Allah İşitendir Bilendir

DiNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

ALLAH; İŞİTENDİR, BİLENDİR…

Aziz Mahmud Hüdâyî; nîmetiyle perverde bulunduğumuz, vakfımızın pîri. Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri, Bursaʼda Kādıʼl-Kuzât mevkiindeydi. Yani kadıların en yükseği. Yani devlet reisinden sonra ikinci insandı. Bu maddî şöhret, bundan korktu, rûhuna vereceği zararlardan, hem maddiyâtın hem şöhretin. Onları bir kenara itmenin çâresini aradı. Çünkü büyük bir, koltukları kabarmış, büyük bir vakar hâlindeydi. Hattâ bir gurur hâlindeydi. Onu bertaraf etmek için, Bursa sokaklarında ciğer satmaya başladı. İtmiʼnâna erebilmek için. Fakat sonunda cihan sultanlarına yön veren, hem cihan sultanlarına yön veren, hem de halkına yön veren, hattâ dört yüz seneden beri irşâdı devam eden bir Allah dostu oldu. Birçok kādıʼl-kuzât geldi, geçti, gitti. Fakat Hüdâyî Hazretleri devam ediyor.

Demek ki hep fedakârlık… Bir imtihan dünyasında olduğumuzun farkına varabilmek…

Onun için Cenâb-ı Hak bizi kâinatla büyük bir tefekküre dâvet ediyor, zerreden kürreye.

Ârif Rîvgerî Hazretleri var, buyuruyor ki:

“Allah Teâlâʼnın sanatını temâşâ ve tefekkür ile meşgul olmak, îman anahtarıdır. Allah Teâlâʼyı görmek istiyorsan, Oʼnun sanatını ibret ve hikmet nazarıyla müşâhede et.”

Yani bir dost bir dosta giderken bir buket götürüyor. Ki onun gönlü olsun diye götürüyor, vereceği dostunun. Peki bu buketi, bu çiçekleri, binbir türlü ihsân eden kim? Oʼnunla ne kadar biz dost olmanın gayreti içinde olmuş olacağız?

Velhâsıl:

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

(“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” [el-Alak, 1])

Yani her gördüğünü oku, Rabbinin adıyla oku. Orada Rabbinle buluş. Bir çiçeğe bak, buluş. Yavruna bak, buluş. Şeklini, biçimini sen mi verdin? Kaderini sen mi yazdın? Sen nereden meydana geldin? Semâya bak öyle. Binbir türlü hârika…

Demek ki Cenâb-ı Hak bize bir, kâinatla yardım ediyor. Peygamberlerle yardım ediyor. Bize Cenâb-ı Hak peygamberlerin en yücesini ikram etti, ihsân etti. Biz bedel ödemedik, ümmet-i Muhammed olmak için. 124 bin peygamber içinde kendimiz seçmedik. Hikmet-i ilâhî, sırrı Cenâb-ı Hakʼta. Bizi en büyük Peygamberʼe ümmet kıldı. Fakat tabi bunun da bedeli var.

“İki emânet bırakıyorum: Kitap ve Sünnetʼim.” buyuruyor. (Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56)

مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ

“Kim Rasûlʼe itaat ederse, Allâhʼa itaat etmiş olur.” (en-Nisâ, 80) Sûre-i Nisâ.

Demek ki Cenâb-ı Hak; Rasûlullah Efendimizʼe itaat, Allâhʼa itaat oluyor. Cenâb-ı Hak bize bu kadar kolaylık gösteriyor. Yani biz nasıl Allah rızâsını kazanacağız; dön o zaman Allah Rasûlüʼne bak, hayatın her safhasında. O, yirmi üç senelik nebevî hayat, Kur’ân-ı Kerîmʼin tefsîri mâhiyetinde. Eğer Cenâb-ı Hakkʼı seviyorsan, Cenâb-ı Hakkʼın seni sevmesini istiyorsan, Cenâb-ı Hakkʼın katında, Cenâb-ı Hakkʼın rızâsına uygun ameller yapmak istiyorsan, Allah Rasûlüʼne dön, Sünnet-i Seniyye ile yaşa.

