Akmescid Hafızlık Merasimi Sohbeti

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

AKMESCİD HAFIZLIK MERASİMİ SOHBETİ

Muhterem Kardeşlerimiz!

Cenâb-ı Hak günümüzü mübârek eylesin. Okunan âyet-i kerîmelerin muhtevasından hisseler nasîb eylesin.

İlk, Fâtır Sûresi’nden âyetler okundu. Okunan âyetler, başlangıcı, bir tefekkürle…

Cenâb-ı Hak nîmetlerini bildiriyor. Yağmurdan, meyvelerden, dağlardan, yollardan vs… Kul, müşâhede ederek, tefekkür ederek, Allâh’ın -celle celâlühû- insanoğluna verdiği nîmetleri tefekkür edecek.

Yine Cenâb-ı Hak hayvanlardan; onları muhtelif şekilde Cenâb-ı Hakk’ın halketmesi, yine burada da mahlûkât üzerinde bir tefekküre davet ediyor.

Ondan sonra, bu tefekkürden sonra:

“…Ancak âlimler Allah’tan gereği gibi korkar…” (Fâtır, 28) buyuruyor.

Demek ki yine Enfal Sûresi’nde “وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ” buyuruyor. Yani “…Allah anıldığı zaman kalpleri titrer…” (el-Enfâl, 2) buyuruyor.

Demek ki Cenâb-ı Hak titreyen, ürperen bir kalp istiyor, ilâhî azamet, ilâhî kudret akışları karşısında âlimlerin durumu bu olacak. Onlar gereği gibi Allah’tan ittikā edecekler, gereği gibi korkacaklar.

“…Şüphesiz Allah daima üstündür, çok bağışlayıcıdır.” (Fâtır, 28)

Bu bağışlama… Yine Cenâb-ı Hak, kullarına o kadar merhametli ki, bu kadar ilâhî azamet tecellîleri karşısındaki gafletine rağmen, af kapılarını Cenâb-ı Hak, tevbe kapılarını açmış oluyor bize.

Ondan sonra devam eden âyette Cenâb-ı Hak üç madde bildiriyor. Bu üç madde; gerçek ticaret olduğunu, esas hayat âhiret hayatı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- daima:

لَا عَيْشَ إِلّٰا عَيْشُ الْآخِرَةِ buyururdu. “Esas hayatın âhiret hayatı” olduğunu buyururdu. (Buhârî, Rikāk, 1)

Bir sürü ticaretler var. Burada Cenâb-ı Hak gerçek ticareti bildiriyor. Bu ticaretin birinci maddesi, “Kur’ân’ı tilâvet ederler”. Kur’ân’ı tefekkür ederler. Kur’ân’ı yaşarlar. Kur’ân’ı yaşatırlar.

İkinci maddesi:

“Namazları ikāme ederler.”

İlâhî huzurda.

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

(“Nerede olsanız, O sizinle beraberdir.” [el-Hadîd, 4])

Cenâb-ı Hakk’ın huzûrunda bir kulluk istiyor.

“…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyuruyor.

Demek ki namazlar, rûhâniyetini artıracak, kulda bir mâneviyat, bir huşû, rûhâniyet telkin edecek. Okunan âyetler, kıraat, telkin edecek. Rükûlar, secdeler…

Yine Cenâb-ı Hak, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında bulunanları:

“…Sen onları rükû ederken, secde ederken görürsün…” (el-Fetih, 29) buyuruyor.

Tabi bu, Kur’ân-ı Kerîm tilâvet etme, namazı ikāme etme, kıraatle oluyor, Kur’ân-ı Kerîm’le oluyor.

Kıyam farzdır. Fakat kıyâma gücün yetmedi; oturarak kılabilirsin. Fakat kıraatsiz bir namaz kılamazsın. Onun için kıraat… “يَتْلُونَ” buyruluyor, “tilâvet ederler”. (Bkz. Fâtır, 29)

Nasıl ilâhî huzurdasın, “…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyuruyor Cenâb-ı Hak. Cenâb-ı Hakk’ın huzûrunda bir Kur’ân-ı Kerîm tilâvetidir.

Ondan sonra, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği nîmetlere bir şükran, şükür.

Şükür nedir? Allâh’ın verdiği nîmetleri Cenâb-ı Hakk’ın yolunda kullanabilmek…

Cenâb-ı Hak, mülkü emânet olarak veriyor.

Âyet-i kerîmede ne buyruluyor:

“Verdiğimiz rızıklardan (eğer bir zaruret varsa) açık (zaruret yoksa) gizli olarak infak ederler.” buyruluyor. (Bkz. Fâtır, 29)

Kul, münfik olacak, infâk edici olacak. Fakat en mühim infâkın da başında, Kur’ân-ı Kerîm geliyor. Kur’ân-ı Kerîm’i infâk edebilmek. Kur’ân-ı Kerîm -daha aşağıdaki âyetlerde- yaşanarak infâk edilir. “Kur’ân’a vâris kıldık” buyuruyor Cenâb-ı Hak. Kimlere vâris kıldık? Mü’minlere vâris kıldık. Mîras; Kur’ân-ı Kerîm. Kimin mîrâsı? Cenâb-ı Hakk’ın mîrâsı. Bir kulun, bir babanın, bir annenin mîrâsı değil; Cenâb-ı Hakk’ın bir mîrâsı.

Bu mîrâsı ziyan etmek:

“…Nefislerine zulmedenler…” (Fâtır, 32)

Yani Kur’ân’la yaşamayanlar. Kur’ân’ın hayat tarzı olmadığı kimseler. Kur’ân’ın sırât-ı müstakîme götürmedikleri. Gâfiller olmuş oluyor.

İkincisi:

“…Muktesidler…” (Fâtır, 32) Ortada gidenler. Kâh öyle, kâh öyle. Yine istikâmete girenler, ama tam değil, kemâle ermemiş.

Üçüncüsü ise:

Îman kemâle ermiş, Kur’ân’la hemhâl olunmuş; “…Hayratta öne geçenler…” (Fâtır, 32) buyruluyor. Kur’ân-ı Kerîm’i yaşarlar, yaşatırlar, Kur’ân-ı Kerîm’in muhabbetiyle dolarlar.

Rahman Sûresi okundu.

