitaplarla konuşmaktır.

Nitekim İbrâhim -aleyhisselâm-’ın âdeti böyledir. O, babasının küfür içinde olduğunu bildiği hâlde ona; «Babacığım» diye hitap etmiş, anne-babasını isimleriyle çağırmamıştır. Çünkü anne-babayı isimleriyle çağırmak bir eziyet ve cefa, kötü edep ve çirkin çağırıştır. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân)

Anne-baba gibi kalbi hassas olan muhtaçlara da Cenâb-ı Hak gönül alıcı bir lisan ile hitap edilmesini emretmektedir. Yani;

KAVL-İ MEYSÛR/ ميسور قول /

GÖNÜL ALICI SÖZ

Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in Mekke devrinde ashâbının mühim bir kısmı muhtaç, yoksul ve kölelerden oluşmaktaydı. Onlar zaman zaman Fahr-i Kâinat Efendimiz’e gelip hâllerini arz ederlerdi. Efendimiz, yanında ne varsa onlara verir, fakat elinde bir şey yok ise, mahcubiyetinden gözlerini kaçırırlardı. Bunun üzerine âyet-i kerîme nâzil oldu:

وَاِمَّا تُعْرِضَنَّ عَنْهُمُ ابْتِغَاءَ رَحْمَةٍ مِنْ رَبِّكَ تَرْجُوهَا فَقُلْ لَهُمْ قَوْلًا مَيْسُورًا

(Ey Habîbim) Eğer Rabbinden umduğun (beklemek durumunda olduğun) bir rahmet için onların (çevrendeki fakir Müslümanların) yüzlerine bakamıyorsan, hiç olmazsa kendilerine gönül alıcı bir söz söyle.” (İsrâ, 28)

Söz, bazen maddî bir yardımın bile yapamadığını yapar. Moralleri yükseltir. Derdin, ıstırabın paylaşıldığını ifade eder. Hâlbuki gönül almayan, başa kakılarak gönül yıkan yardımlar ancak eziyettir. Âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:

قَوْلٌ مَعْرُوفٌ وَمَغْفِرَةٌ
خَيْرٌ مِنْ صَدَقَةٍ يَتْبَعُهَاۤ اَذًى

“Bir tatlı dil, bir bağışlama, arkasından incitmenin geldiği sadakadan daha hayırlıdır.” (Bakara, 263)

Bu âyet-i kerîmede de yer alan, dilde edebin bir düsturu daha vardır ki, o, yerli-yerince, münasip, örfe uygun, güzel söz mânâsındaki;

KAVL-İ MÂRÛF/ قول معروف/

YERLİ YERİNDE SÖZ

Barış zamanında; «Cihad emredilse ya!» diyen, harp emredilince de Allah Rasûlü’ne ölü bakışlarla bakan kalbi marazlı kişilere, Cenâb-ı Hak, itaat edip de yerli yerince söz söylemelerinin kendileri için daha hayırlı olacağını bildirmiştir. (Muhammed, 20-21)

Bu îkaz, kalbî kıvam olmadan yüksek makamların sözünü söylemeye kalkmanın vebalini bizlere hatırlatmaktadır. Allah dostlarının samimiyetle yani öz ve söz âhengi içinde söyledikleri;

Cennet cennet dedikleri,

Birkaç köşkle birkaç hûri,

İsteyene ver Sen ânı,

Bana Sen’i gerek Sen’i!

Hoştur bana Sen’den gelen

Yâ gonca gül yahut diken

Yâ hil’at ü yahut kefen

Lutfun da hoş, kahrın da hoş!

ve benzeri ifadeleri, o kalp kıvamına sahip olmayanlar, yüksek perdeden konuşmamalı, altından kalkamayacağı sözler dile getirmemeli, bunun yerine kendi hâllerine münasip, mâruf sözler sarf etmelidirler. Aksi hâlde sözlerinin mukabilini görür ve altından kalkamayıp perişan olurlar.

