Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile İKİ CİHANDA BERABERLİK

Ebedî Fecre

Yıl: 2011 Ay: Mayıs Sayı: 75

MUHABBET…

Yaratılışın ve kâinâtın temelinde muhabbet vardır.

Bilinmeyi arzu eden Cenâb-ı Hak, bütün mevcûdâtı insan için; insanı da Zâtına kulluk etmesi, Allâh’ı tanıması ve O’nunla dost olması için yaratmıştır.

Bütün varlık, bu gayeleri gerçekleştirme istikametinde bir imtihanın dershânesi ve dekoru hükmündedir.

Bu dersin mükâfâtı cennet ve cemâlullah… Cezası ise mahrumiyet ve ilâhî azaptır…

Bu imtihanın ders kitabı, mukaddes kitaplar; muallimleri, peygamberlerdir.

Allâh’ı bilmek, O’na kulluk etmek ve O’nunla dost olmakta en yüksek ve nihâî rehber Kur’ân-ı Kerim; en yüksek tecellî, en zirve misal ve en müstesnâ muallim de Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir.

Cenâb-ı Hakk’ın bizden istediği, O’nunla dost olabilecek kâmil bir ahlâk ve şahsiyeti bize; Kur’ân-ı Kerim anlattı ve anlatmakta, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise yaşayarak gösterdi ve göstermekte.

Sıfır sermaye ile erdiğimiz bu yüce lütuflara ne kadar şükretsek azdır. Bir başka şükür sebebidir ki; bu nimetlerin şükrü, evvelâ o nimetlerden istifade etmektir. Bu nimetlerin şükrü; önce kıymetlerini idrâk etmek, o ikramları kabul etmek, gönülden bir muhabbet ve medyûniyetle Kur’ân ve Sünnet’e sarılmakla başlar. Zaten Allâh’a yakın olan Kur’ân-ı Kerîm’i, Efendimiz’le her hâliyle beraber olan da sünnet-i seniyyeyi daha iyi anlar.

Bu hususta da ilâhî rahmet ve nebevî şefkat bizleri misalsiz, rehbersiz bırakmamıştır. Efendimiz ve Kur’ân-ı Kerîm’in ne büyük bir nimet olduğu ve bu bedelsiz kavuşulan nimetlerin şükür bedellerinin nasıl îfâ edileceğini bizlere, sahâbe-i kiram ve takipçileri olan ehlullah hazerâtı göstermiştir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; gönderildiği rahmeti, bir gönle daha ulaştırabilmek için çırpınış hâlinde bir ömür yaşamıştır. Yirmi üç senelik risâlet ömrünü, ulaşabildiği insanların uhrevî felâhına vakfetmiş, Vedâ Hutbesi’ni dinleyen 120 bin sahâbîye;

«Tebliğ ettim mi?» diye üç defa teyid edip Cenâb-ı Hakk’ı şahit tuttuğu gibi, o büyük vazifesini ikmâl etmiştir. Ashâbına verdiği tebliğ ve hizmet şuuruyla, cihad ve îlâ-yı kelimetullah iştiyâkıyla da bütün insanlığın iki cihan saâdeti için vesile-i rahmet olmuştur.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; sadece Mekke’nin, Medine’nin, Arap Yarımadası’nın felâhı ile iktifâ etmemiş; ilâhî rahmetin bütün âlemleri kuşatması, sarması için devrinin devlet başkanlarına İslâm’a davet mektupları göndermiş; yetiştirdiği binlerce ashâbını tâ Çin’e kadar geniş bir coğrafyada hizmetle vazifelendirmiştir.

Çünkü O;

ÂLEMLERE RAHMET

O Rahmet Peygamberi’nin mübârek ifadesiyle;

“Rahmetin bir gönle daha ulaşmasına, bir tek kulun hidâyetine vesile olmak; bir mü’min için, üzerine güneşin doğduğu her şeyden daha hayırlıdır.” (Câmiu’s-sağîr, No: 7219)

Bu sancağı devralan ashâb-ı kiram, Atlas Okyanusu’ndan Çin’e kadar dev bir coğrafyaya İslâm’ın nûrunu kandil kandil taşıdı. Onlardan biri bizler için bir başka kıymet ifade eder:

Ebû Eyyûb el-Ensârî -radıyallâhu anh-…

Efendimiz’i evinde misafir eden bu bahtiyar sahâbî; Efendimiz’den aldığı tebliğ şuuruyla, esas hayat olan âhirette Efendimiz’le beraber olmak iştiyâkıyla, seksen küsur yaşında İstanbul seferine katıldı. Yolda hastalandı. Vefatı yaklaşınca asker arkadaşlarına şöyle dedi:

“Şayet ölürsem beni yanınıza alın ve Rum topraklarına doğru gidebildiğiniz en son noktaya götürün. Düşman saflarıyla karşılaşıp (daha fazla ilerleyemez olduğunuzda) beni oraya, ayaklarınızın o ulaştığı yere defnedin!..” (Bkz. Ahmed, V, 419, 416)

İşte bugün o Medineli sahâbî; yurdundan yüzlerce kilometre ötede, adını verdiği semtte, her gün binlerce ziyaretçisiyle yine İslâm’ın güler yüzünü, tebliğ ve hidâyete vesile olma heyecanını temsil ediyor.