“اَلرَّحْمٰنُ” (er-Rahmân, 1) Cenâb-ı Hak bu sûreye merhamet sıfatıyla başlıyor. “Razzak” sıfatıyla başlamıyor. Razzak da Cenâb-ı Hakk’ın çok büyük ikramı. Fakat “er-Rahmân.” Demek ki Cenâb-ı Hak en mühim bir ikramı, bize rahmet, merhamet. Merhametin de en başta geleni:

اَلرَّحْمٰنُ عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ

“Rahman, Kur’ân’ı öğretti.” (er-Rahmân, 1-2)

Cenâb-ı Hakk’ın en büyük lûtfu, en büyük hediyesi.

“Ve insanı yarattı.” (er-Rahmân, 3) خَلَقَ الْاِنْسَانَ

Demek ki insan Cennet’e lâyık hâle gelecek. Kur’ân’la lâyık hâle gelecek. O kalpte hikmetler, eşyanın, hâdisâtın, vukuâtın sırrı tecellî edecek. Ona Kur’ân, ona bir beyânı öğretecek. Beyanla yaşayacak. Kur’ân’la derinleşecek.

Peygamber üç vazifeyle geliyor. Birincisi; âyetleri tebliğ etmek kavme.

Mü’minlere; “وَيُزَكِّيهِمْ” gönül âlemleri temizlenecek. “لَا اِلٰهَ” Allah’tan uzaklaştırıcı her şey, kalpten bütün cerahatler temizlenecek; “اِلَّا الله” o kalbe Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî sıfatları tecellî edecek. Îman kemâle erecek.

İşte üçüncü… Kur’ân/Kitap ve hikmet tecellî edecek o kalpte. Yani aklın ötesinde olan duyuşlar o kalbe ilkā edilecek. İşte Rasûlullah Efendimiz ve ümmete.

Ondan sonra gelen âyetler. Yine Cenâb-ı Hak, azamet-i ilâhiyye:

“Güneş ve Ay bir hesaba göre (hareket eder).” (er-Rahmân, 5)

Hiç takdim-tehir var mı, yok. Saniye var mı, yok. Yaratıldığından beri nasıl bir, iki tane azamet tecellîsi. İki tane takvim dönüyor. Bütün insanlar o takvime muhtaç. Bir an takdim, bir an tehir yok. Ondan sonra Cenâb-ı Hak bütün yarattığı her şeyin, kendisine bir ubûdiyyet hâlinde:

“Bitkiler ve ağaçlar (yıldızlar) secde eder.” (er-Rahmân, 6) buyruluyor. Tabi onlar nasıl secde eder, bizim idrâkimizin dışında. Bizim idrâkimiz muayyen bir idrak. Kendisine kulluk edebilmemiz…

Fakat Cenâb-ı Hak burada bir azametini bildiriyor. Kul gâfil olmayacak, uyanacak kul.

Ondan sonra Cenâb-ı Hak:

“Semâyı yükseltti…” (er-Rahmân, 7) buyuruyor. Ne kadar yükseltti? Ucu bucağı yok, bir hudut yok, idrak ötesi.

“…Ve bir nizam koydu.” (er-Rahmân, 7) Bir denge kurdu buyruluyor. Bir ekolojik denge semâda da. Bir taraftan yıldızlar doğuyor, bir taraftan yıldızlar ömrünü tamamlıyor, onlar da bir yıldız mezarlığına giriyor. İlâhî bir azamet tecellîsi, ilâhî bir denge, ilâhî kudret akışları. Hiçbir ârıza var mı?

Kaldır başını, Cenâb-ı Hak; “Bak (diyor) bir fütur görecek misin?” (Bkz. el-Mülk, 3) diyor. Bir yanlışlık var mı? Bir aksama var mı?

En modern bir âlet bile bir müddet sonra eskiyor, pörsüyor. Daha kuruluşundayken ârıza yapmaya başlıyor. Nasıl bir ilâhî azamet tecellîsi!..

“Allah semâyı yükseltti, mîzânı/dengeyi koydu.” (er-Rahmân, 7)

Ondan sonra insana dönüyor; bu kâinatla bir âhenk teşkil edecek gönül:

“Sakın sen bu dengeyi bozma.” buyuruyor. (Bkz. er-Rahmân, 8)

Devam ediyor âyet-i kerîmeler.

Ondan sonra, bir evliliğimiz var bugün; bir talebemiz. Elhamdülillâh kızımız da oğlumuz da talebemiz elhamdülillâh. İnşâallah bunların bir düğün merasimi var. İnşâallah Cenâb-ı Hak düğünlerini mübârek eyler inşâallah. Burada da Rabbimiz, nasıl bizden bir toplum istiyor:

…رَبَّنَا هَبْ لَنَا مِنْ اَزْوَاجِنَا وَذُرِّيَّاتِنَا قُرَّةَ اَعْيُنٍ…

(“…Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla!..” [el-Furkân, 74])

Öyle bir hanımlar yetiştirilecek ki, onlar göz nûru olacak. Sizler gibi -inşâallah- bu annelerin yetiştirdiği evlâtlar da göz nûru olacak; “قُرَّةَ اَعْيُنٍ”.

Toplum da:

…وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّقِينَ اِمَامًا

(“…Ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl!” [el-Furkân, 74])

Toplum ise bir takvâ toplumu olacak ve takvâda rehber olacak o toplum. İşte asr-ı saâdet… Zaman zaman bu asr-ı saâdetin zaman zaman tecellîleri oldu, tarihimizde de oldu bu. Huzurlu bir toplum.

Efendimiz buyuruyor:

اِتَّقُوا فِرَاسَةَ الْمُؤْمِن اِنَّهُ يَنْظُرُ بِنُورِ اللهِ

“Mü’minin firâsetinden, idrakinden, ufkundan sakının. Çünkü o, Allâh’ın nûruyla bakar.” (Tirmizî, Tefsîr, 15/3127)

Mü’min, demek ki firâsetli olacak. Yani öteleri tefekkür edecek, istikbâli görecek. Birkaç hâdise sonrasını görecek.

Efendimiz de bunun hep îkâzı hâlinde:

“لَا عَيْشَ إِلّٰا عَيْشُ الْآخِرَةِ” buyuruyordu. “Esas hayat, âhiret hayatıdır.” buyuruyordu. (Buhârî, Rikāk, 1)

Yine Cenâb-ı Hak âhirete kıyâsen dünyaya:

اِلَّا عَشِيَّةً اَوْ ضُحٰیهَا

(“…Sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar.” [en-Nâziât, 46]) olarak. Çok kısa bir zaman olarak. Bir Güneş’in batış, bir loş karanlık, bir de seherin olduğu vakit.

