Allah’tan -celle celâlühû- (O’na Yaraşır Bir Şekilde) Korkun!..

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

ALLAHʼTAN -CELLE CELÂLÜHÛ- (OʼNA YARAŞIR BİR ŞEKİLDE) KORKUN!..

Cenâb-ı Hak müʼminin, kendisine itaat üzere yaşayarak, muhabbetle yaşayarak ve müslüman olarak ölmesini istiyor. Müslüman olarak ölmesine, “müslüman olarak öleceksiniz” demiyor Cenâb-ı Hak:

يَا اَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ حَقَّ تُقَاتِهِ وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ buyuruyor.

“Ey îmân edenler! Allahʼtan Oʼna yaraşır şekilde korkun, takvâ sahibi olun. Ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102)

“Müslümanlar olarak can verirsiniz” buyurmuyor. “Can verin” buyuruyor.

En mühim; îmânın bedelini ödeyebilmek. Îman, Allâhʼın çok büyük bir lûtfu. Cenâb-ı Hak:

“…Allâhʼın nîmetini saymaya kalkarsanız onu sayamazsınız…” (İbrahim, 34) buyuruyor.

“O, göklerde ve yerde ne varsa kendi katından âmâde olarak sizlere ihsan etti (buyuruyor). Elbette düşünen bir toplum için…” (el-Câsiye, 13) buyuruyor.

Şu dünyada ne malzeme varsa hepsi bizim için imtihan malzemesi. Ve bu malzemesini düzgün kullanıp Cenâb-ı Hakkʼa yaklaşabilmek. Ve nefsî arzuları bertaraf edebilmek.

Bir Hak dostu şöyle buyuruyor:

“Yâ Rabbi! Senʼi bulan neyi kaybetti?”

اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

(“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâhʼı anmakla mutmain olur (huzura kavuşur).” [er-Ra‘d, 28])

“Yâ Rabbi! Senʼi bulan neyi kaybetti? Senʼi kaybeden de neyi buldu?”

Mevlânâʼnın ifâdesiyle;

“Gerçek ölüm, Hakʼtan uzakta kalmaktır.”

Yine Cenâb-ı Hak okunan âyet-i kerîmelerde:

“Onlar, ayaktayken, (dururken) otururken, yanları üzerindeyken, her vakit Allâhʼı zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191)

Cenâb-ı Hak kalbin kendisiyle müşterekliğini istiyor. Ondan sonra bir ufuk olacak, ufuk açılacak bu beraberlikte. İlâhî sanat, ilâhî azamet seyredilecek:

“…Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derinden derine tefekkür ederler…” (Âl-i İmrân, 191)

Kul, neye baksa ilâhî azamet tecellîsi, ilâhî vitrin. İlâhî azametin vitrini. İlâhî azametin mührü her şeyde. Derinden derine tefekkür ederler.

“…Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın…” (Âl-i İmrân, 191) derler. Bu âlem boşuna yaratılmadı. Biz bu dünyaya boşuna gelmedik. Bizim için bu malzemeler boşuna yaratılmadı. Hepsi âhiret malzemesi.

“…Senʼi tesbîh ederiz. Bizi Cehennem azâbından koru (derler).”

Cenâb-ı Hak bizden böyle bir gönül istiyor. Cenâb-ı Hak bizden, kendisiyle dostluğu arzu ediyor. Dostluk ise müştereklikten kaynaklanır. Kalbin Cenâb-ı Hakʼla, cemâlî sıfatlarla bir müşterekliği isteniyor.

İkinci olarak, diğer bir âyet-i kerîmede, dîni temsil etmemiz isteniyor:

“İşte böylece sizi vasat bir ümmet kıldık ki siz bütün insanlar üzerine (adâlet örneği ve Hakkʼın) şâhitleri olasınız. (Allâhʼın şâhidi olasınız.) Peygamber de sizin üzerinize şâhit olsun.” (el-Bakara, 143)

Efendimiz buyuruyor:

“Peygamberler ümmetlere dînin şâhididir. Benim ümmetim de diğer ümmetlere dînin şâhididir.” (Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XII, 171-172/34530)

Demek ki bir müslüman, devrin akışından mesʼûl. Dünyanın akışından bir müslüman mesʼûl demek ki.

