Allah’a Karşı Samîmiyet “İhlâs”

2000 – Kasim, Sayı: 177, Sayfa: 028

İmâm Kuşeyrî anlatır:

Horasan sultanı ve kahramanlarından Amr bin Leys öldükten sonra onu sâlih bir zât rü’yâda gördü ve aralarında şu mükâleme geçti:

“-Allâh sana ne muâmelede bulundu?”

“-Allâh beni afvetti.”

“-Allâh seni ne sebeple afvetti? Hayâtında nasıl bir amel işledin ki afva mazhar oldun?”

Bunun üzerine Amr bin Leys şöyle cevap verdi:

“-Günlerden birgün yüksek bir tepeye çıkmıştım. Oradan askerlerime baktım. Onların çokluğu ve ihtişamını seyredince: “Keşke Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- zamanında vâkî olan gazvelere ordumla beraber iştirâk edip de O’nun uğrunda fedâ-yı cân eyleyen bahtiyarlardan olabilseydim…”  diye hislendim. İşte bu niyet ve iştiyakımdaki ihlâs sebebiyle yüce Allâh, bana rahmetiyle muâmele ederek günâhlarımı bağışladı ve beni sonsuz nîmetleriyle mükâfatlandırdı.”

Bu hâdise, ihlâs ve samimiyetin, mü’min için ne kadar mühim olduğunu gösteren güzel bir misâldir. Buna göre kul, yapamadığı bir amel’den bile ihlâs ve samîmiyetinin bereketi neticesinde nice lutuflara mazhar olmaktadır. Nitekim Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- buyurur:

“Mü’minin niyeti (maksat ve ihlâsı) amelinden hayırlıdır.”

Çünkü bunlar, kalbin amelidir. İslâm nazarında da amellerin değeri, onların ortaya çıkmasına sebep olan niyet ve ihlâs ile ölçülür. Yâni bir fiilin ortaya çıkmasında onu yapan kişinin maksadı ne ise, hüküm ona göredir. Nitekim hadîs-i şerîfte bu gerçeği te’yîden:

“Ameller, niyetlere göredir.” buyurulmuştur.

Bu itibarla başta ibâdetler olmak üzere bütün hayırlı amellerin, Allâh rızâsı kasdolunarak yapılması asıldır. Bu da, ihlâs ile mümkündür. İhlâs, amelleri sırf rızâ-yı ilâhîyi kasdederek îfâ etmek ve onlar üzerine nefsânî gâyelerin gölgesini düşürmemektir. Beden için rûh ne ise, amel için ihlâs da o mesâbededir. İhlâssız amel, özden mahrûm kuru bir yorgunluktan ibarettir. Bütün amelleri ulvî bir gâyeye bağlayarak ibâdet vasıf ve derecesine yükseltmek kabildir.

Gerçekten Cenâb-ı Allâh’ın diğer mahlûkâtı ile birçok beşerî ve nefsânî fiillerde müşterek kıldığı insanoğlu, bütün fiillerindeki dünyevî, bedenî ve nefsânî tatminkârlığı gâye hâline getirmek gibi bir süfliyetten kurtularak onları ilâhî rızâ maksadının emrine sokabilmek iktidarı ile yaratılışındaki mükemmelliği tezâhür ettirebilir. Bu keyfiyet, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını, hayâtın umûmî ve nihâî bir gâyesi haline getirmek demektir ki, bütün fiilleri bu gâyeye hizmetleri vasfıyla rûhânîleştirir ve ibâdet seviyesine yükseltir. Uyku, yemek, içmek, evlâd ve mal-mülk edinmek gibi sayısız beşerî davranış, hep rızâ-yı ilâhîyi kazanmaya medar olacak bir mecrâ içinde cereyan ettirilebildiği takdirde hakîkaten ibâdet ve hayırlar kategorisine dâhil edilmiş olur.