Âhirette kimse; “Ben, aman keşke elli sene, yüz sene fazla yaşasaydım…” demeyecek. Nasıl geçti bu ömür? Bu ömür neyle geçti? Gafletle mi geçti, bir rûhâniyetle mi geçti?..

Bir insanın en kıymetli varlığı, evlâtlarıdır. Kendisinin devam eden parçalarıdır.

Dünya bir imtihan dershânesi. Bu dünyada can, mal, evlât, birer imtihan malzemesi.

İbrahim -aleyhisselâm- üç şeyden imtihan gördü. Malından gördü, canından gördü ateşe girmekle, evlâdından bir imtihan oldu. Fakat bu evlât imtihanı zor bir imtihandı. Kendisinin bir parçasını kurban etmekti. İbrahim -aleyhisselâm- o kadar Cenâb-ı Hakk’ın bir muhabbetiyle doluydu ki Cenâb-ı Hak o kurban neticesinde -ki bıçak kesmedi-. İsmail -aleyhisselâm-’ın sulbünden Cenâb-ı Haki kâinâtın fahr-i ebedîsi Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i insanlığa takdim etti.

Onun için evlâtlarımız çok mühim. Bir anne-babanın en büyük âhiret sermayesi.

Cenâb-ı Hak:

“اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلًا” buyuruyor. “…Hanginizin amelleri daha güzel…” (el-Mülk, 2)

Demek ki “اَحْسَنُ عَمَلًا” buyuruyor. Amellerimizin en güzel olması. Yani “اَكْثَرُ عَمَلًا” yok. “اَحْسَنُ عَمَلًا” var. Yani her amelimizin bir kıymet kazanması Allah indinde.

Onun için en mühim mîrâsımız da evlâtlarımıza; âhiret mîrâsı.

Başta kendimizi ikmâl etmek. Kendimizi kurtarabilmek zarûrî. Yüzme bilmeyen bir kişi, boğulmakta olanı kurtaramaz. İlk vazifemiz bu imtihan mektebinde, âhiret vizesi alabilmek. Sonra evlâtlarımıza bir âhiret vizesi alabilmek. Sonra insanlıktan dolayı; bir müslüman, devrin akışından mes’ûldür. Emr-i bi’l-mârûf, nehy-i ani’l-münker memuru olacak ve rahmet insanı olacak.

İbrahim -aleyhisselâm- ikinci büyük peygamberdi. Hâlîlullah’tı, Cenâb-ı Hakk’ın dostuydu. Cenâb-ı Hakk’a dâimâ ilticâ hâlindeydi. Daima ufuklar açılıyordu Hak dostu olduğu için. Fakat en büyük zaruret olarak ne görüyordu:

“Yâ Rabbi! Beni ve zürriyetimi namaz kılanlardan eyle!..” (İbrahim, 40)

Çünkü namaz, 99 yerde geçer. Çok mühim bir ibadettir. Nasıl bir ibadettir? Cenâb-ı Hak kendi huzûrunda bir namaz istiyor.

“…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyuruyor.

İnsan anatomisini Cenâb-ı Hak en güzel secde edecek şekilde halketti. Namaz bir rahmet. Onun için Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Bize üç şey sevdirildi, bunlardan biri de namazdır, gözümün nûru.” buyuruyor. (Nesâî, İşretü’n-Nisâ, 10; Ahmed, III, 128, 199)

Sanki Efendimiz’in bir tarafına bakan, hep namazla meşgul gibi. Farz namazlar, sünnet namazlar, nâfile namazlar, işrak namazı, duhâ namazı, vudû namazı, evvâbîn namazı, teheccüd namazı, küsuf namazı, hüsuf namazı… Hep namaz kılıyor sanki Rasûlullah Efendimiz’in bir tarafı. Bir tarafı emr-i bi’l-mârûf nehy-i ani’l-münker… Bir taraftan, ümmetin derdiyle dertlenme. Yüreğinde ne vardı? Ümmetin derdi vardı. Ne derdi ümmetin ne derdi? Ümmetin takvâ sahibi olma derdi vardı.

Zira Cenâb-ı Hak:

اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰیكُمْ

(“…Allah indinde en kıymetliniz (keremliniz), en çok takvâ sahibi olanınızdır…” [el-Hucurât, 13]) buyuruyor.

Cenâb-ı Hak bizi bir takvâ, müttakî olmamızı istiyor ki Dâru’s-Selâm’a, Cennet’e davete icâbet etsin.

İbrahim -aleyhisselâm- bu heyecanda. Anasına-babasına duâ hâlinde, ümmete duâ hâlinde. Ondan sonra;

(Yâ Rabbi diyor) insanları (yeniden diriltmek üzere) yaratacağın gün beni mahcup etme!” (eş-Şuarâ, 87) buyuruyor. Yani seviye yükseldikçe ufuklar açılıyor.

Demek ki âyet-i kerîmeye baktığımız zaman İbrahim -aleyhisselâm- bir Mîraç’taymış gibi namaz kılmak istiyor. Mîrâc’a yükselecek bir namaz kılmak istiyor. Bir Mîraç namazı kılmanın derdinde. Çünkü Rasûlullah Efendimiz de:

“Mü’minin namazı mîrâcıdır.” buyuruyor. (Süyûtî, Şerhu İbn-i Mâce, I, 313)

İbrahim -aleyhisselâm- böyle duâ ediyorsa, demek ki biz kendi namazlarımız için nasıl bir alâka göstereceğiz, nasıl bir îtinâ, nasıl beden ve kalp âhengi içinde bir namaz?.. Zira;

“Mü’minler kurtuldu.” (el-Müʼminûn, 1) “قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ”

İlk madde:

“Onlar ki namazlarını huşû ile kılarlar.” (el-Müʼminûn, 2)

Okunan âyette de; “Namazlarını ikāme ederler.” buyruluyor.

İkincisi:

“…Zürriyetimi namaz kılanlardan eyle…” (İbrahim, 40)

İkinci duâsı nesli için. Neslinin namazını kendine dert ediniyor.