Demek ki ferdî bir hayat istenmiyor. Müslüman, ictimâîleşecek. Bu dostluk ve dîni temsil neticesinde ilâhî tefekkür arzu ediliyor. Kulda Cenâb-ı Hakkʼa karşı bir vefâ hissi olacak. Müslüman olarak Dünyaʼya geldik. Dostluğun şartı vefakârlıktır. En mühim yakınlık da kalp ve beden âhengiyle kılınan namazla olacak.

Cenâb-ı Hak:

“Gecenin bir kısmında uyanarak Sana mahsus fazladan olmak üzere namaz kıl. Böylece Rabbinin Senʼi makâm-ı mahmûda göndereceğini umabilirsin.” (el-İsrâ, 79) buyuruyor Cenâb-ı Hak.

Velhâsıl takvâ ile Cenâb-ı Hakkʼa yakınlık isteniyor.

Tefekkür ve tahassüs artacak. Yeryüzünde güzel bir Allâhʼın kulu olacağız. Ve Cenâb-ı Hakkʼın şâhidi olacağız.

Hattâ Muhyiddîn-i Arabîʼnin güzel ifadeleri var:

“Semâya iyi davran.” diyor. Bir gökyüzünü tefekkür et diyor. Bir Güneşʼi, Ayʼı vs. nîmeti tefekkür et diyor. “Yeryüzüne iyi davran.” diyor. Yani toprak terkibinden Cenâb-ı Hakkʼın sana sunduklarını tefekkür et buyuruyor.

Cenâb-ı Hak muhtelif âyetlerde de insanın yaratılışı, yağmur vs. birçok şeyle bize misaller veriyor. Ve kul tefekkürü artıracak. Dâimâ her gördüğü şeyde Cenâb-ı Hakkʼı hatırlayacak. Cenâb-ı Hak böyle bir, bizden bir kalbî hayat, Cenâb-ı Hak istiyor, arzu ediyor.

“Müʼminler, Allah anıldığı zaman yürekleri titrer (buyruluyor). Kendilerine Allâhʼın âyetleri okunduğu zaman îmanları artar (buyruluyor. Değişen şartlarda) tevekkül (ve teslîmiyetleri) artar (buyruluyor). Onlar namazlarını (bir huşû içinde) ikāme ederler (buyruluyor). Kendilerine verdiğimiz rızıklardan da Allah yolunda infâk ederler.” (el-Enfâl, 2-3) buyruluyor. Yani kulun kendisiyle beraberliğini Rabbimiz arzu ediyor.

İkinci olarak, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼle beraberlik. İşte asr-ı saâdet ümmeti, en mesut bir toplumdu. Onlar sözde sahâbî değildi, amelde sahâbî idi. Amellerini muhabbetleriyle ortaya koyuyorlardı. Meselâ bir âyet inince, zannediyorlardı gökten bir sofra indi. Allâhʼın murâdı nedir bu âyet-i kerîmede, müzâkere hâlindelerdi.

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- az bir maldan sadaka vermenin fazîletini anlatıyordu. Çok maldan… Tabi o sırada az bir maldan verebilmek.

Âyet-i kerîmeler inmeye başlıyordu infak âyetleri:

“…Altını-gümüşü biriktirip Allah yolunda harcamayanları acıklı bir azâb ile müjdele!” (et-Tevbe, 34) ve benzerleri.

Ashâb-ı kirâm dağlara çıktı, odun kesti ashâb-ı suffe, yarı çıplaktı kendileri, topladıklarını Allah Rasûlüʼnün önüne koydular.

Cenâb-ı Hak, Allah Rasûlüʼnü yakından tanımamızı istiyor.

“Allah ve melekler, Peygamberʼe çokça salât ederler…” (el-Ahzâb, 56) buyuruyor. Cenâb-ı Hakkʼın ve meleklerin salât ettiğini. Çünkü Peygamber Efendimiz, Cenâb-ı Hakkʼın insanda tecellî eden bir sanat hârikası. Cenâb-ı Hak, kullarının bu sanat hârikasını görmesini ve bu sanat hârikasını, muhabbetle Oʼnu taklit etmesini arzu ediyor.

“…Oʼna, siz de Oʼna salevat getirin ve tam bir teslimiyetle selâm verin.” (el-Ahzâb, 56) buyuruyor.

Velhâsıl dâimâ bir mîzan hâlinde olmamız lâzım ki, âile hayatımız Oʼna ne kadar benziyor? Ticârî hayatımız ne kadar benziyor? Müslüman toplulukların sevinciyle ne kadar mesrur oluyor, ıztıraplarına ne kadar merhem olmaya gayret ediyoruz? Elimizden, dilimizden, gönlümüzden neler tevzî hâlindeyiz? Müʼmin kardeşlerimizi kendimize tercih hâlinde miyiz?