Onların kalbi dâimâ Allah Rasûlü’nün rızâsı istikametinde atmış, gözleri O’nun hoşnutluğunu aramış, canları O’nun en ufak bir arzusu için fedâya hazır olmuştur. Bu uğurda her türlü fedâkârlığa, mahrûmiyete seve seve koşmayı vazife bilmişlerdir. Bütün bunların karşılığında onların tek arzusu vardır:

İKİ CİHANDA BERABERLİK

Onlar Fahr-i Kâinât Efendimiz ile beraber olmak iştiyâkı içindeydiler. Beraberliğin her hâlini ikmâle gayret edebilmek tek endişeleriydi. Çünkü Hakk’a dost olmanın, Rasûlullah Efendimiz’e yakın ve O’nunla beraber olmak ile mümkün olduğunu idrâk etmişlerdi.

Fiilen Efendimiz’in yanında olmaya can atarlardı. Namazda hemen O’nun arkasında yahut sağında olmak isterlerdi. Bu, Efendimiz’in de arzusu idi. Nitekim Hazret-i Enes’in bildirdiğine göre:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, muhâcirlerin ve ensârın; (namaz erkânını) kendisinden yakînen görüp öğrenebilmeleri için, hemen peşinde namaza durmalarını isterdi.” (İbn-i Mâce, Salât, 44)

Harpte ve seferde Efendimiz’in etrafında pervâne olmaya can atarlardı. Efendimiz; denizi gösterse, tereddütsüz gidecek derecede sadâkatle bağlı idiler. Bu uğurda; îman şerefine erememiş babalarıyla, kardeşleriyle karşı karşıya kılıç kılıca geldiler. Efendimiz’e yakınlığı; kan bağıyla bağlı oldukları babalarına, kardeşlerine tercih ettiler.

O’nu cansiperâne korumak üzere bey‘at ettiler. Allâh’a söz verdiler ve bu sözlerini canları pahasına tuttular. O’nun hayatı söz konusu olunca, kendi canlarını, evlâtlarını dahî unuttular.

İŞTE UHUD’DAN BİR MİSAL

Uhud günü Medine menhus bir haberle sarsıldı:

“Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- öldürüldü!”

Harbe iştirâk edemeyen kadın, çocuk ve yaşlıların bulunduğu şehirde; çığlıklar koptu, feryatlar Arş’a yükseldi. Herkes yollara düşerek gelenlerden bir haber almaya çalışıyordu. Ensardan Sümeyrâ Hatun o gün beş şehâdet haberi almıştı:

“–İki oğlun, baban, kocan ve kardeşin şehîd oldu!” dediler. Fakat o mübârek hanım; bunlara hiç aldırış etmiyor, yanar-yakılırcasına O’nu soruyordu:

“–O’na bir şey oldu mu? O’na bir şey oldu mu?”

Sahâbe-i kiram;

“–Allâh’a hamd olsun ki Allah Rasûlü’nün durumu iyidir. O, senin arzu ettiğin gibi hayattadır!” dediler.

Sümeyrâ Hatun;

“–Onu görmeden gönlüm huzur bulmayacak, bana Allâh’ın Rasûlü’nü gösteriniz.” dedi. Gösterdiklerinde derhâl gidip elbisesinin ucundan tuttu:

“–Anam-babam Sana fedâ olsun ey Allâh’ın Rasûlü! Sen sağ olduktan sonra, gayrı hiçbir şeye aldırmam!” dedi. (Vâkıdî, I, 292; Heysemî, VI, 115)

Ne ulvî bir muhabbet ve kalbî beraberlik iştiyâkı! Şehâdetin şeref ve yüceliğine ne müthiş bir îman!.. Ne yüksek bir fenâ fi’r-Rasûl hâli…

Ashâbın Efendimiz’in beraberinde olup mübârek sohbetinden istifade etme iştiyakları o dereceye vardı ki; âyet-i kerîme inerek, işleri bitince hâne-i saâdetten ayrılmaları ve Efendimiz’e eziyet vermemeleri ihtar olundu. Dünya işlerini, din kardeşleriyle nöbetleşe yapar, sırayla Allah Rasûlü’nün arkasında namaz ve sohbete koşarlardı. Anneler, evlâtlarını Efendimiz’in sohbetine teşvik ederlerdi.

