Allah Resulü Cemaatle Namaz Kılmamızı İstiyor

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

ALLAH RASÛLÜ (S.A.V.) CEMAATLE NAMAZ KILMAMIZI İSTİYOR

Cenâb-ı Hak ikramlarını bildiriyor:

“O, göklerde, yerde ne varsa kendi katından bir lûtuf olmak üzere size boyun eğdirmiştir (âmâde kılmıştır)…” (el-Câsiye, 13)

Güneş âmâde, Ay âmâde, hepsi bizim için. Zâten insan bitince hepsi de infilâk edecek. Toprak âmâde, mahlûkat âmâde.

“…Düşünen bir toplum için.” (el-Câsiye, 13) buyruluyor.

“Allâhʼın nîmetlerini saymaya kalkarsanız, onları sayamazsınız.” (İbrahim, 34) buyuruyor.

Bedenî nîmetlerden başlayalım, aça aça gidelim kendimizi. Rûhânî nîmetlere gelelim:

En büyük nîmet; Cenâb-ı Hakkʼa kul olabilmek, Cenâb-ı Hakkʼın “Hâdî” sıfatının tecellîsinde olabilmek. Müslüman olarak yaşayabilmek ve müslüman olarak can verebilmek.

Hayat da müslüman olarak can vermenin gayreti içinde olacak. Yine müslümanlar, müʼminler beraat alıp ilâhî mahkemeden Cennet yolculuğuna başladığı zaman, sevinecek müʼminler:

الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذِى هَدٰینَا لِهٰـذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِىَ لَوْلَا اَنْ هَدٰینَا اللّٰهُ diyecekler.

“…Hidâyetiyle bizi bu nîmete (Cennet nîmetine) kavuşturan Allâhʼa hamdolsun (diyecekler. Hidâyet vermese nasıl elde ederiz?) Allah bizi doğru yola iletmeseydi, kendiliğimizden doğru yolu bulacak değildik derler…” (el-A‘râf, 43)

Velhâsıl bu âyet çok mühim; A‘râf, 43. âyet.

Demek ki kul, bunun idrâki içinde bulunacak. Hidâyeti veren Cenâb-ı Hakkʼa dâimâ bir teşekkür edâsı hâlinde olacak. Bu teşekkür fiilde olacak.

قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ

“Müʼminler felâh buldu.” (el-Müʼminûn, 1)

O zaman müʼmin nedir? Ben ne kadar müʼminim? İsim müsemmâyı çeker.

Müʼmin: Gönüllerde îman ışığı parlatan, yani merhamet, şefkat, hak-hukuk tevzî eden, kendisine sığınanları himâye eden, koruyan, rahatlatan, güven veren, vaadine/sözüne güvenilir. Müʼmin bu mânâya geliyor.

Demek ki “müʼminler kurtuldu”. Bizim rûhâniyetimizde bu vasıflar ne kadar var?

قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ

“Müʼminler felâh buldu.” (el-Müʼminûn, 1)

Cenâb-ı Hak bütün yarattıklarına, her şeye bir can verdi. Zikir hâlindedir buyuruyor yerde gökte ne varsa, bizim idrâkimizin dışında. (Bkz. el-İsrâ, 44)

Bize kulluk için bir idrak verildi. Daha ötesi değil. Tabi öbür tarafta idrak daha da genişleyecek.

Muhyiddîn-i Arabî:

“Cenâb-ı Hak, Cennetʼi yarattı. Cennetʼe sordu. Cennet de; «قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ» dedi. «Müʼminler felâh buldu.»

Demek ki Cennet, müʼminlerin selâmete çıkacağı, felâh bulacağı yer. Felâh bulmak için de hayatın med-cezirlerini bertaraf, nefsânî arzuların temâyüllerinden kendimizi kurtarmamız îcâb eder. Kibirdi, gururdu, nefsâniyetti, bendi, vesâireydi, ihtirastı, pintilikti, israftı vs. Bu şerlerden kalbimizi kurtarmamız lâzım.

Maalesef, insan nefsâniyetine -dinden tâviz verince- nefsâniyeti palazlanmaya başlıyor. Ve tâviz vermeye başlıyor ve kendisini mâzur görme yollarına doğru gidiyor.