Bu husûsda insanın üstün yaratılışına yakışan bir dirâyetle Cenâb-ı Hakk’ın rızâsından gayri bütün emelleri gönülden söküp atmak, müslümanın me’mûr bulunduğu büyük bir kahramanlıktır. Dolayısıyla Allâh katında amellerin makbûliyyetinin asıl şartı, ihlâstır.

İhlâs, Cenâb-ı Allâh’a yakınlaşabilme gâyesiyle her türlü dünyâ menfaatlerinden kalbi koruyabilmektir.

İhlâsın meyvesi ise, ihsândır. Bu da, kulun, sanki Allâh’ı görüyormuş gibi ibâdet ve davranışlarda bulunması ve kendisini her ân ilâhî müşâhede altında hissedebilmesidir.

İhlâs, kulları en büyük hayır olan ilâhî rızâya nâil eyler.

Allâh’ın mahlûkların amellerinden murâdı ancak kendi rızâsına müteveccih olan ihlâsdır. Âyet-i kerîmelerde buyurulur:

“(Ey Rasûlüm!) Şüphesiz ki Kitâb’ı sana hak olarak indirdik. O halde sen de dîni Allâh’a has kılarak ihlâs ile kulluk et!..” (ez-Zümer, 2)

“De ki: Ben, dîni Allâh’a has kılarak ihlâslı bir şekilde O’na kulluk etmekle emrolundum.” (ez-Zümer, 11)

Huzûr-i ilâhîden kovulan iblîs:

“Dedi ki: Ey Rabbim! Andolsun ki, beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günâhları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım.”

“Ancak onlardan ihlâsa erdirilmiş kulların müstesnâ!..” (el-Hicr, 39-40)

Âyette ifâdesini bulduğu gibi şeytan, ancak ve ancak ihlâsta zaaf gösterenlere musallat olabilmektedir. İhlâslı kullara ise, hiçbir te’sîri mümkün değildir. Nitekim Cenâb-ı Hakk, şeytanın sözlerine karşılık şöyle buyurmuştur:

“İşte bana varan dosdoğru yol, bu (ihlâslı kullardan olmak yolu) dur.”

“Şüphesiz ki benim kullarım üzerinde senin hiçbir hâkimiyet (ve nüfûzun) yoktur!. Ancak azgınlardan sana uyanlar hâriç!” (el-Hicr, 41-42)

“Elbette benim (ihlâslı) kullarım üzerinde senin hiçbir te’sîrin olmayacaktır. (Zîrâ onları) koruyucu olarak Rabbin yeter.” (el-İsrâ, 65)

Hadîs-i kudsîde buyurulur:

“İhlâs, benim sırlarımdan (öyle) bir sırdır (ki), onu kullarımdan (ancak) sevdiğim kimsenin kalbine emanet ederim. Onu (ecir defterine) yazmak için bir melek ve ifsâd etmek için de bir şeytan ona (ihlâsa) muttalî olamaz.”

İhlâs, bütün ameller için zarûrî olan öyle yüce bir nîmettir ki, ona sahip olmadan kurtuluşun mümkün olmadığını ifâde için hadîs-i şerîfde şöyle buyurulur:

“İnsanlar helâk olur, âlimler kurtulur. Âlimler de helâk olur, amel sahibi âlimler kurtulur. Amel sahibi âlimler de helâk olur, ancak ihlâs sahibi olanlar kurtulur. Ancak bu ihlâs sahipleri de (her an bu dünyâda) büyük bir tehlike ile karşı karşıyadır.”

Bu hakîkat, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle beyân edilir:

“(Azâbdan) ancak Allâh’ın hâlis kulları istisnâ edilecek…” (es-Sâffât, 40)

“Ey îmân edenler! Siz kendinize bakın. (İhlâs sahibi olun ve cemâat hâlinde bu halinizi de muhâfaza edin! Böyle yaparsanız), size, doğru yoldan sapan kimse zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allâh’adır. Artık O, size yaptıklarınızı bildirecektir.” (el-Mâide, 105)

İhlâs, niyetlerin temiz ve samîmî olmasıdır ki, ibâdetlerin sıhhat ve bereketi buna bağlıdır.