Ashâb-ı kiram, Efendimiz’in üsve-i hasene oluşunu çok iyi anlamıştı. Efendimiz’in her hâlini talim ediyor, tahsil ediyor, kendilerine tatbik ediyorlardı. Abdullah İbn-i Abbâs, Abdullah İbn-i Ömer -radıyallâhu anhüm- gibi sahâbîler Efendimiz’le akrabalık bağlarından istifade ile; O’nun geceleri nasıl ihyâ ettiğini öğrenmeye çalışıyor, gündüz ahvâli gibi, gecelerini de O’nun gecesine benzetmeye gayret ediyorlardı.

Başta suffe ehli olmak üzere Ebu’d-Derdâ, Ebû Hüreyre, Enes bin Mâlik, Bilâl-i Habeşî, Abdullah İbn-i Ömer -radıyallâhu anhüm- gibi birçok sahâbî; Efendimiz’e yüksek muhabbetlerinin bir meyvesi olarak, her fırsatta Efendimiz’le beraber olmaya çalışırlardı. Hattâ kendilerini sırf Allah Rasûlü’nü bir gölge gibi takibe adamışlardı.

Efendimiz’in Hakk’a irtihâlinden sonra da O’ndan tahsil ettikleri hâl üzere, O Güneş’in mâkesi bahtiyar aynalar hâlinde bir ömür sürdüler. Efendimiz’in gönüllerde bıraktığı muhabbet izi öyle müthiş idi ki sahâbîler; Efendimiz’in yaptığı hareketin hikmetini bilmeseler bile o hareketi, O’nunla aynîleşmek için yapıyorlardı.

Onları böyle davranmaya sevk eden kalplerinden taşan muhabbet idi. Muhabbetullah ve Aşk-ı Muhammedî…

Bu iki muhabbet iç içe idi, nitekim âyet-i kerîmede buyurulur:

قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُون۪ي يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَح۪يمٌ

(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (Âl-i İmrân, 31)

Bilhassa Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anhümâ-’nın Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-   Efendimiz’e olan muhabbet ve itâati çok câlib-i dikkat idi.

Abdullah -radıyallâhu anh-, Rasûl-i Ekrem’in vefatından sonra O’na olan sevgisinden dolayı; Fahr-i Cihan Efendimiz’in namaz kıldığı yerleri öğrenip oralarda namaz kılmayı, yürüdüğü yollarda yürümeyi, gölgelendiği ağaçların altında oturmayı ve kurumasınlar diye onları sulamayı itiyat edinmişti. Büyük bir samimiyetle Efendimiz’in gittiğini gördüğü yolları takip eder, O’nun hayvanını çevirip döndüğü yerlerden dönerdi. Hiçbir işi olmadığı hâlde sadece müslümanlarla selâmlaşmak niyetiyle sokağa çıktığı olurdu. (İbn-i Sa‘d, IV, 156; İbn-i Hacer, el-İsâbe, II, 349; İbn-i Esir, Üsdü’l-ğâbe, III, 341.)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-   , bineğinin üzerinde iken yönü hangi istikamette olursa olsun; tesbih eder, (nâfile namaz kılar, rükû ve secde için) başıyla îmâda bulunurdu. (Tıpkı kardaki izleri takip ederek yol alan bir kişi gibi) İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- da bir ömür Allah Rasûlü’nü taklîd ederek yolculuklarında böyle yaptı. (Buhârî, Taksîru’s-Salât, 7, 8, 11, 12; Vitr, 5, 6; Müslim, Müsâfirîn, 39)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in her Cumartesi günü binekle veya yaya olarak Mescid-i Kubâ’ya gittiğini gören Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anhümâ- da ömrünün kalan kısmında aynen böyle yapardı. (Müslim, Hac, 521)

Hâsılı ona, yaptığı bir hareket sebebiyle; “Niçin böyle yapıyorsun?” diye sorulduğunda cevap hep aynı idi:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i böyle yapar-ken gördüm.” (Buhârî, Vudû’ 30; Hac, 16, 38, 149; Müslim, Hac, 25, 245, 521; Elfâz, 21; Tirmizî, Hac, 39/864; Ebû Dâvûd, Hâtem, 5/4227, 4228; Nesâî, Hac, 174; İbn-i Mâce, Hac, 43; Muvattâ, Hac, 31.)