Yine Efendimiz buyuruyor:

“Müʼminlerin derdiyle dertlenmeyen bizden değildir.” (Hâkim, IV, 352; Heysemî, I, 87) buyuruyor. Yani bir müʼminin ictimâîleşmesi zarûrî. İbadetlerimiz, Efendimizʼe benzeyecek. Merhametimiz benzeyecek. Cenâb-ı Hak, kulundan merhamet istiyor.

وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ وَتَوَاصَوْا بِالْمَرْحَمَةِ

(“…Birbirine sabrı tavsiye edenlerden, birbirine merhameti tavsiye edenlerden olanlar.” [el-Beled, 17]) buyruluyor.

Kendin için istediğini, kardeşin için de isteyeceksin. Eğer öyle olursan, kıyamet günü o büyük infilâkta Arşʼın gölgesi altında kalan yedi kişiden biri olacaksın. Onun için, bir müʼminin îsar hâlinde olması isteniyor.

Efendimizʼin her ahlâkı mükemmelin mükemmeli ve zirve. Ve Oʼna ne kadar biz benzeyebiliriz? Kalp, ilâhî bir nazargâh, nazargâh-ı ilâhî.

Mûsâ -aleyhisselâm- soruyor:

“‒Yâ Rabbi! Senʼi ben nerede arayayım? Nerede bulayım?”

“‒Yâ Mûsâ (buyuruyor). Sen Benʼi kalbi kırıkların yanında bul, orada ararsın.” buyuruyor.

Efendimiz buyuruyor:

“Ben her müʼmine kendi nefsinden daha ötedeyim (daha üstünüm). Bir kimse ölürken mal bırakırsa o mal kendi yakınlarına âittir. Fakat borç ve yetimler bırakırsa o borç bana âittir. Yetimlere bakmak da benim vazifemdir.” buyuruyor Efendimiz. (Müslim, Cuma, 43; İbn-i Mâce, Mukaddime, 7)

Bize bir merhamet tablosu. Bu, hayır hizmetleri, gayretler, bunlar bir merhametin tezahürüdür.

Sâdî-i Şîrâzî Hazretleri ne güzel ifade ediyor:

“Seni hayır işlemeye muvaffak kıldığı için Allâhʼa şükret. (Allâhʼın büyük bir lûtfu, senin hayırda hizmet etmen.) Zira Cenâb-ı Hak seni lûtuf ve ihsânıyla boş bırakmadı. Seni hizmet yolunda istihdâm ettiği için sen Rabbine minnettâr ol.”

Demek ki müʼminde, Efendimizʼde olan merhametten bir hisse olacak. Muhtaçları arayacak. Maddî-mânevî onlarla ilgilenecek. Bilhassa onlara İslâmʼın güleryüzünü gösterecek.

Bugün en mühim; câminin, ezanın altında hidâyeti kaybedenler…

Cenâb-ı Hak Kasas Sûresiʼnde:

“…Allâhʼın sana ihsân ettiği gibi sen de insanlara ihsân et…” (el-Kasas, 77) buyuruyor.

Allah bana ne ihsân etti? Hidâyet ihsân etti. Onu tevzî edeceğim. Diğer ne? Güç, kuvvet… Hepsini ben, Allah bana ne ihsan ettiyse, Cenâb-ı Hak; “sen de onları insanlara ihsân et” buyuruyor.

Hidâyet için Efendimiz taşlanmayı göze alarak Tâifʼe gitti ve taşlandı döndü. Bir kişi müslüman oldu. Efendimiz mesrur oldu. Ravza yapılırken taş taşıdı. Bedrʼe giderken bir deveyi üç kişi sırayla kullandı. Ebû Lübâbe ile Hazret-i Ali ısrar ettikleri hâlde:

“‒Yok (dedi), sırayla bineceğiz.” buyurdu. (Bkz. İbn-i Sa’d, II, 21; Ahmed, I, 422)

Bir müslüman, merhametiyle örnek olacak. Yani bir müʼmin, karanlık bir gecenin mehtâbı gibi olacak. Nurlu olacak, derin olacak, hassas olacak, rakik olacak, diğergâm olacak, cömert olacak. Efendimizʼe benzeyebilmek…

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)