Yine bu okunan Hucurât Sûresiʼnde, bu:

“Ey îmân edenler! Allah ve Rasûlüʼnün önüne geçmeyin. Allahʼtan korkun. Şüphesiz Allah, işitendir, bilendir.” (el-Hucurât, 1)

Yani Allah ve Rasûlüʼnün önüne geçmeyin: Cenâb-ı Hak ne emretmişse, Allah Rasûlü nasıl onu îfâ etmişse, öyle olmamızı arzu ediyor. Ne ileri ne geri…

Yine Efendimiz buyuruyor:

“Cinlerin ve insanların âsîleri hâriç…” Çok ibretli bir hadis.

“Cinlerin ve insanların âsîleri hâriç, yer ile gök arasında var olan her şey benim Allâhʼın Rasûlü olduğumu bilir.” buyuruyor. (Ahmed bin Hanbel, Müsned, III, 310)

Efendimizʼi cemâdât tanıdı, cansız dediğimiz varlıklar… Tabi Cenâb-ı Hak her şeye bir can verdi, bizim idrâkimiz dışında.

“Uhud o şekilde bir dağdır ki o bizi çok sever, biz de onu severiz.” buyurdu. (Buhârî, Cihâd 71, 74, Et’ıme 28; Müslim, Hac 462, 503-504)

Yani nebâtât, bitkiler tanıdı.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- diyor ki:

“Biz diyor, Mekkeʼde Allah Rasûlüʼyle dolaşırken, yanından geçtiğimiz dağların, ağaçların dile gelerek «es-Selâmu aleyke yâ Rasûlâllah!» dediğini işitirdik.” buyuruyor. (Bkz. Tirmizî, Menâkıb, 6)

Hattâ bir umreye gittiğimizde, hemen Safâ ve Merveʼnin arasında bir taş var, işte burada Allah Rasûlüʼne selâm verdi taşlar. (Bkz. Müslim, Fezâil, 2; İbn-i Sa’d, I, 157)

Hurma kütüğü tanıdı. Cemaat çoğaldı. Allah Rasûlü, hurma kütüğünün üzerinde vaaz veriyordu. Minber yapıldı. Minbere çıkınca hurma kütüğü ağladı. Hadîs-i mütevâtir. Yani yüzlerce ashâb-ı kirâm hâdiseyi bize bildiriyor. Ve herkes mesleğine göre, o kütük nasıl ağladı; bir çoban sanki bir deve yavrusunun inlemesi gibiydi diyor. Öbürü, diğer şekildeydi diyor.

Allah Rasûlü indi. Hurma kütüğünü sıvazladı ve sükûnete erdi. (Bkz. Buhârî, Cuma, 26; Tirmizî, Menâkıb, 6)

Mevlânâ diyor ki:

Bak diyor, o kütük diyor, o diyor bir odun parçası iken Rasûlullâhʼı tanıdı diyor. Sen ise müʼminsin diyor. Allah sana Kitap verdi diyor. Rasûlullâhʼı sana gönderdi diyor. Sen ne kadar tanıyorsun diyor.

Yine bir İslâm büyüğü, Sünnetʼe bağlılığın ehemmiyetini şu misalle ifade ediyor:

İnsanın Efendimizʼin sünnetlerinden tek tek kopuşu, bir halatın liflerinin tek tek kopuşu gibidir. Nasıl halat binlerce liften meydana gelir. O lifler her koptukça o halatın gücü biter biter azalır. Allah korusun ebedî selâmetimiz o zaman, sünnetin terkinde bir pamuk ipine bağlı kalır…

Sahâbî, hep Oʼna hasret hâlindeydi. Tabi bu:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96) Biz ne kadar hasret hâlindeyiz? Ne kadar kıyamet günü Oʼnunla beraber olmak istiyoruz?

Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anh-, vefatından sonra, sevgisinden dolayı, Fahr-i Kâinat Efendimizʼin namaz kıldığı yerleri öğrenirdi. Allah Rasûlü burada namaz kıldı mı, burada kıldı mı, orada kıldı mı? Orada namaz kılardı. Yürüdüğü yollardan yürürdü. Gölgelendiği ağaçların altında otururdu. Kurumasın diye o ağaçlar, Allah Rasûlüʼnün oturduğu, gölgelendiği ağaçlar kurumasın diye, gidip onlara su verirdi dâimâ. Yolda giderken, Rasûlullâhʼın gittiğini gördüğü yolları tâkip ederdi. Oʼnun hayvanını çevirip döndüğü yerden dönerdi.

“–Niye dönüyorsun?” dediler.