Bunlar; beraberlik iştiyâkının zâhire yansıyan, dışarı taşan misalleriydi. Bu gibi hareketleri mânâsını, rûhunu idrâk etmeden yapmaya kalkanlar, kuru birer taklitçi olurlar.

Hâlbuki ashâb-ı kiram bütün bu mekân ve zaman beraberliğinin rûhu olan gönül beraberliğini asla ihmal etmediler.

KALBÎ BERABERLİK…

O’nun sevdiğini sevmek, O’nun sevmediğini de sevmemek onların gönül mîyarları idi. Çünkü Efendimiz’den öğrendiler ki:

“Amellerin en fazîletlisi, Allah için sevmek ve Allah için buğzetmektir.” (Ebû Dâvûd, Sünnet, 3)

Yani lâyıkına muhabbet, müstehakkına nefret…

Bu sadece bir fazîlet değil, îmânın gereği idi. Nitekim âyet-i kerîmede Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile kalbî beraberlik bir îman şartı olarak şöyle buyuruldu:

فَلَا وَرَبِّكَ لَا يُؤْمِنُونَ حَتّٰى يُحَكِّمُوكَ فٖ۪يمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ لَا يَجِدُوا فٖ۪ى اَنْفُسِهِمْ حَرَجًا مِمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُوا تَسْلٖ۪يمًا

“Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda Sen’i hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam mânâsıyla kabullenmedikçe îmân etmiş olmazlar.” (en-Nisâ, 65)

İçlerinde bir sıkıntı, en ufak bir itiraz dahî duymamaları; âdetâ iradelerini O’nun iradesine râm etmeleri gerektiğini idrâk etmiş ve bu hakikati hayata geçirmişlerdi.

Kalplerin Efendimiz ile birlikte çarpması, gönlün muhabbet ibresinin O’na göre ayarlanması; îmânımızın ayrılmaz bir parçasıdır. Efendimiz, bazı hadîs-i şerifleriyle bu sevgi bağını perçinlemiştir.

Meselâ bir gün Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- torunları Hasan ile Hüseyin’in elinden tutup şöyle buyurmuştur:

“Kim beni, bu ikisini, bunların baba ve analarını severse kıyâmet gününde benimle beraber olur.” (Tirmizî, Menâkıb, 20/3733)

Bu teslîmiyet aynı zamanda, aklı ve fikri vahiy ve sünnetin muhtevasında eritmek; yani zihnî beraberlikti.

Kalplerinin, akıllarının, hislerinin ve düşüncelerinin tek bir hedefi vardı: Allah ve Rasûlü’nün rızâsı, hoşnutluğu…

Bedir Harbi’nden sonra yaşanan şu hâdise bunun güzel bir misâlidir:

Bedir’de Medineli müslümanlar, Peygamber Efendimiz’in amcası Abbâs’ı esir almışlardı. Onu öldürmek istiyorlardı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Bu gece amcam Abbâs sebebiyle uyuyamadım, ensârın onu öldürebileceğini düşündüm.” dedi.

Hazret-i Ömer;

“–Onlara gidip konuşayım mı yâ Rasûlâllah!” dedi.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Olur!” buyurdu.

Ömer -radıyallâhu anh- ensârın yanına vardı ve şöyle dedi:

“–Esiriniz olan Abbâs’ı serbest bıraksanız olmaz mı?”

“–Hayır vallâhi, onu serbest bırakmayız!” dediler.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-;

“–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-   râzı olsa da mı?” deyince; (âdetâ akan sular durdu.)

“–O râzı olacaksa Abbâs’ı hemen al, (derhâl) serbest bırakıyoruz!” cevabını verdiler.

Ömer -radıyallâhu anh- onu esirler arasından aldı ve şöyle dedi:

“–Ey Abbâs, müslüman ol! Vallâhi senin müslüman olman beni, babam Hattab’ın müslüman olmasından daha çok sevindirir. Çünkü biliyorum ki Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-   senin müslüman olmanı çok istiyor, bu durum O’nu çok sevindirecek.” (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 333)

O’nun hoşnutluğu… O’nun sevinci… O’nun memnuniyeti…

Ashâbın bütün meselesi…

Fahr-i Kâinât Efendimiz ne sorarsa, sahâbe-i kirâmın sözü;

“Allah ve Rasûlü daha iyi bilir!” oluyordu.