Efendimiz buyuruyor:

“(Namazsız) rükûsuz bir dinde hayır yoktur.” buyuruyor. (Ebû Dâvûd, Harâc, 25-26/3026)

Allah korusun, en büyük felâket de namazdan uzak olma. Bu, Sekar Cehennem’ine girenlere Cennet’e girenler uzaktan soruyorlar:

“–Siz niye Cehennemliksiniz?” diyorlar. “Ne yaptınız Cehennemliksiniz?” diyorlar. İlk soru-ilk cevap:

“–Biz namaz kılanlardan değildik.” diyorlar. (Bkz. el-Müddessir, 42-43)

Demek ki namaz, Cenâb-ı Hakk’ın büyük bir lûtfu. Bir göz nûru. Kalbin seviyesine göre bir mîraç. Yani namaz, müslümanın lâzım-ı gayr-i mufârık’ı. Yani ayrılmayan parçası olması lâzım.

Ondan sonra, ana-babanın affı için bir duâ talep etmek:

Cenâb-ı Hak bizi dünyaya getirmek için anne-babayı vâsıta kılıyor. Anne-baba çilelerini çekiyor.

Molla Câmî Hazretleri diyor ki:

“Beni anam diyor, bir müddet karnında taşıdı, bir müddet kollarında taşıdı, hayat boyu beni kalbinde taşıyor.” buyuruyor.

Onun için Cenâb-ı Hak “قَوْلًا كَرِيمًا” buyuruyor. O anne-baba ihtiyarlar, yaşlanır, tâkatten kesilir, zihnî melekeler azalır, sakın ha “اُفٍّ” buyuruyor “üf” bile deme, “قَوْلًا كَرِيمًا” onlara diyor, keremli diyor, ikramkâr söz söyle buyuruyor. (Bkz. el-İsrâ, 23)

Ve anne-babaya da bol bol duâ etmek. Onu ihmâl etmemek.

Ondan sonra İbrahim -aleyhisselâm- bütün mü’minler için merhamet bir coşkusu. Ümmetinin derdinde.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de dâimâ ilk başta ümmete duâ ederdi. Bir kişinin hidâyeti Efendimiz’e bir sürur vesîlesiydi.

Demek ki bu durumda, bu âyet-i kerîmelerin muhtevâsında evlât derdimiz hangi seviyede olacak?

İmam Mâlik Hazretleri diyor ki:

“Babam diyor, ben diyor, çocuktum diyor. Bana bir hadîs-i şerîf ezberletirdi, bir hediye verirdi diyor. Ben diyor, ondan zevk alırdım diyor. Babam bir hediye versin diye bir hadis daha ezberlerdim diyor. Öyle bir hâle geldim ki diyor, hadîs-i şerîf ezberlemek bana bir lezzet hâline geldi.” diyor.

Öyle bir lezzet hâline geldi ki, kendisine imam olduktan sonra bir ziyaretçi geldiği zaman;

“Hadisten mi soracak, fıkıhtan mı soracak?” diye sorardı. Müstahdemi, “fıkıh” derse, “buyrun” derdi, “gelsin” derdi. Hadisten soracak derse; başına sarık sarardı, güzel koku sürerdi, yüksek bir yere çıkardı. “Şimdi gelsin.” buyururdu.

Demek ki bir babanın evlâda olan ehemmiyeti, onu bir imam yaptı. Bir mezhebin, Mâlikî mezhebinin imamı oldu.

En zor gün, âhiret günü. Buradaki birbirinin yakınlarının ayrılma günü. Cenâb-ı Hak:

سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَحِيمٍ

(“Onlara merhametli Rabbʼin söylediği selâm vardır.” [Yâsîn, 58]) buyuracak. Bütün Cennetlikler büyük bir ihtişamla karşılanacak, selâmla karşılanacak. Fakat kimi gâfilse, en yakınından, o ise -Allah korusun- onlara bir Cehennem gösterilecek.

سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَحِيمٍ

Arkadan, onlara -Allah korusun- bir felâket, bir; “Ayrılın!” denilecek. “Mücrimler, ayrılın!” (Yâsîn, 59) denilecek. “Siz öbür tarafa!” Anne bir tarafa, evlât bir tarafa! En büyük hicran bu…

Bu dünya geçici bir merhale. Cenâb-ı Hak öyle bir, Allah için sevelim ki Cenâb-ı Hak -inşâallah- kıyâmet günü;

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

(“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” [Buhârî, Edeb, 96])

Beraber eylesin. Rasûlullah Efendimiz’in civârında eylesin.

Bu zaman, modern bir câhiliye devri. Câhiliye devri tekrarlanır. Devamlı bütün peygamberler o câhiliye devrini yeniden inşâ etmek için, ihyâ etmek için gönderilir.

Câhiliye devri, Cenâb-ı Hakk’ın unutulduğu devirlerdir. Âhiretin unutulduğu devirler, insanların insanlıktan vazgeçtiği devirler… O zaman Cenâb-ı Hak peygamber gönderir, onları kuyudan çıkartır. Onları peygamberler ihyâ eder inananları.

İşte asr-ı saâdet, câhiliye devri, cehâletin en zor devri, keskin devri.

İşte Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, o karakter, o şahsiyetiyle bir asr-ı saâdet medeniyeti meydana getirdi. Hayranlık… Bir sefere mahsus asr-ı saâdet medeniyetine erişen bir medeniyet yok.

İşte bu ne oldu? Bir cahiliye devrinden bir asr-ı saâdet medeniyeti.

Medeniyetler, kendi insan tipini meydana getirir. Biz -elhamdü lillâh- ümmet-i Muhammed’iz. Bugün de bir modern bir câhiliye devri yaşanıyor. Zulmün, ahlâksızlığın, edepsizliğin her tarafı Cehennem alevleri gibi sardığı bir devirdeyiz. Âd Kavmi, Lût Kavmi, Semud Kavmi, Şuayb -aleyhisselâm-’ın kavmi, birçok kavimler bu ahlâksızlıktan kahroldu gitti. Azap kamçısı indi. Cenâb-ı Hak -inşâallah- sizleri ve bizleri, cümlemizi, bu modern cehâlet devrinden bir saâdet iklimine Cenâb-ı Hak kavuşturur -inşâallah-.

Onun için Kur’ân okunacak. “…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) Cenâb-ı Hakk’a ilticâ edilecek. Cenâb-ı Hakk’a yakın bir gönülle emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker’de bulunulacak.