Söz ile özün, kalp ile lisânın birlik âhengini mü’min erkeklere böylece talim eden Cenâb-ı Hak; Fahr-i Kâinat Efendimiz’in hanımları, vâlidelerimizin şahsında, bütün mü’min hanımları terbiye ederken, hanımlara mahsus dil edebini en güzel şekilde ifade etmiş ve onlara da yerli-yerince, toplumun iffet telâkkisine, örfüne uygun şekilde konuşmalarını emretmiştir:

يَا نِسَاءَ النَّبِىِّ لَسْتُنَّ كَاَحَدٍ مِنَ النِّسَاءِ اِنِ اتَّقَيْتُنَّ فَلَا تَخْضَعْنَ بِالْقَوْلِ فَيَطْمَعَ الَّذٖ۪ى فٖ۪ى قَلْبِه۪ مَرَضٌ وَقُلْنَ قَوْلًا مَعْرُوفًا

“Ey Peygamber hanımları! Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer (Allah’tan) korkuyorsanız, (yabancı erkeklere karşı) çekici bir edâ ile konuşmayın; sonra kalbinde hastalık bulunan kimse ümide kapılır. Yerinde ve uygun söz söyleyin.” (Ahzâb, 32).

Söz yerli yerince söylenmezse, söyleyenin maksadını da aşar ve dil, kötülüğü emreden nefsin kumandasına girer. Ağızdan kaçan nice sözler, o ağzın sahibine büyük bedeller ödetmiştir. Hele iffet gibi telâfisi mümkün olmayan vadilerde, sözün mâruf olma vasfına çok dikkat edilmelidir. Âyet-i kerîmenin bilhassa dikkatimizi çektiği üzere, söyleyenin kastı olmasa da dinleyenin hastalıklı kalbiyle tevil edebileceği esneklikte, gevşeklikte sözlerle, işveli cümlelerle nâ-mahremlere hitaptan kesinlikle kaçınılmalıdır.

Hassas «kavl-i mâruf» ile hitap, yoksullarda olduğu gibi kalbi mahzun olan yetimlere de şâmildir. Vasîlerinin, onlara münasip bir dille, güzelce hitap etmeleri emredilmiştir. (Nisâ, 5). Yine vefat eden bir kimsenin mallarının taksim edildiği miras meclisinde bulunan ve mirastan payları olmayan yetim, yoksul ve akrabalara şefkatle yaklaşılmasını, hediyeler verilmesini tavsiye eden âyet-i kerîme yine bu, ortadaki malda gözleri ve gönülleri kalabilecek kişilere güzel, yerince sözler söylenmesini beyan etmiştir. (Nisâ, 8)

Sözün yerli yerince söylenmesinin, tabiî olarak götürdüğü bir dil edebi esası daha vardır ki, o da yeri geldiğinde susmaktır.

SÜKÛT

Fahr-i Kâinat Efendimiz dil edebinin anahtarını veren hadîs-i şeriflerinde şöyle buyuruyor:

مَنْ كَانَ يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ اْلاٰخِرِ
فَلْيَقُلْ خَيْرًا أَوْ لِيَسْكُتْ

“Allâh’a ve âhiret gününe iman eden kimse ya faydalı söz söylesin veya sussun!” (Buhârî, Edeb 31, 85, Rikāk 23; Müslim, Îmân, 74, 75)

Edep üzere bir sükût; hayrı ifade etmeyen her türlü sözden, -velev ki doğru, güzel, tatlı olsun- daha hayırlıdır. Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Cahil kimsenin yanında kitap gibi sessiz ol!”

Yani sükût limanına sığın!

Mânevî telkinler, feyizli sohbetler, tesirli ve hayırlı sözler nasıl kalpleri harekete geçiriyorsa, hayırsız bütün lâf ve lâkırdılar, kalbi Allâh’ı zikretmekten alıkoyar. Nitekim Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz buyurmuştur:

“Allâh’ı unutarak lüzumsuz konuşmalara dalmayın. Çünkü Allâh’ı unutarak yapılan çok konuşmalar kalbi katılaştırır. Allah’tan en uzak olan kimse ise kalbi katı olandır.” (Tirmizî, Zühd, 62/2411)

Sâdî Şîrâzî Hazretleri ne kadar yerinde bir îkazda bulunmaktadır:

“İki şey akıl hafifliğini gösterir: Söyleyecek yerde susmak, susacak yerde söylemek.”