Ebedî saâdetin anahtarı olan ilâhî ve nebevî ölçüleri, gökten inen sofralar gibi şevk ve iştiyakla karşılıyorlardı. Her müşküllerini Allah Rasûlü’ne soruyorlardı. İlim ve irfan yağmurundan kana kana istifade hâlinde idiler. İlim; onlar için, dünya ve âhiretleri için fayda veren, haşyet ve şuuru artıran, iz‘an ve idrâki keskinleştiren bir servet idi. Kuru, faydasız, amelsiz, yani «mârifetullâh»a götürmeyen bir ilmi dimağlarına yük etmiyorlardı.

Onlar, bu dünyada Efendimiz’le beraber olma şerefine ermişlerdi. Bütün cehd ü gayretleri bu beraberliği öbür dünyaya da taşımak idi;

UHREVÎ BERABERLİK…

Sahâbe-i kiram; dünyada Varlık Nûru’nun mübârek vechini görmüş, sohbetinde bulunmuş bahtiyarlar olarak, O’na ümmet olmak saâdetini öyle idrâk etmişlerdi ki, henüz O’nun beraberinde iken, âhirette O’ndan ayrı düşmek korkusuyla tir tir titriyorlardı.

Çokları yanık bir hasretle bu dertlerine ilâç aramak için yine O’na müracaat etmişlerdi.

Sevbân -radıyallâhu anh- onlardan biriydi. Allah Rasûlü’nü çok sever, ondan ayrı kalmaya sabredemezdi. Bir gün Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına geldi, yüzü sararmış, sanki iyice zayıflamış, yüzünden üzüntüsü okunuyordu. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona;

“–Ey Sevbân, senin benzini sarartan nedir?” diye sordu.

Sevbân anlattı:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü, ne bir hastalığım, ne bir acım var. Fakat Sen’i görmediğim zamanlar özlüyor ve Sen’in yanına gelinceye kadar şiddetli bir yalnızlık hissediyorum. Sen; bana kendimden, ailemden ve çocuklarımdan daha sevgilisin. Ben evdeyken Sen’i hatırlayınca sabredemiyorum, hemen gelip mübârek yüzüne bakıyorum. Bu dünyada hâl böyle de, acaba âhirette hâlim nice olacak?!. Âhireti hatırladıkça Sen’i orada hiç görememekten korkuyorum. Çünkü biliyorum ki Sen, diğer peygamberlerle birlikte yüce mertebelere yükseleceksin. Ben; cennete girsem bile herhâlde aşağılarda, Sen’in mertebenden daha aşağıda bir yerde olacağım. Şayet cennete giremezsem zaten bir daha Sen’i görmem ebediyyen mümkün olmayacak.”

Bunun üzerine Allah Teâlâ şu âyet-i kerîmeyi indirdi:

“Kim Allâh’a ve Rasûl’e itâat ederse işte onlar; Allâh’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehidler ve sâlihlerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!” (en-Nisâ, 69) (Bkz. Vâhidî, s. 168-170)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Sevbân gibi âhirette ayrı düşmek korkusuyla yanıp yakılanlara beraberliğin çaresini yine beraberlikle gösterdi:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyurdu.

Efendimiz; böylece âhirette beraber olmanın yolunu, dünyada muhabbetle beraber olmak şeklinde de vermiş oluyordu. Bu söz ilk bakışta, sadece «muhabbet» hissinin Efendimiz’le beraberlik için kâfî olduğu gibi anlaşılabilir.

Fakat Efendimiz, cennette beraberliğine nâil olmak isteyenlere, dâimâ; sâlih ameller, güzel davranışlar, ahlâkî hasletler tarif etti. Meselâ hadîs-i şerifte buyurulur:

“Kıyâmet gününde insanların bana en yakın olanı, bana en çok salât ü selâm getirendir.” (Tirmizî, Vitir, 21)

Kuru bir sevgi değil, lisânı salevâta sevk eden; kalbi, Efendimiz’in gönül ayarına rabteden, bütün âzâyı, bütün davranışları O’nun fiilî kıstâsı olduğu İslâm ahlâkına, sünnet-i seniyyeye bağlayan bir muhabbet…

Demek ki, bu söz;

“Kişi; sevdiği, sevgisi uğrunda yaşadığı, sevgisi istikametinde şekillendiği kimselerle birliktedir.” şeklinde anlaşılmalıdır.

Eğer kişi, Allah Rasûlü’nü sever, bu muhabbetle O’nun hoşnut olduğu şahsiyeti sergiler, O’nun sevdiği sâlih amelleri işler, O’nunla kalben, zihnen, fiilen, sûreten ve sîreten beraber olmak, aynîleşmek gayretinde olursa; dâr-ı bekāda muvaffakiyeti nisbetinde Efendimiz ile birlikte olacaktır.