Hazret-i Mevlânâ, ihlâsdan mahrûm bir şekilde ibâdet eden kimselere şöyle seslenir:

“Ey gâfil! Keşke secde ettiğin zaman yüzünü samîmiyetle Hakk’a çevirebilseydin de “Yücelerden yüce olan Rabbim, her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir.” demenin mânâsını bilebilseydin, yâni sırf şekil secdesi değil de gönül secdesi yapabilseydin!..”

İhlâssız ibâdetler, ortaklar ve kirlerle doludur. O halde ibâdetleri saflaştırıp ulvîleştirecek olan sır, ihlâsla kaimdir. Aksine hali âyet-i kerîme ?öyle ifâde eder:

“Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, namazlarını ciddiye almazlar ve gösteriş için yaparlar!..” (el-Mâûn, 4-6)

İhlâs, amellere Hakk rızâsından başka şeylerin ortak edilmesinden kalbi muhâfazadır. Ancak bu maksadla gerçekleştirilmiş olan ibâdetlere “sâlih amel” denir. Cenâb-ı Hakk buyurur:

“Size onların (hayvanların) karnındaki işkembe pisliği ile kan arasından hâlis bir süt içiriyoruz ki, içenlerin boğazından âfiyetle geçer.” (en-Nahl, 66)

Müfessirler, bu âyette beyân buyurulan misâle teşbîhen demişlerdir ki:

İhlâs da, ameli, tıpkı sütün kan ve muzahrafattan ayırd edilmesi gibi bulanıklıklardan ayırd eder. Sütün hâlisiyyeti, kan ve pislikten arınması olduğu gibi, amellerin hâlisliği de Hakk rızâsından başka her şeyden berî kılınmasıdır.

Nitekim Cüneyd-i Bağdâdî şöyle der:

“İhlâs, ameli bulanıklıktan tasfiye etmektir.”

Bir Allâh dostu der ki:

“İhlâsda iddiâlı olmak, bir nevî ihlâssızlıktır.”

Hazret-i Îsâ, kendisine hâlis amelden soran havârîlerine şu cevabı verdi:

“Allâh için amel edip de bundan ötürü Hakk rızâsından başka bir arzusu bulunmayan şahsın yaptığı amel, hâlis ameldir.”

Dolayısyla ihlâs, amellerin başta riyâ olmak üzere her türlü mânevî kirlerden temiz olmasıdır. Zîrâ riyâ, ihlâsı bulandıran ve onu yok eden en büyük ve tehlikeli müessirdir. Amellerine riyâ karıştıran kimse, gizli şirke düşmüş olur ve azâba dûçâr kılınır.

Hadîs-i Şerîfde buyurulur:

“Kıyâmet gününde aleyhinde ilk hükmedilen insanlar şunlardır:

Birincisi şehîd edilen kimsedir. O Allâh’ın huzûruna getirilir. Allâh kendisine olan nîmetlerini anlatır. O da, bunları itiraf eder. Cenâb-ı Hakk:

“- Öyleyse bunlara karşı ne yaptın?” diye sorar.

Adam:

“- Yâ Rabbî! Senin uğrunda şehîd edildim.” der.

Allâh buyurur ki:

“- Yalan söyledin! Sen, yalnızca cür’etli ve cesur denilsin diye harbettin. Gerçekten öyle de denildi.”

(Sonra) onun hakkında emredilir ve ateşe atılıncaya kadar yüzüstü sürüklenir.

İkincisi ilim öğrenen, başkalarına da öğreten, ayrıca Kur’ân da okuyan adamdır. O huzûra getirilir. Allâh kendisine olan nîmetlerini anlatır. O da itiraf eder. Cenâb-ı Hakk:

“- Bunlara karşı ne yaptın?” diye sorar.

Adam:

“- İlim tahsîl ettim. Onu başkalarına da öğrettim. Senin uğrunda Kur’ân’da okudum.” der.