“–Bilmiyorum, dedi, Allah Rasûlü burada dönmüştü.” dedi.

Yani Allah Rasûlü hangi maksatla döndüğünü bilmiyorum, dedi. Fakat ben döndüğünü gördüm, dedi.

Hele, Efendimizʼin selâmlaşma konusundaki buyruğunu yerine getirmek için, boş kaldığı zaman, işi olmadığı zamanlar, sokağa çıkardı, gördüklerine selâm verirdi. Yani hiçbir şey yapamıyorum, bâri sünneti yerine getireyim, her müslümana selâm vererek duâ edeyim: es-Selâmü aleyküm / Allâhʼın selâmı senin üzerine olsun! Selâm, bir duâdır.

Tabi nasıl bir şey. Meselâ bir köleyi görüyoruz. Üç parça ekmeği günde, bir köpekle paylaşıyor:

“‒Bu da Allâhʼın bir mahlûku, ben de Allâhʼın bir mahlûkuyum.” diyor. “Bu bana bugün misafir geldi, bu aç bir hayvan, bana misafir geldi bugün.” diyor.

Yani nasıl bir derinlik Allah Rasûlü verdi? Nasıl ruhlarda bir tasarruf oldu. Cenâb-ı Hak da buyuruyor ki:

“Rasûlüm de ki…” Âl-i İmran, 31:

“De ki, eğer Allâhʼı seviyorsanız bana tâbî olun. Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah gafurdur, rahîmdir.”

Demek ki bütün mârifet; Allah Rasûlüʼnü yakından tanıyabilmek. Oʼnun izinden gitmek. Oʼnun en ufak görünen sünnetini bile tatbikat sahasına koyabilmek.

Bilhassa kardeşler, teheccüd… Teheccüde âit çok hadîs-i şerîfler var. Âyet-i kerîmeler var:

سَاجِدًا وَقَائِمًا

(“…(Geceleyin) secde ederek ve kıyamda durarak…” [ez-Zümer, 9])

سُجَّدًا وَقِيَامًا

(“…Secde ederek ve kıyamda durarak…” [el-Furkân, 64])

وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ

(“…Seherlerde (Allah’tan) bağışlanma dileyenler.” [Âl-i İmrân, 17])

Ve bilhassa bu mânevî terfî olarak bu seherler üzerinde çok duruluyor.

Rasûlullah Efendimizʼden en büyük sahâbenin beklediği bir ifade vardı; kendisine “kardeşim” demesi Allah Rasûlüʼnün. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- umreye gidiyordu. Efendimiz:

“Kardeşcağızım! Bana da duâ et.” buyurdu Efendimiz. (Tirmizî, Deavât, 109/3562)

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- diyor ki:

“Sanki diyor bütün Medîne, her şeyiyle bana verilse diyor, ben o «kardeşcağızım» kelimesini tartamam.” diyor. “Beni o kadar diyor, memnun ve mesrur etti ki Allah Rasûlüʼnün bana «kardeşcağızım» demesi…” (Bkz. Ebû Dâvûd, Vitir, 23/1498)

Tabi bu toplum nasıl bir itmiʼnan hâlinde yaşıyordu? Nasıl bir fazîletler medeniyeti meydana getiriyor?

Ondan sonra okunan âyet. Bu âyet de çok dikkat edilecek bir âyet. Yani bu âyet de, ashâb-ı kirâma indi bu âyet. Efendimiz karşısında sesin bile bir edeple çıkması lâzım. Yani sesinizi bile Allah Rasûlüʼnün yanında bir edeple çıkarın, diyor Cenâb-ı Hak. Âyetin meâli şu şekilde:

“Ey îmân edenler! Seslerinizi Peygamberʼin sesinin üzerine yükseltmeyin. Birbirinizi çağırdığınız gibi Peygamberʼi yüksek sesle çağırmayın. Yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa çıkıverir.” (el-Hucurât, 2)

Yani demek ki sahâbîye öyle bir Efendimiz tâlimat veriyor ki, sahâbî bu kadar itaat hâlinde, o da kâfi gelmiyor. Efendimizʼe karşı sesin bile bir edeple çıkmasının lâzım olduğunu Cenâb-ı Hak tebliğ ediyor. Ve Allah Rasûlüʼnün karşısında bu edebe dikkat edenler için Cenâb-ı Hak;

“…Huzurunda seslerini kısanlar için Allâhʼın kalplerini takvâ ile imtihan ettiği kimselerdir…” (el-Hucurât, 3)

Demek ki esas takvâ, Sünnet-i Seniyye olmuş oluyor.