Fakat kişi, maâzallah dünyaya, mâsivâya gönlünü kaptırır, iblis -aleyhillâne-’nin memnun olacağı hissiyat ve fiiliyat içinde olur, Allah ve Rasûlü’ne zıt, süflî alâkalar, sevgiler peşinde bir ömür sürdürürse; öbür dünyada yeri, sevdiği ve sevgisiyle şekillendiği güruhlarla birlikte olacaktır.

“Kişi, sevdiği ve sevgisiyle şekillendiği kimselerle birliktedir.” Bu sebeple Allah Rasûlü, şefkatle ebedî istikballeri için titrediği herkese muhabbet ve muhabbetle şekillendirici davranışlar telkin ediyordu:

Meselâ evlâdı gibi yanında büyüttüğü Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh-’a şöyle buyurdu:

YAVRUCUĞUM!

“Yavrucuğum, hiç kimse için gönlünde bir hile taşımadan (Hiçbir mü’mine, içinde en ufak bir burûdet olmadan, onu affederek) sabahlayabilir ve akşamlayabilirsen, öyle yap!”

Sonra da şöyle devam etti:

“Yavrucuğum, bu benim sünnetimdendir. Kim benim sünnetimi ihyâ ederse elbette beni sevmiştir. Kim de beni severse, benimle birlikte cennette olacaktır.” (Tirmizî, İlim, 16/2678)

Fahr-i Kâinât Efendimiz, bu hadîs-i şerifleriyle bize de bir mesaj veriyorlar. Bu zor işi, bu kalbin sanatı olan gönül huzûru ve kalp selâmetini elde etmeye çalışın. Kolay değildir! Bu kıvamda bir gönülle, bir günü geçirmek dahî kolay değildir. Fakat bu zorluğu başaran, bu sünneti ihyâ ederek dünyada Efendimiz’le kalben ve davranış güzelliğiyle beraber olanlar, cennette Efendimiz ile bizzat beraberlik mükâfâtına erecektir.

O Hazret-i Enes ki, annesi tarafından 10 yaşında iken Efendimiz’in hizmetine verilmişti. On yıl Efendimiz’e hizmet etti. Efendimiz; güzel, mükemmel, müstesnâ gibi kelimelerin de ifadeden aciz kaldığı üstün şahsiyeti, muhabbeti ve ahlâkı ile Hazret-i Enes’te öyle bir tesir bıraktı ki yıllar sonra O’nu şöyle anlatacaktı:

 “–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kokusundan daha güzel ne bir amber, ne bir misk ne de herhangi bir hoş koku kokladım. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek teninden daha yumuşak ne bir atlasa ne de bir ipeğe dokundum.”

Kendisini dinlemekte olan talebesi Sâbit -rahmetullâhi aleyh- sordu:

“–Ey üstadım, sen sanki her dâim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bakıyormuş ve mübârek nağmesini işitiyormuş gibi yaşıyorsun değil mi?”

Enes -radıyallâhu anh- şu cevabı verdi:

“–Evet, vallâhi kıyâmet günü O’na kavuşmayı umuyorum. Yanına varınca;

«–Yâ Rasûlâllah! Küçük hizmetçin geldi!» diyeceğim.

Efendimiz’e Medine’de on sene hizmet ettim. Ben o zamanlar küçük bir çocuktum. Her yaptığım iş Efendim’in arzu buyurduğu gibi değildi. Buna rağmen Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana; yaptığım hiçbir iş için «üf» demedi, «Bunu niçin yaptın, şunu niçin yapmadın?!.» demedi.” (Ahmed, III, 222)

Evet, onlar Efendimiz ile muhabbetle dolu beraberlik kıvâmında öyle bir dereceye nâil olmuşlardı ki; daha dünyada iken cennette Efendimiz’e mülâkî olmuşçasına mestâne bir huzur içinde yaşıyorlardı.

Yine Hazret-i Enes diyor ki:

“Efendimiz’in vefatından sonra içinde O’nu görmediğim hiçbir rüyam olmadı…” (İbn-i Sa’d, VII, 20)

Efendimiz; kendisiyle esas hayat olan âhirette, cennette beraber olmak isteyenlere hep böyle ufuklar gösterdi. Bilhassa ihtiyaç duydukları noktalarda telkinlerde bulundu.

Hazret-i Aişe -radıyallâhu anhâ- anlatıyor:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdular ki:

“(Ey Âişe! Cennette) benimle olman seni mesrur edecekse, (cennette bana kavuşmak istiyorsan) sana dünyadan bir yolcunun azığı kadarı kifâyet etmelidir. Sakın (dünyaya dalmış, muhteris) zenginlerle sohbet arkadaşlığı etme. Bir elbiseye yama vurmadan eskimiş addetme.” (Tirmizî, Libâs, 38/1780)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Âişe Vâlidemiz’i çok severlerdi. Fakat, âhirette kendisiyle beraber olması için, dünyanın süsü ile âhiretin hakikî nimetleri arasında bir tercihte bulunması gerektiğini hatırlattı.