Bu da nasıl olacak? Fedakârlıkla olacak. Ne kadar muhabbetimiz varsa, Cenâb-ı Hakk’a, Kur’ân-ı Kerîm’e, Efendimiz’e, İslâm’a; o kadar Cenâb-ı Hak bereket ihsan eyler.

Bugün geçmiş kavimler, helâk edilen kavimler katlana katlana yaşanıyor. Fakat helâk olmuyoruz. Çünkü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ümmeti için üç duâsından biri de, ümmetinin kahra uğramaması, toptan bir batmaması.

Bir yangın yanıyor. Küfür yangını var. İrtidat yangını var. Gafletin yangını var.

Bir misal vermek istersek:

Bir annenin fârik vasfı, evlâdına süt vermektir. Eğer yangın varsa, çıkmışsa yangın; anne, ben evlâdıma süte devam edeyim demez. Devam ederse hem kendisi yanar, hem nesli yanar, evlâdı yanar.

Onun için bugün öyle bir emr-i bi’l-mârûf ve nehy-i ani’l-münker devrine girdik. İnternet, televizyon, modalar, reklâmlar, her tarafta maalesef bir gafleti telkin ediyor. Bir âhiretsiz bir dünya telkin ediyor. Cenâb-ı Hakk’ı unutturan bir dünya telkin ediyor.

Baktığımız zaman nasıl bir medeniyet? Görüyoruz sokakları. Bir tarafın erkekliğe özentisi var, bir tarafın kadınlığa özentisi var. Lût Kavmi’nin değişik bir şekli. Kendi modaya uyuyor, şahsiyetini ayaklar altına alıyor. Kendisini kumanda eden modaların da bir kölesi olmuş oluyor.

İşte bunlar, kıyâmet alâmeti. Efendimiz “herc ü merc” buyuruyor, kıyâmete; karışıklık. “Zinâ” buyuruyor, alabildiğine gidiyor. Gösteriş, sükse. “Binâlar yükselecek” buyuruyor.

Onun için anne-babaları tebrik ediyoruz. Evlâtlarına dînî hassasiyet kazandırmak çok mühim.

Ömer bin Abdülaziz’e soruyorlar:

“–Evlâtlarına ne bıraktın?” diyorlar.

O da diyor ki:

“–Evlâtlarım benim gibiyse, benim gibi yaşar diyor. Benim gibi istikâmette olur diyor. Benim gibi değilse, zaten bırakacak bir şey yok diyor. Bir de onun hesabı var…” diyor.

Onun için en mühim, evlâtlara bir mîras bırakmak, gerçek bir mîras. Para mîrâsını, malı nasıl kullanacak belli değil. Gerçek mîras, karakter ve şahsiyet mîrâsı. İslâm’ı temsil edebilmek mîrâsı. Yaşanan bir İslâm. Evlâtlarımıza en büyük mîrâsımız o olacak.

Peygamberlerin mîrâsı yoktur. En büyük mîrasları bir nesil yetiştirmektir:

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- rahatsızdı çok. Ezan okundu, mihrâba kadar yürüyecek hâli yoktu. İki sahâbî koluna girdi. Efendimiz’i mihraba kadar götürdü. Abbas -radıyallâhu anh- devamlı, diğer sahâbîler üç adım, üç adım götürdüler. Efendimiz, Ebû Bekir Efendimiz’i gösterdi, “mihraba geç” dedi. Namaz bitti.

Âişe Vâlidemiz buyuruyor ki:

Rasûlullah öyle güzel bir tebessüm etti ki o hasta hâlinde, zor hâlinde, muzdarip hâlinde. Arkasına döndü baktı, güzel bir nesil yetişti arkasında, ashâb-ı kirâm nesli.

Onun için bir mü’minin en güzel mîrâsı, arkasında bir nesil bırakabilmektir. Onun için annenize-babanıza “قَوْلًا كَرِيمًا” dâimâ siz çok duâ edin -inşâallah-. Sizler de aynı mîrâsı devam ettireceksiniz. Arkanızdan gelen bir nesli ihyâ edeceksiniz, âbâd edeceksiniz. Bakın hocalarınız gibi. Allah onlardan râzı olsun!..

İşte bu, yine âyeti tekrarlayayım:

سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَحِيمٍ

“Onlara merhametli Rabbin söylediği selâm vardır.” (Yâsîn, 58)

İstikâmet üzere yaşayanlar. İstikâmet nedir, sırât-ı müstakîm? Allâh’a giden istikâmet. Cenâb-ı Hak, Rasûlullah Efendimiz’e de, “sırât-ı müstakîm üzeredir” buyuruyor. (Bkz. Yâsîn, 4)

O, gaflette geçirenler şu dünyayı;

وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ

“Mücrimler, siz ayrılın.” (Yâsîn, 59) diyecekler. “Siz Cehennem tarafına!” denilecek. Allah korusun, en acıklı bir ayrılış, orada olacak.

Onun için esas tahsil, Kur’ân’ın tahsîli. Kur’ân’ın kıraatiyle tahsîli. Kalbimizin kalbimize vereceği bir tahsil. Kendimizin kendimize kazandıracağı bir tahsil. Bu da takvâ oluyor. Takvâ nedir? Nefsânî arzuları bertaraf etme, rûhânî istîdatları inkişâf ettirme, kendimizi ilâhî kameranın altında olduğumuzun kalpte idrak ve şuur hâline gelebilmesi. İnşâallah siz müttakî olacaksınız. Kur’ân’ı infâk edeceksiniz.

Onun için ecdat -Allah onlara rahmet eylesin- bir hâfız efendiyi… Çocukların eskiden birdirbir oyunu vardı. Bir çocuk eğilirdi, çocuk onun üstünden atlardı. Hâfız olanları birdirbir oyununa sokmazlardı. Çünkü yaşadığı Kur’ân’ın haysiyetini muhafaza etsin. Îkâz edilirdi o. Ona bir ayak ayak üstüne attırılmazdı. Çünkü Kur’ân’ı temsil edecek. Hayratta öne geçenlerden olacak. Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor:

وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ

(“Biz, Kurʼânʼdan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müʼminlere şifâ ve rahmettir…” [el-İsrâ, 82])

Kur’ân-ı Kerîm şifâ ve rahmettir. Şifâ ve rahmet olarak Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’i bizlere lûtfetti, ihsan etti, ikram etti.