Yine Cenâb-ı Hak, Cennetʼle konuştuğu gibi, Cehennemʼle de konuşur Kāf Sûresiʼnde:

“O gün Cehennemʼe; «Doldun mu?» deriz…” (Kāf, 30)

Tabi bu bize ihtar mâhiyetinde.

“O gün Cehennemʼe; «Doldun mu?» deriz. O da; «Daha var mı?» der.” (Kāf, 30)

Yani; “Gönder mücrimleri yâ Rabbi!” der Cehennem de.

Bir müʼminin îmânını güçlendirecek birinci madde:

اَلَّذِينَ هُمْ فِى صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ

“Onlar ki namazlarında huşû içindedirler.” (el-Müʼminûn, 2)

Namazın bir bedenî tarafı var. Tahâret, abdest vs. bir de şekil tarafı var. Cenâb-ı Hak bizden huşû ile dolu bir namaz istiyor. Yani bedenin o hareketiyle beraber, kalbin de duyuşlarının artması.

İmam Mâsum Hazretleri. Bu, İmâm-ı Rabbânîʼnin oğlu, buyuruyor ki:

“Namaz, kulu Cenâb-ı Hakkʼa yaklaştıran en mühim ibadetlerin başında gelir. (Zâten ilk farz olan, namazdır.) Namaz, sonsuz kudret sahibi Cenâb-ı Hakʼtan bir nişan taşır. Namazda olan yakınlığı başka bir yerde bulabilmek mümkün değildir. (Kulun Rabbine en yakın olduğu an, namaz ânıdır. Zira âyet-i kerîmede; “…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyrulur.) Namazda kul ile Allah Teâlâ arasındaki perdeler kalkar. Bunun için namaza, «müʼminin mîrâcı» buyrulmuştur. (Nasıl Efendimiz miraçta “iki yay miktarı” buyruluyor. O kadar bir yakınlık, Cenâb-ı Hakʼla Efendimiz arasında. Burada da müʼminin Cenâb-ı Hakkʼa olan yakınlığı; “müʼminin mîrâcıdır.” buyrulmuştur.) Bu sebeple namazı huşû ile kılmaya ne kadar çok gayret edilirse kişinin mîrâcı o kadar kâmil olur (Cenâb-ı Hakkʼa yakınlığı). Bu da, sünnet-i seniyyeye ve sünnetlere dikkat etmekle, ittibâ etmekle kābildir.”

Yine Muhammed Mâsum Hazretleri buyuruyor ki:

“Namazı sadece bildiğiniz şekillerden ibaret zannetmeyin. Namazın gayb âleminde bir hakîkati vardır ki bütün hakîkatlerin üstündedir…”

Yine, bu, huşû ile kılınan namaz da, Cenâb-ı Hak onun bereketini bildiriyor:

“…Namaz, fahşâdan ve münkerden korur…” (el-Ankebût, 45) buyuruyor. Fakat bir, sırf bir mecburiyet savar gibi kılınan namazlar, dar vakte sıkıştırılan namazlar, huşûdan uzak namazlar, Cenâb-ı Hak bunlara da:

فَوَيْلٌ لِلْمُصَلِّينَ buyuruyor.

“Yazıklar olsun o namaz kılanlara…” (el-Mâûn, 4) Cenâb-ı Hakʼla olan bu mülâkâtı ziyan ediyor.

Namaz, diğer bir ifadeyle, Cenâb-ı Hakkʼa bir teşekkür borcumuz. Her rekâtta bir Cenâb-ı Hak bize Fâtihaʼyı okutturuyor. Fâtihaʼyı unutursak sehiv secdesi yapmamız lâzım. Diğer bâzı görüşlere göre Fâtiha okumak farzdır. Demek ki okuduğumuz Fâtihaʼnın ne kadar muhtevâsı içinde bir hayatımız var? Ne kadar hamdimiz var?

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

(“Hamd, Âlemlerin Rabbi Allâh’a mahsustur.” [el-Fâtiha, 2])

اَلرَّحْمٰـنِ الرَّحِيمِ

(“O, Rahmânʼdır, Rahîmʼdir.” [el-Fâtiha, 3])

Ne kadar merhametimiz, şefkatimiz var mahlûkâta ve bütün müʼminlere?

مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ

(“Hesap ve cezâ gününün mâlikidir.” [el-Fâtiha, 4])

Ne kadar bir âhiret endişesi içindeyiz?..

Şimdi meselâ üniversite imtihanları var. Bütün gençlerde dâimâ bir heyecan var; acaba kazanacak mıyım, kazanamayacak mıyım? Esas olan imtihan, son nefes. Bir daha dönüş de yok; gayr-i kābil-i rücû. Dünya imtihanında dönersin, tekrar girersin, tekrar kazanırsın. Fakat kaset dolduruyoruz, bir sefere mahsus, gayr-i kābil-i rücû; dönüş de yok. Ebediyete bir yol açılacak.

مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ

(“Hesap ve cezâ gününün mâlikidir.” [el-Fâtiha, 4])

Bize bir âhireti hatırlatması lâzım, kıyâmeti hatırlatması lâzım.

اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ

(“Ancak Sana kulluk eder ve ancak Senʼden yardım dileriz.” [el-Fâtiha, 5])

Cenâb-ı Hakkʼa duâ ediyoruz, istiyoruz ama, ne kadar Cenâb-ı Hakkʼa kulluğumuz var? Ne kadar Cenâb-ı Hak bizden râzı.

اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ

(Yâ Rabbi!) Ancak Sana kulluk yapar, ancak Senʼden yardım bekleriz.” (el-Fâtiha, 5) diyoruz.

Peki, yardım istiyoruz ama kulluğumuz ne kadar?

اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ

“Bize doğru yolu göster.” [el-Fâtiha, 6]) diyoruz.

Ne kadar Efendimizʼin hayatına bir özenti hâlindeyiz? Ne kadar duâ ediyoruz Cenâb-ı Hakkʼa o hayatın üzerinde olmamıza?

Cenâb-ı Hak, o peygamberlere, velîlere verdiği nîmetten ne kadar talebimiz var? Ne kadar onların izindeyiz? Yoldan çıkanlardan da ne kadar uzaktayız? (Bkz. el-Fâtiha, 7)

Cenâb-ı Hak her rekâtta bunu bize telkin ediyor.

Tabi, sahâbe nasıl namaz kılardı? Efendimiz nasıl namaz kılardı?

Âişe Vâlidemiz buyuruyor:

“Sanki diyor, sadrından diyor, namaza dururdu, bir kazan içinde suyun fokurdaması gibi, yüreğinden/sadrından ses gelirdi.” buyuruyor. (Bkz. Ebû Dâvûd, Salât, 156-157/904; Ahmed, IV, 25, 26)

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- bir ok yedi, çıkartamadılar ıztıraptan.

“‒Namaza durayım.” dedi. (Namazdan sonra:)

“‒Ne yaptınız?” dedi.

“‒Çıkardık yâ Halife!” dediler.

Ne kadar bir huşû ve bir vecd hâlinde bir namaz?

Tabi bunlar, çok büyük merhalelerden sonra katedilecek mesafeler. Biz de ne kadar yaklaşabilirsek, bizim için o kadar ehemmiyetli.

Ebû Firas var. Bu, Efendimizʼe su getirirdi. Kapısına koyardı. Efendimiz de o suyla gece ibadeti için abdest alırdı, diğer ihtiyaçlarını görürdü.

Efendimiz bir gün buyurdu ki:

“‒Ebû Firas (dedi), ben herkesin mukâbilini verdim, seninkini veremedim, ne istersin benden, dile benden ne dilersin?”

Firas da dedi ki:

“‒Yâ Rasûlâllah! (Dedi.) Ben Senʼden Cennetʼte beraber olmak istiyorum.” dedi.

“‒Ebû Firas (dedi), başka şeyler söyle (dedi). Çok zor şey istedin benden.” dedi.

Efendimizʼin Cennetʼteki yeri, bütün peygamberlerin üzerinde. O da beraber olmak istiyor.

“‒Çok zor şey istedin benden (diyor), biraz dünyevî şeyler iste benden.” diyor.

“‒Yok (diyor) yâ Rasûlâllah! (Diyor.) Ben (diyor), yalnız (diyor) Senʼinle beraber olmak istiyorum.” diyor.