Yine İmâm Mâlik, Medîneʼnin imamıydı, Ravzaʼnın imamıydı. Halîfe Ebû Câfer Mansur geldi. Birkaç soru sordu. İmâm Mâlik mihraptaydı. O da halîfe tabi, saltanatlı. Geldi birkaç soru sordu. Tabi pek hoşuna gitmedi verdiği cevaplar. Biraz sesini yükseltmeye başladı Ebû Câfer Mansur, halîfe. İmam Mâlik dedi ki:

“–Halîfe, burada sesini kıs!” dedi. “Burada sesini kıs!” dedi. Senden çok faziletli insanların üzerine Allâhʼın ihtârı indi.” dedi.

Âyet-i kerîmeyi okudu. Bu âyet-i kerîmeyi okudu, seslerin kısılmasını. O zaman dedi ki Ebû Câfer Mansur.

“Yâ İmam, dedi, o zaman ben duâ ederken kıbleyi mi döneyim, Allah Rasûlüʼne mi döneyim, Ravzaʼya mı döneyim?” dedi.

“–Sadece burada Ravzaʼya dön.” dedi. “Çünkü Âdem -aleyhisselâm-ʼdan son insana kadar herkes Oʼnun şefaatine muhtaç.” buyurdu.

Yani Cenâb-ı Hak bizi böyle bir Peygamberʼe ümmet kıldı.

Şimdi yine Efendimizʼden bize bir mesaj var burada. Hadîs-i şerîf, Tirmizî ve Ahmed bin Hanbel naklediyor:

“Benim ümmetimin misâli, yağmur misâli gibidir. Evveli mi hayırdır, sonu mu, bilinmez.” (Tirmizî, Edeb, 81)

Yani evveli mi daha hayır, sonu mu daha hayır bilinmez. Yağmurun her tarafı hayırdır. Evveli imbât eder. Sonu da büyütür. Ümmet-i Muhammed de böyledir. Yani ashâb-ı kirâmın en fazîletli nesil olduğunda şüphe yoktur. Sonra onları tâkip eden, sonra onları tâkip edenler gelir. Yani tâbiîn ve tebe-i tâbiîn. Burada kastedilen; müslümanların şerîati yayma, hakîkati müdâfaa etme husûsundaki gayretleridir.

Biz de bugün… “Başı mı hayırlıdır, sonu mu hayırlıdır, bilemem.” buyuruyor. (Tirmizî, Edeb, 81)

Şimdi onlar; -elhamdülillah- canlarıyla, mallarıyla, her şeyleriyle tevhîdi tebliğ ettiler. Tevhîd için tâ Çinʼe kadar gittiler, Semerkandʼa gittiler, Afrikaʼnın ortalarına gittiler. Daha sonra İspanyaʼya kadar gitti. Gâyeleri neydi? Sultan Murad, Kosovaʼya gitti. Fâtih tâ Bosnaʼya kadar sefer etti. Neydi gâyeleri: Îlâ-yı Kelimetullah (Allâhʼın dînini yüceltme)…

Demek ki burada; “Başı mı daha hayırlıdır, sonu mu hayırlıdır bilemem.” buyuruyor. (Tirmizî, Edeb, 81)

Bu nedir: Bu, teşviktir bizim için. Nasıl tevhîdi yaşayacağız? Nasıl yeryüzünde Allâhʼın şâhidi olacağız? Nasıl bu tevhîdi biz tebliğ edeceğiz?

Gerçek tahsil Cenâb-ı Hakkʼı tanıyabilmek. Yani mârifetullâhʼa erebilmek. Nefs-i mutmainneʼye vâsıl olabilmek. Cenâb-ı Hak cümlemize, oradan bir kırıntı, Cenâb-ı Hak ihsân eylesin.

Velhâsıl bir müʼminin gönlünde Kurʼân ve Peygamberʼe muhabbet, hiç bitmeyen, aksine her gün daha da artan bir sevdâ hâline gelecek. O şekilde bir; “Başı mı, sonu mu / âhiri mi daha hayırlıdır bilemem.” (Tirmizî, Edeb, 81) buyuruyor Allah Rasûlü…