Demek ki bizim de Kur’ân-ı Kerîm ile şifâ ve rahmet bulacağız. Bir rahmet insanı olmaya gayret edeceğiz. Rahmet insanı ne şekilde olacak? Nasıldır rahmet insanının gönül yapısı? Rûhânî yapısı nasıldır?

O rahmet, mü’minin tefekkür dünyasına yansıyacak:

Kalp daima Rahmânî vitrinler seyredecek. Şeytânî vitrinlerden kalp kaçacak.

Rahmet, ibadetlere yansıyacak:

İbadette bir huşû hâlinde olacak. Bir duyuş hâlinde olacak.

Gönle yansıyacak:

Gönül bir dergâh olacak. Orada Allâh’ın bütün mahlûkâtı o dergâhın içinde olacak. İşte Rasûlullah Efendimiz’in gönlü. Sanki bir mahşer kaynıyordu. Bütün insanların, hayvanların hepsi Rasûlullah Efendimiz’in gönlündeydi.

Dile yansıyacak:

Dilimiz nezâket dili, zarâfet dili olacak rahmet insanının. Cenâb-ı Hak:

قَوْلًا كَرِيمًا (el-İsrâ, 23)

قَوْلًا سَدِيدًا (el-Ahzâb, 70)

قَوْلًا مَعْرُوفًا (el-Ahzâb, 32)

قَوْلًا لَيِّنًا (Tâhâ, 44) ilâ âhir…

Demek ki dile yansıyacak. Müslümanın dili bir rahmet saçacak. Asla, aslâ bir yılan dili olmayacak. Hakkı, hakîkati tebliğ eden bir dil olacak. Rûhâniyet verecek.

قَوْلًا لَيِّنًا (Tâhâ, 44) buyruluyor. Nedir “leyyinâ”? Bir suyun akışını nasıl insan seyreder, böyle bir zevkle seyreder, “قَوْلًا لَيِّنًا” böyle bir lisânı olacak bir mü’minin. Rahmet dile yansıyacak.

Göze yansıyacak:

Haramdan korunacak o göz. Zira Cenâb-ı Hak Fussilet Sûresi’nde, “gözler konuşacak” kıyâmet günü buyuruyor. (Bkz. Fussilet, 20) Bugün dilin konuşuyor. O gün gözün de konuşacak ilâve. O gün ilâve “kulağın” da konuşacak. O gün ilâve, “deri” de konuşacak. (Bkz. Fussilet, 20)

Ele yansıyacak Allâh’ın rahmeti:

Rasûlullah Efendimiz örnek.

وَمَا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ

((Rasûlüm!) Biz Sen’i âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” [el-Enbiyâ, 107])

Cömert olacaksın. Ümmetin derdiyle dertleneceksin. Paylaşacaksın. Daha öteye gidersek, îsar sahibi olacaksın. “Allâh’ın, bu din kardeşim bana bir emanetidir.” diyeceksin.

Mekâna yansıyacak:

Bulunduğun yerde kul hakkına dikkat edeceksin.

Efendimiz vefât ederken, râvî diyor:

İyice sesi kısıldı diyor, tekrarlıyordu diyor, “namaz, namaz, namaz”; üç sefer. Ondan sonra, “emrinizin altındakinin hukukuna dikkat edin.” (Bkz. Beyhakî, Şuab, VII, 477)

En zor, kul hakkıdır. O, Cenâb-ı Hakk’ın affının dışında olan bir hâldir. Dedikodu ettin, bir kul hakkı girdi. Gidip onun yanında; “Ben senin dedikodunu ettim, yanımda şunlar şunlar vardı…” Îtiraf etmen lâzım. Çok büyük fitne çıktı; onun için sadaka vermen lâzım, duâ etmen lâzım. Zor iş kul hakkı.

Mala yansıyacak:

Mal bir emânet.

“اَلْمُلْكُ لِلّٰهِ” Mülk, Allâh’a ait. Ne mülk fertlerindir, ne toplumundur, mülk Allâh’ındır. Sana tâlimat veriyor: Bu mülkü nasıl kullanacaksın? İşte rahmetin mala yansıması.

İsraf olmayacak.

“İsraf edenler şeytanların arkadaşlarıdır.” buyuruyor. (Bkz. el-İsrâ, 27) Malın sana bir rahmet olacak.

Şahsiyete yansıyacak:

Şahsiyetin “el-emîn, es-sâdık” olacak.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz daha câhiliye devrinde, bâzen ismini söylemezlerdi, “el-Emîn geldi, en emniyetli insan geldi, es-Sâdık geldi, en doğru insan geldi.” derlerdi.

Ebû Cehil bile bunu söylüyordu:

“Bak diyor, Muhammed diyor, biz diyor, Sen’inle beraberdik, Sen hiç yalan söylemedin diyor. Sadece Sen’in getirdiğini istemiyoruz.” diyor.

Şahsiyete yansıyacak:

Ebû Süfyan Uhud Harbi’nde seslendi:

“‒Ömer dedi, ben avenelerimden çok sana îtimâd ederim dedi. Muhammed sağ mı değil mi?” dedi.

Demek ki nasıl bir müslüman, o rahmet nasıl bir karakter ve bir şahsiyete yansıtacak…

Bu şahsiyetlerle emr-i bi’l-mârûf ve nehy-i ani’l-münker insanı olacak bir mü’min.

Zamana yansıyacak. Zamanı israf etmeyecek. Zaman en kıymetli bir hazine zaman.

Onun için Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Ölüm ânı gelir de «Yâ Rabbi, (azıcık bir genişletsen) azıcık bir uzatsan da sadaka versem ve sâlihlerden olsam demeden evvel…” (el-Münâfikûn, 10) buyuruyor.

Demek ki bir mü’min dâimâ bu hâlini israftan korkacak. Bir daha geri almak mümkün değil. Cenâb-ı Hak:

“وَالْعَصْرِ”: “Zamana yemin olsun.” (el-Asr, 1) buyuruyor. En kıymetli şey zaman. En kötü israf da zaman.

Rahmet, âile hayatına yansıyacak:

İşte en mükemmel hayat, Rasûlullah Efendimiz’in âile hayatı. Üsve-i hasene, örnek.

Kur’ân-ı Kerîm’i, hâfızlar ve cümlemiz, kendimize söylüyorum, ne kadar gönlümüze indirebilirsek, biz de Allah katında o kadar değerli oluruz. İş, Kur’ân-ı Kerîm’i zihinden kalbe indirebilmek.