Efendimiz buyuruyor o zaman:

“‒Çok çok (diyor) secde ederek (diyor) bana yardımcı ol (diyor), bana yardım et o şekilde.” diyor. (Bkz. Müslim, Salât, 226)

Demek ki kardeşler! Namaz çok mühim. Namazı -birincisi- cemaatle kılmamız lâzım. İş yerlerinde vs. cemaatle kılmamız lâzım. İki kişiysek birimiz imam olacak. Fakat imam olanın kıraati de düzgün olması lâzım. Namazın âdâbını da bilmesi lâzım kıldıranın.

Onun için cemaatle namaz çok mühim. Allâhʼın rahmeti cemaatin üzerinde.

İbn-i Mektum vardı, âmâydı. Efendimizʼin müezzini. Bir gün geldi Efendimizʼe:

“‒Yâ Rasûlâllah! Benim gözlerim âmâ. (Dedi. Bir.) Evim mescide uzak. (Dedi. İki.) Beni götürecek kimse yok. (Üç.) Yolda haşerat var, gözüm görmüyor, kendimi ben koruyacak durumda değilim. Ben evimde namaz kılsam olur mu?” dedi.

Efendimiz biraz sükût etti:

“‒Sen (dedi) hayya aleʼs-salâhʼı, hayya aleʼl-felâhʼı duyuyor musun?” dedi.

“‒Duyuyorum yâ Rasûlâllah!”

“‒O zaman (dedi), sürünerek de olsa mescide devam et.” buyurdu.

Demek ki mescide devam edip namazı cemaatle kılmanın bu kadar büyük ecri var. Allah Rasûlü bunu istiyor. Cenâb-ı Hak onu istiyor bir cemaat hâlinde olmamızı arzu ediyor. Câmilerimiz -elhamdülillah- mescidlerimiz adım başı var. Bir mazeret de yok kıyâmet günü.

Takvânın başı da namaz. Çünkü namaz, fahşâdan, münkerden koruyacak gerçek namaz.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- Übey bin Kâ‘bʼa sordu:

“‒Übey!” dedi.

Kurʼân-ı Kerîmʼde 258 yerde muhtelif şekilde takvâ geçiyor, muhtelif kalıplarda.

“‒Übey (diyor), Übey bin Kâ‘b (diyor), takvâ nedir? (Diyor.) Bana müşahhas bir târif getir takvâya.” diyor.

Übey de diyor ki:

“‒Ömer (diyor), sen hiç dikenli yol üzerinde yürüdün mü?” diyor.

Hazret-i Ömer:

“‒Evet (diyor), yürüdüm (diyor) dikenli yol üzerinde.”

“‒Peki ne yaptın?” diyor.

“‒Elbisemi topladım (diyor), dikenlerin bana zarar vermemesi için bütün dikkatimi sarf ettim.” diyor.

“‒İşte takvâ budur.” diyor.

Demek ki bütün, Allâhʼın haram kıldığı, kerahat olarak bildirdiği her şeyden kendimizi korumak, takvâ olmuş oluyor.

Takvâ, müʼmine duygulu bir vicdan veriyor, merhamet tevzî edecek. Şuurda berraklık veriyor. İlâhî kameranın altında olduğunun kul idrâki içinde olacak. Cenâb-ı Hakkʼa beyneʼl-havfi veʼr-recâ; korku ve ümit hâlinde olacak. Cenâb-ı Hakkʼın azamet-i ilâhiyyesinden titreyecek. Fakat Cenâb-ı Hakkʼın rahmetinden de ümitvar olacak. Müʼmin dâimâ bu şekilde ilticâ edecek.

Onun için gerçek tahsil, takvâ tahsili. Biz dünyaya takvâ tahsili için geldik. Diğer bütün ilimleri Cenâb-ı Hak insana verdi. Tıp, botanik vs. astrofizik vs. Bunlar da Cenâb-ı Hakkʼın azamet-i ilâhiyyesini idrâk etmek için.

Fakat esas tahsil, takvâ tahsili. Allâhʼa kul olabilmek. O, kalbin tahsili.

Sami Efendi Hazretleriʼne -kuddise sirruh- Allah şefaatine nâil eylesin, bir talebesi geliyor:

“‒Efendim (diyor), yeğenlerim şu meslekteler, mühendis yahut da mimar. Onlara siz duâ edin Efendim.” diyorlar.

Efendimiz sükût ediyor:

“‒Ben de (diyor), Dâruʼl-Fünûnʼda tahsil gördüm.” diyor.