Demek ki, Fahr-i Kâinât Efendimiz ile beraberliğin bir şartı da, muhabbetin doğru adreslere teksif edilmesi…

MUHABBETİN DOĞRU ADRESİ

Dünya ile bedenî ve zarurî seviyede olan alâkamızın rûhî ve kalbî seviyeye taşmamasına, muhabbete ve düşkünlüğe dönüşmemesine ihtimam…

Nitekim Allah Rasûlü, çok sevdiği ashâbı Abdullah İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ-’ya da şöyle tavsiyede bulunmuştur: Muhabbet ile ittibâın müstesnâ misâli Hazret-i Abdullah anlatıyor:

“Peygamber Efendimiz bir gün omzumdan tutarak bana;

«Dünyada sanki bir garip veya bir yolcu gibi ol. Kendini kabir ehlinden say!» buyurdu.” (Buhârî, Rikak, 3)

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- imtihan dershânesinde kimin hangi sualler sahasında ihtiyacı fazla ise onu o tarafa yönlendiriyordu. Nitekim, maddiyat ile ilgili bir problemi olmayan Ebû Zer el-Gıfârî’ye, kendisiyle beraberliğin sırrını başka bir tavsiye ile verdi:

“Ey Ebû Zer! Yemeyi ve konuşmayı azalt, cennette benimle birlikte olursun!” (Ali el-Müttakî, Kenz, III, 770/8704)

Kişinin sevdiği ile birlikte olacağı âhirette, Allah Rasûlü ile birlikte olabilmek için, dünyada fânî ve süflî sevgileri bertarâf etmek zarûrî…

İşte, yeme-içmeye olan düşkünlük…

İşte; konuşmaya, mâlâyânî şeylere düşkünlük…

Önemsiz görülen fakat çok mühim olan çukurlar, bâdireler…

Diğer yanda, Efendimiz; kendisine âhirette komşu edecek güzel davranışlar arasında çok ehemmiyet verdiği bir hususu daha saydı:

YETİMİ GÖZETMEK

Sehl bin Sa‘d es-Sâidî -radıyallâhu anhümâ-’ın bildirdiğine göre Peygamber Efendimiz;

“Yetimi koruyup kollayan kişi ile ben cennete şu ikisi gibiyiz.” buyurdu ve aralarını biraz açarak işaret ve ortağı parmağı ile işaret etti. (Buhârî, Edeb, 24; Talak, 14)

Mü’minlere son derece şefkatli ve düşkün olan Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; cennette kendisi ile birlikte olabilmenin yolu olarak, bu dünyada O’nun gibi şefkatli, merhametli, fedâkâr olmamızı; yetimlerin mes’ûliyetini hissetmemizi ve üstlenmemizi gösteriyor.

Kişi, sevdiğinin hâliyle hâllenirse, öbür âlemde de sevdiğiyle birlikte olur. Efendimiz’in hâliyle hâllenmeyi düstûr edinen Abdullah İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ-’nın; sofrasında yetim bir yavru olmadan yemek yemediği, her sofrasında muhakkak bir yetimin bulunduğu rivâyet edilir. (Buhârî, el-Edebü’l-müfred, no: 136; Ebû Nuaym, Hilye, I, 299)

Hasan-ı Basrî -rahmetullâhi aleyh- şöyle nakleder:

Bir yetim vardı, İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- her zaman ona sofrasında yemek yedirirdi. Bir gün İbn-i Ömer yine yemek istedi, yetimini aradı ancak bulamadı. Yemeğini yedikten sonra yetim geldi. İbn-i Ömer hemen onun için de yemek istedi, ancak yemek kalmamıştı. O da yetime sevîk (kavrulmuş un) ve bal getirerek;

“Buyur, bunları ye, vallâhi sen aldatılmadın (ben de bunlardan daha iyi şeyler yemedim).” dedi.