Cibril, Kur’ân’ı indirdi, meleklerin en faziletlisi oldu.

Kur’ân-ı Kerîm Efendimiz’e indi. Efendimiz, öncekilerin seyyidi oldu, Efendisi oldu. Mîraç’ta bütün peygamberlere namaz kıldırdı.

Kur’ân-ı Kerîm, ümmet-i Muhammed’e geldi. O ümmet, ümmetlerin en hayırlısı, ümmet-i merhûme oldu, rahmet ümmeti oldu.

Kur’ân-ı Kerîm Ramazân-ı Şerîf’te indi. O ay bütün ayların en hayırlısı oldu. Efendimiz’in en çok ülfet ettiği Kur’ân-ı Kerîm’le, ay, Ramazan ayıydı.

Kur’ân-ı Kerîm Kadir Gecesi indi. O gece “مِنْ اَلْفِ شَهْر” (Bkz. el-Kadr, 3) bin aydan daha öteye geçti fazîlet olarak. Bütün gecelerin en hayırlısı, en fazîletlisi oldu.

Eğer Kur’ân bizim kalbimize, hayatımıza, davranışlarımıza inerse, o zaman insanların en hayırlısı oluruz. Elimizden, dilimizden, yüreğimizden ümmet-i Muhammed’in müstefîd olduğu kullardan olmuş oluruz. Bu nasıl bir tahsilimiz olacak?

Efendimiz, Abdullah bin Ömer’e diyor ki:

“Ey İbn-i Ömer (diyor), dînine iyi sarıl (diyor). Dînine iyi sarıl (diyor, tekrarlıyor). Zira o senin hem etin, hem kanındır (buyuruyor. Yani her şeyindir senin.) Dînini kimden öğrendiğine iyi dikkat et (diyor. Yani takvâ sahiplerinden dînini öğren buyuruyor). Dînî ilimleri ve hükümleri, istikâmet ehli âlimlerden al, sağa-sola meyledenlerden alma.” (Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye fî İlmi’r-Rivâye, s. 121)

Bugün bir nîmetin içindeyiz. Bir zamanlar Kur’ân-ı Kerîm hor görüldü. Kur’ân Kurslarının kapısına kilit konuldu. İmam Hatip. Ben ilk İmam Hatip talebesiyim, hor görüldü o zaman. Alay edilmeye başlandı. İşte bu bir, o zamanın îman zaafıydı.

Bir mü’min, Kur’ân’ı en azîz, en kıymetli varlığı bilip ona sahip çıkacak. Kur’ân-ı Kerîm’e sahip çıkmayanlardan Allah Rasûlü kıyâmet günü şikâyetçi olacak.

Furkan Sûresi 30. âyet:

“Peygamber der ki; «Ey Rabbim! Kavmin bu Kur’ân’ı büsbütün terk ettiler.»”

Osmanlı’ya, ecdâdımıza baktığımız zaman, 620 sene devam eden, dünyada ikinci bir devlet yok. Kur’ân-ı Kerîm’e bir tâzimle başlandı. Yavuz Sultan Selîm mukaddes emânetleri bir tâzimle getirmesi, kırk hâfız seçerek muttasılan, lâ-yenkatî, devamlı Kur’ân-ı Kerîm okutması. O rahmet devam ettiği müddetçe ecdat âbâd oldu. 24 milyon kilometrekareye çıktı. Yani bugünkü Türkiye’nin 30 misli. Yani Kur’ân azizdir, izzet bahşeder.

Yine Rasûlullah Efendimiz’in Kur’ân-ı Kerîm’le münâsebeti. Kur’ân-ı Kerîm’i en güzel okuyan bir hakkıyla, Rasûlullah Efendimiz. Ümmet ondan öğrendi. Mânâsını çok çok tefekkür ederdi. Ashâb-ı Suffe’de ezberletirdi. Ondan sonra onun mânâsını telkin ederdi. Ondan sonra yaşattırırdı. Meselâ o infak âyetleri inmeye başladığı zaman, ashâb-ı kirâm yarı çıplaktı yoksulluktan, onlar infak âyetleri geliyor, çünkü, “Bollukta ve darlıkta verirler…” (Âl-i İmrân, 134) Dağlara çıktılar, odun kestiler, sattılar, Allah Rasûlü’nün önüne koydular.

Yani her âyeti tatbikâta geçiriyorlardı. Efendimiz’in emirleri derhal tatbik olunurdu. Âdeta Kur’ân’ı hissederek, yaşayarak ve kalpleriyle okuyorlardı.

Efendimiz Kur’ân okurken, Allâh’ı tesbih eden âyetlere gelince “sübhânallah” gibi ifadelerde bulunurdu. Yani Cenâb-ı Hakk’ı noksan sıfatlardan tenzih ederdi. Duâ âyetleri gelince Allâh’a münâcâtta bulunurdu. Cenâb-ı Hakk’a sığınmaktan, ilticâdan bahseden âyet okunduğu zaman hemen Cenâb-ı Hakk’a sığınırdı. Bazen de bir âyeti sabaha kadar tekrar ederdi.

Demek ki nasıl bir, o âyet-i kerîmenin telkini içinde bulunacak, o âyeti yaşayarak tevzî edecek Allah Rasûlü…

Peygamber Efendimiz, her gün düzenli bir şekilde Kur’ân-ı Kerîm okurdu. Kur’ân-ı Kerîm’i yediye taksim ederdi. Haftada bir hatim indirirdi. Ashâb-ı kirâm da O’na ittibâ ederdi ancak.

Çünkü Efendimiz’in hiçbir boş vakti yoktu. 24 saati sanki bir 30 saatti. Bir taraftan namaz, bir taraftan Kur’ân-ı Kerîm, bir taraftan emr-i bi’l-mârûf, bir taraftan dertlilerin, muzdariplerin derdiyle dertlenmesi…

Yine Rasûlullah Efendimiz’in kıraati, açık şekilde, harf harf, yani tertîl üzere, yani teennî ve tedebbür ile. Tecvid kâidelerine uygun olarak yapılan bir tilâveti vardı Efendimiz’in.

Efendimiz’in yine hayatına bakıldığı zaman O’nun her vesîleyle Kur’ân okuduğunu görürüz. İnsanlara İslâm’ı anlatırken ve ashâbıyla sohbet ederken Kur’ân okurdu. Bir meseleyi îzah ederken, o mevzuyla alâkalı âyetleri okurdu. Gece ibadetlerinde uzun uzun Kur’ân-ı Kerîm tilâvet ederdi. Sefer esnâsında Kur’ân-ı Kerîm okurdu.