O zaman Dâruʼl-Fünûn Hukuk Fakültesi, bütün o hukukî şeylerin, bugünkü gibi değil, bütün hukukların tahsil edildiği bir yer. O zaman o fakülteyi tahsil eden de az. Yani zor bir fakülte. İslâm hukukundan başlıyor, diğer hukuklar gidiyor.

“‒Ben (diyor), oğlum (diyor), Dâruʼl-Fünûnʼu tahsil ettim, Dâruʼl-Fünunʼda okudum, orayı tahsil ettim ama (diyor), bunlar (diyor) bir merhale (diyor). Esas senin tahsil edeceğin, yahut hepimizin tahsil edeceği (diyor), takvâ tahsili.” buyuruyor.

Cenâb-ı Hakkʼa kul olabilmeyi kalbimizin öğrenmesi, zihnimizin değil. Îman, dil ile ikrar, zihinle tasdik değil kalben tasdik. Yani kalbî davranışlara geçmesi.

Onun için Cenâb-ı Hak:

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

(“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” [el-Alak, 1]) buyuruyor.

Kalp, öyle bir hâl olacak ki, her gördüğünde Cenâb-ı Hakkʼı düşünecek. İlâhî azameti tefekkür edecek.

“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” (el-Alak, 1)

Kalp bunu okuyacak, göz değil. Göz, kalbe bir gözlük mesâbesinde olacak. Takvâya geldiği zaman da mârifetullahʼtan bir pencere açılacak: Hikmet…

وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ

Cenâb-ı Hak:

“…Siz takvâ sahibi olun ki Allah size öğretsin…” (el-Bakara, 282) buyuruyor.

O zaman kulun muallimi Cenâb-ı Hak olacak. Satırların hükmü bitmiş olacak. Satırlardan başlayacak, fakat satırların tahsili bir yere kadar. Satırlar bitecek, sadırdan, Cenâb-ı Hakkʼın kalbe verdiği birtakım sünûhatlar, tuluatlar olacak. Kalpte bir hikmet gözü açılacak.

Zaten peygamberlerin üç vazifesi var:

Birincisi; dîni telâkkî, âyetleri okumak, âyetleri telkin etmek.

İkincisi; iç âlemleri temizlemek.

Üçüncüsü de, Kitap ve hikmeti telâkkî ettirmek.

Onun için en mühim gerçek tahsil, mârifetullah tahsili.

مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ (Nefsini bilen.) İnsanın kendini bilebilmesi. Nefsânî arzuların şerrinden kendini koruyabilmesi.

Onun için Cenâb-ı Hak:

سَاجِدًا وَقَائِمًا buyuruyor. “…Secde ve kıyam hâlinde olurlar…” (ez-Zümer, 9)

Ne zaman? En zor, seherlerdedir secde ve kıyam hâlinde olmak. Uykunun bastırdığı zaman.

Dâimâ, hayatın her safhasında يَحْذَرُ الْاٰخِرَةَ, bir âhiret endişesi içinde içinde olabilmek. (Bkz. ez-Zümer, 9)

وَيَرْجُوا رَحْمَةَ رَبِّهِ Cenâb-ı Hakʼtan devamlı bir ilticâ hâlinde olabilmek. (Bkz. ez-Zümer, 9)

İnsanın iki sıfatı var, menfî sıfat; “ظَلُومًا جَهُولًا” (el-Ahzâb, 72). İnsanın çok zâlim olması. Kime zâlim; kendine zâlim. Kendini Cehennem yolcusu yapıyor nefsine uyarak. Onun için neyle kurtulacak? Amel-i sâlihlerle ve takvâ ile kurtulacak.

جَهُولًا sıfatı var. Bu جَهُولًا; çok câhil. Niçin dünyaya geldi? Kimin mülkünde yaşıyor? Yolculuğu nereye? Nelerle karşılaşacak? Farkında değil. جَهُولًا sıfatı.

Bunun da zıddı, zâhir ve bâtın olan ilim. Yani mârifetullahta mesâfe alacak. Dâimâ kalp; “Aman yâ Rabbi!” diyecek.

Ondan sonra gelen âyet:

وَالَّذِينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَ

“Onlar ki boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler.” (el-Müʼminûn, 3)