Başkası konuşurken, bilhassa hutbe ve vaaz esnasında sükût etmek dil ile ilgili âdabdandır. (Ebû Dâvûd, Salât, 209/1051) Mescidler, gereksiz dünya lâkırdılarından uzak durulması gereken, sükûnet ve sükûtun mânevî atmosferiyle daha da feyizlenen nezih mekânlardır. Bu da, mü’minlerin gönüllerinden mekâna akseden İslâm edebidir. Dolayısıyla;

Feyzi bozan lâkırdılar ve kalbi boğan konuşmalar, gerçek ve kâmil mü’minlerden asla sâdır olmaz. Boş ve zararlı kelâm, ancak îman etmemiş garezkâr kimselerin özelliğidir. Nitekim;

Kur’ân-ı Kerim’de Allah Teâlâ, inkârcıların ve şirk ehlinin;

«Kavl-i zâhir  قول ظاهر boş sözler»le aldandığını (Ra’d, 33),

–Birbirlerini «zuhrufe’l-kavl  زخرف القول / yaldızlı sözler»le
aldattıklarını (En’âm, 112),

–Hakikati ikrardan kaçınmak için «kavl-i muhtelif مختلف قول / çelişkili bir söz» üzerinde kaldıklarını (Zâriyât, 8),

–Allah yolundan alıkoymak için de «lehve’l-hadîs لهو الاحاديث / oyalayıcı, lâf eğlencesi» satın aldıklarını beyan etmiştir (Lokman, 6).

Bu yaldızlı, oyalayıcı, boş sözlerden sakınmanın en mühim yolu da altın değerindeki sükûttur. Zira Cenâb-ı Hak; mü’minleri;

–Kavl-i sâbit قول ثابت / sarsılmaz bir sözle sağlamlaştırmıştır (İbrâhim, 27).

Mü’minler o sâbit, sağlam söze münasip olmayan hiçbir söze değer vermezler. Yine âyette buyurulduğu gibi:

“Cahiller onlara lâf attıkları /lâfla sataştıkları zaman; «selâm!» der (geçer)ler.” (Furkān, 63)

HÜLÂSA;

Yerli yerince, güzel, tatlı, yumuşak, tesirli, değer veren, gönül alan ve tesirli sözler söylememizi arzu eden Cenâb-ı Hak;

–Kavl-i azîm عظيم قول / ulûhiyet gibi insan idrâkinin ulaşamayacağı bahislerde ileri-geri vebali ağır söz (İsrâ, 40),

–Kavl-i lâ-yerdâ  لا يرضى قول /Allâh’ın râzı olmadığı söz (Nisâ, 108),

–Kavl-i sû’  قول سوء / çirkin söz (Nisâ, 148),

–Kavl-i zûr  قول زور / yalan söz (Hac, 30) ve;

–Kavl-i münker  قول منكر / kötü söz (Mücâdile, 2)

sûretindeki lâkırdı ve lâf ü güzaf kabîlinden ifadelerde bulunulmasından hoşnut olmadığını bildirmiş ve mü’minleri bundan sakındırmıştır.

Velhâsıl mü’minin konuşması, hâli ve davranışları; اَحْسَنْ / ahsen /en güzel ve en iyi, اَجْمَلْ / ecmel / en güzel ve gönle en ferahlık verici ve اَكْمَلْ / ekmel / en olgun ve en mükemmel olmalıdır. Yani;

Mü’minin sanat güzellik ve mükemmelliğinde bir mâneviyat, fikriyat ve hissiyat estetiği olacak. Bu estetik onun şahsiyetinden eserlerine de yansıyacak. Ne yapsa, tevâzu ve ihtişam sergisi hâlinde hayranlık verecek. Her şeyde Kur’ân ahlâk ve lisanının letafet ve zarafetini yansıtacak…

Cenâb-ı Hak lisanımızı, Kur’ân lisanını idrak eder ve konuşur hâle getirsin. Bizleri, hayatımızın her safhasında kemâl-i edep üzere bir ömür sürmeye muvaffak kılsın. Dillerimizi rahmet saçan bir lisan ve sözlerimizi de Kur’ân ahlâkı ve sünnet âdâbına lâyık ve rızâsına muvâfık eylesin.

Âmîn!..