Allâh buyurur ki:

“- Yalan söyledin! Sen ilim öğrendin, ancak âlim denilsin diye; Kur’ân okudun, ancak o kârîdir, kırâat ehlidir denilsin diye. Hakîkat öyle de denildi.”

Sonra hakkında emrolunur ve ateşe, yâni cehenneme atılıncaya kadar yüzüstü sürüklenir.

Üçüncüsü Cenâb-ı Hakk’ın kendisini genişlettiği, malın her çeşidinden verdiği adamdır. O getirilir. Allâh ona olan nîmetlerini anlatır. O da bunları itiraf eder. Cenâb-ı Hakk:

“- Öyleyse bunlara karşı ne yaptın?” diye sorar.

Adam:

“- Hakkında infâk edilmesini emir buyurduğun hiçbir yol bırakmadım. Malımı ancak senin yolunda harcadım.” der.

Cenâb-ı Hakk buyurur:

“- Yalan söyledin! Onları ancak cömerttir denilesin diye yaptın. Nitekim öyle de denildi.”

Sonra hakkında emredilir ve cehenneme atılıncaya kadar yüzüstü sürüklenir.” (Buhârî, Müslim)

Bu hadîs-i şerîf, ihlâsın, amellerin Allâh katındaki kabul şartı olduğunu o derecede açık bir sûrette göstermektedir ki, gâye Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı olmadıkça zâhiren Allâh yolunda ölmek, ilim tahsîl etmek ve infakta bulunmak gibi -haddi zâtında- en makbûl olan ameller bile sahibine hiçbir fayda sağlamamaktadır.

O halde gerçek îmân, sırf lafızda kalan bir sözden; ameller de, birtakım kuru ve rûhsuz hareketlerden ibâret değildir. Gönlün tâ derinliklerinden taşan samîmî duygularla yaratana inanmak ve ona bağlanmak, emir ve nehiylerini zevk ve şevkle kabûllenmek ve bu hal ile amel-i sâlih icrâ ederken O’nun rızâsından gayrı bir maksada aslâ iltifat etmeyip değer vermemek îcâb eder. Aksi halde kul, nifâk hâlindedir, münâfıktır. Bu sıfattan kurtulamaz ve nefsinin zebûnu olarak gazab-ı ilâhîye dûçâr olur. Allâh Teâlâ buyurur:

“Ey Rasûlüm, hevâ ve hevesini ilâh edinen kimseyi gördün mü?” (el-Câsiye, 23)

Bu demektir ki, Cenâb-ı Hakk’ın arzu ettiği îmân ve amel, samîmî bir gönülle ve sırf kendi rızâsı için olandır.

Arınmış ve ihlâsa kavuşmuş bir kalbin samîmî tevbesini şu kıssa ne güzel ifâde eder:

Bir sahâbî yaptığı bir hırsızlık cürmünden nedâmet duyarak tevbe-i nasûh hâline girmişti. Nihâyet Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in huzûruna gelip yaptığı cürmü itiraf etti ve şer’î cezânın tatbîkini istedi. Bunun üzerine eli kesildi. Bu esnâda sahâbî, vücûdundan kopup yere düşen eline bakarak:

“-Ey elim! Seni benden koparana hamd ü senâlar olsun! Yoksa sen benim bütün vücûdumu yakacaktın!..” diyor, gönlünü kuşatan huzûr ve sürûru böylece ifâde ediyordu.

Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, buyururlar:

“Amelini ihlâslı yap! (Böyle yaparsan), amelin azı (bile) sana kâfî gelir.”

“Allâh, sizin sûretlerinize ve mallarınıza bakmaz! Fakat sizin (ihlâs ve takvâ bakımından) kalblerinize ve amellerinize bakar.”