Hasan-ı Basrî der ki:

“Vallâhi İbn-i Ömer de aldanmadı, (çünkü böyle davranmakla büyük bir sevâba nâil oldu).” (Buhârî, el-Edebü’l-müfred, no: 134; Ebû Nuaym, Hilye, I, 299)

Fahr-i Kâinât Efendimiz, kendisiyle uhrevî beraberlik için dâimâ fedâkârlıkları gösteriyor. Mühim fakat nefse ağır ve zor gelen vazifelerimizi gösteriyor. İşte onlardan bir başkası:

EVLÂT YETİŞTİRMEK

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“Her kim iki kız çocuğunu yetişkinlik çağına gelinceye kadar büyütüp terbiye ederse, kıyâmet günü o kimseyle ben şöyle yan yana bulunacağız.” buyurdu ve parmaklarını bitiştirdi. (Müslim, Birr 149. Ayrıca bkz. Tirmizî, Birr, 13)

Câhiliye devrinde hiç değer verilmeyen kız çocuklarının; güzel, hayırlı, iffetli, bilgili ve görgülü şekilde terbiye edilip yetiştirilmeleri, bir toplumun istikbâlinde ne kadar mühimdir. Fahr-i Kâinât Efendimiz, bu vazifeyi îfâ eden anne-babalara cennette kendisine yakınlık müjdesi veriyor.

Günümüzde öz anne ve babaların, bebek denilecek yaştaki çocuklarına yaptıkları şenaatler, bir biri ardına duyuluyor ve insanımızı, «toplumumuz nereye gidiyor?» endişesine sevk ediyor.

O’nunla beraber olmayan her devir, câhiliye… O’nunla birlikte çarpmayan her yürek zâlim… O’nu takdir edemeyen her vicdan, kör ve kapkara…

O’nun âb-ı hayat katreleri olan hayat ölçülerine her zaman muhtacız… Şu âhirzaman hengâmında, her geçen gün, bir önceki günden daha fazla muhtacız…

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir annenin öz evlâdı için göstereceği fedâkârlıkları cennette kendisiyle beraberlik müjdesiyle tebşir ediyor: Hadîs-i şerifte buyurulur:

 “Ben ve (sıkıntıdan dolayı) yanakları moraran kadın, kıyâmet günü şu iki şey gibi yan yanayız. (Hadîsi rivâyet eden Yezid bin Zürey, baş ve orta parmaklarını bitiştirerek gösterdi.) O kadın ki, mevkii, makamı bulunan kocasından dul kalmıştır, (maddî imkânlarından başka) nesep ve güzelliği yerindedir. Bütün bunlara rağmen (evlenmez) ve yetimler büyüyünceye veya ölünceye kadar kendini onlara hasreder.”

Hadîste geçen «yanakları morarmış kadın» tabiriyle Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yetimlerini büyütmek gayesiyle süslenmeyi ve rahat yaşamayı terk eden, çektiği sıkıntılar sebebiyle cildi kararan dul kadını ifade buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Edeb, 120-121/5149)

Evlâtlarımızı O’nun yetiştirdiği gibi; O’nun beğendiği, sevdiği, tasvip ettiği gibi yetiştirmemiz de, bizi Allah Rasûlü ile inşâallah cennette komşu eyleyecektir. Bu uğurda yorulmak, vakit ayırmak, fedâkârlıklar göstermek, nefsimizin hoşuna gidecek bazı şeylerden vazgeçmek, nefsimiz yerine evlâtlarımızı tercih etmek, Allah ve Rasûlü’nün hoşnutluğuna ermeye vesile olacaktır.

Ashâb-ı kiram, O’nunla sadece mekân ve zaman plânında beraber olmadı; kalp, zihin, ahlâk ve davranış plânında da O’nun varlığında fânî oldular. Böylece inşâallah O’nunla cennette de beraber olma şerefine nâil oldular.

Bizim de gayemiz; dünyada zâhiren ayrı düştüğümüz Allah Rasûlü ile, dünyada kalp plânında yakın ve beraber olabilmek yolunda bütün gayretimizi sarf etmek, böylece âhirette de maiyyet ve akrabiyyete, O’nun komşuluğuna nâil olabilmek olmalıdır.

Bizim de hedefimiz; muhabbetimizi yanlış adreslerden korumak, irademizi Efendimiz’in irâdesine râm etmek, gönlümüzü, zihnimizi, ahlâkımızı, ibâdetimizi, muâmelâtımızı O’na göre ayarlamak, ez-cümle Efendimiz gibi canlı birer Kur’ân olarak yaşayabilmenin gayreti içinde olmak olmalıdır. Kur’ân’ın, İslâm’ın ve Efendimiz’in güzelliklerini yansıtan birer ayna vazifesi görmek tek endişemiz olmalıdır.

Yâ Rabbî! Kalplerimize Zâtına yakınlık ve Fahr-i Kâinât Efendimiz ile beraberlik vesilelerini sevdir ve onları yaşamamızı nasîb eyle!..

Bizleri cennette Habîbine komşuluk şerefine nâil olan bahtiyar kullarından eyle…

Âmîn!..