Zîrâ Cenâb-ı Hakk, kimin daha çok kimin daha az ibâdet ettiğine değil, kimin daha hâlisâne ibâdet ettiğine, yâni kendi katında değerli olanın ihlâs olduğuna işareten âyet-i kerîmede şöyle beyân buyurur:

“O (Allâh) ki, ölümü ve hayatı hanginizin amel bakımından daha güzel (yâni ihlâslı) olduğunu imtihân için yarattı.” (el-Mülk, 2)

Cenâb-ı Hakk, ameldeki güzelliği, yâni ihlâsı tesbît ve tescîl için kullarını çeşitli şekillerde imtihân eder. Nitekim îmân ettikleri için türlü türlü işkencelere mârûz kalan mü’minler hakkında onların ihlâs ve samîmiyetlerini muhâfaza edip dînî hayatlarında sebâtkâr olmalarını îkâz sadedinde Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurur:

“Elif, Lâm, Mîm. İnsanlar (yalnız) “inandık” demeleriyle bırakılıverileceklerini, kendilerinin imtihana çekilmeyeceklerini mi sandı(lar)?”

“Andolsun ki, biz onlardan evvelkileri de imtihân etmişizdir. Allâh elbette sâdık olanları bilir ve elbette yalancı olanları da bilir.” (el-Ankebût, 1-3)

Ancak ihlâsın mâhiyetini iyi kavramak gerekir. Bir kısım insanların ihlâslı amel yapamama ve riyâ tehlikesi dolayısıyla yaptığı amelleri terketmesi, aslâ doğru değildir. Bu bakımdan yapılan amelleri terketmek değil, onları mümkün olduğunca kalb âlemiyle birlikte hâlisleştirip kemâle erdirmeye gayret lâzım gelir. Çünkü ihlâs yolu, çetinliklerle doludur. Nefsânî temâyüllerle mücâdeleyi gerektirir. Birdenbire ve basitçe ulaşılacak bir netice değildir. Lâyıkıyla ihlâs, beşerî yükselişte bir zirvedir. Zirveye tırmanmak ise, adım adımdır. Bu yolda hem beşerî irâdeyi kullanmak ve hem de Cenâb-ı Hakk’ın lutuf ve keremini niyâz hâlinde bulunmak lâzımdır.

Kalbi mâsivâdan koruyup ihlâsa erdirerek kalb-i selîme ulaşabilmenin en güzel yolu, başlıca şu vasıflarla mücehhez olabilmeye bağlıdır:

1. Zikir vâsıtasıyla Allâh -celle celâlühû- ile beraber olabilmek için ihsân duygusuna nâiliyyet, yâni kendini dâimî bir sûrette ilâhî murâkabe ve gözetim altında hissedebilmek.

2. Râbıta vâsıtasıyla başta Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- olmak üzere sâdık ve sâlihlerle muhabbeti dâimâ tâze tutabilmek, onların hallerini nümûne-i imtisâl edinebilmek; böylece feyiz denilen mânevî enerjiyi te’mîn etmek.

3. Sohbet vâsıtası ile îmân kardeşliğini yaşayıp, merhamet, fedâkârlık ve kendi imkânlarını devretme hasletlerini kazanarak kalbi tekâmül ettirmek.

4. Hizmet vâsıtasıyla bütün mahlûkatı gönlün merhamet muhabbet dâiresi içine alabilmek.

5. Bu ilâhî emâneti, yâni vücûdu helâl gıdâ ile beslemek. Zîrâ helâl gıdâya dikkat edilirse kalbler Allâh’ın emrine itâat meyliyle dolar ve vücûdumuz hayır kaynağı olur.

Aslolan, insanın, zikir, râbıta, sohbet, hizmet ve helâl gıdâ ile, rahmet-i ilâhiyyenin en büyük eseri, bir îcâd bedîası olan gönülde zuhûr edecek güzelliklerle bir vuslat iklîminde yaşayabilmesidir.

Yâ Rabbî! Bilhassa teşrîfiyle müşerref olduğumuz şu mübârek günlerde senin esrârından bir sır olan ihlâsın hakîkatine bizleri de nâil eyle! Bu lutfun şükrânlığı içerisinde sana kulluk eden evliyâullâhın gönül iklîminden bizlere hisseler nasîb ve müyesser kıl!

Âmîn!..