Hattâ hicrette, Sürâka diyor ki, “o kadar yaklaştım”, güya (onları yakalayacaktı), hidâyet buldu, Efendimiz’i katletmek için yaklaşıyor. “Ben diyor, Rasûlullah Efendimiz’i Kur’ân-ı Kerîm okurken, tilâvetinin sesini duyuyordum.” buyurdu.

Bilhassa Ramazân-ı Şerîf’te Kur’ân-ı Kerîm’e daha çok ehemmiyet verirdi. Ve Cebrâil ile mukâbelede bulunurlardı. Cebrâil’den sonra Efendimiz yine ashâb-ı kirâm ile mukâbelede bulunurdu.

Kur’ân-ı Kerîm Hâlık’ın mahlûkuna mektubu. Size bir mektup gelse, size mektup gönderenin sizdeki haysiyeti, kıymeti kadar o mektuba îtinâ edersiniz. Bu benim arkadaşımdı dersiniz, bu benim hatırımı sayan bir kişiydi dersiniz. Onun mektubunu alıp bir çöp tenekesine atmazsınız. Düzgün bir yere koyarsınız. Ben hatırlıyım dersiniz. Kur’ân-ı Kerîm Cenâb-ı Hakk’ın bir mektubu.

Yine Cenâb-ı Hak Fetih Sûresi’nin sonunda, son âyet 29. âyette, Efendimiz’in yanında bulunanların meziyetini bildiriyor, fârikalarını bildiriyor. Bir defa, ilk başta, dinden tâviz yok. Kitap ve Sünnet yaşanacak. Ve Kitap ve Sünnet’e, yapılan tasallutlara karşı mukâvim olunacak. Bir tâviz verilmeyecek. Mü’minlere karşı merhametli olunacak. Nasıl mü’minlere o olacak o zaman. Benim kıldığım gibi -Efendimiz- kılın buyuruyor.

“…Sen onları rükû ederken, secde ederken görürsün…” buyuruyor.

Ne isterler Cenâb-ı Hak’tan duâlarında, mal-mülk mü? Değil. “…Allah rızâsını, fazîlet isterler…”

Cenâb-ı Hak onlara ne tecellî ettirir? “مِنْ اَثَرِ السُّجُودِ” “bir secde alâmeti” bir nûrâniyet, bir huzur. (Bkz. el-Fetih, 29)

İslâmofobi diyorlar. İslâm fobi değil, İslâm rahmettir. O İslâm’ı istemiyorlar. Çünkü İslâm, hayatın her safhasını tanzim ediyor. Onlar, nefsânî plânda, nefsânî arzularına göre, âhireti unutarak yaşamak istiyorlar. Kul hakkını, hakkı-hukuku unutarak yaşamak istiyorlar. Menfaatlerine göre yaşamak istiyorlar.

Efendimiz’in 23 senelik peygamberlik hayatı bir rahmettir. Terörle mücadeledir. Esirlere yapılan, kölelere yapılan zulüm bitmiştir. Bedir’den dönerken müslümanlar, esirlerini develerinin üzerine aldılar. Efendimiz tembih etti, yediğinizden yedirecek, içtiğinizden içireceksiniz. Çoğu müslüman oldu. Serbest bırakılmayı Efendimiz tercih etti. Kendisinin esirlerini hemen serbest bırakıyordu. Sahâbe de O’nu görerek, çoğu serbest bırakıyordu.

Hayvanlara yapılan terör bitti. Rasûlullah Efendimiz bir karınca yuvasını gördü. Bir de düşünün bugün insanlara atılan bombaları!.. “Kim yakabilir bu karınca yuvasını?!” dedi. (Bkz. Ebû Dâvud, Cihad, 112) “Allâh’ın verdiği cana kıymaya kimin hakkı var!” buyurdu.

İslâm nasıl bir merhamet telkin ediyor, nasıl bir zarâfet telkin ediyor:

Hayvanlardan zekât verdiği zaman Efendimiz;

“Aman diyor, hayvan hakkına dikkat edin diyor. Sütünü sağarken diyor, memelerine tırnaklarınız batmasın diyor. Onu diyor, sakın aç bırakmayın diyor. Sütünü tamamen alıp yavrularını aç bırakmayın.” buyuruyor. (Bkz. Ahmed, III, 484; Heysemî, V, 168, 259, VIII, 196)

Bir bedevî ağacı kökünden sallıyor. “Sallama diyor. Zarar verme köküne diyor. Yaprağı alacaksan yıpratmadan al.” diyor. (Bkz. İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, Beyrut 1417, VI, 378)

Velhâsıl İslâm’la bir terör ortadan kalktı.

 Ebû Hüreyre’den bir hadis naklediliyor:

Bir kişi bir kişinin kıyâmet günü yakasına yapışacak. O diyecek ki:

“‒Ne istiyorsun benden diyecek. Ben zaten zor durumdayım.” diyecek.

O da diyecek ki:

“‒Yok diyecek, biz dünyadayken beraberdik, sen gelip beni irşâd etmedin. Bugün de ben senden dâvâcıyım.” diyecek. (Bkz. Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, III, 164/3506; Rudânî, Cem’u’l-Fevâid, V, 384)

Onun için bugün emr-i bi’l-mârûf ve nehy-i ani’l-münker çok çok daha öteye geçti. Zor zamanlarda yapılan gayretlere Cenâb-ı Hak “قَرْضًا حَسَنًا” buyuruyor. Borç istiyor Cenâb-ı Hak. (Bkz. el-Bakara, 245; el-Hadîd, 11; el-Mâide, 12…)

Yani bir araba, yol kenarında ârıza yaparsa, onu hafif bir itmekle kenara alırsın. Fakat yokuşta, rampada ârıza yaparsa, ona bir güç istiyor. Bugün bir güç verme devri. Hidâyetlere vesîle olma devri. Hidâyeti kaybeden insanlarımız var.

Bakın sahâbîye. Zekât kırkta birdir. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın verdiği bize güç ne kadardır? Ondan mes’ûlüz.

“مَا لَا طَاقَةَ لَنَا بِه۪” (“…Tâkatimizin yetmediği…” [el-Bakara, 286]) Fakat tâkati istiyor.

Sahâbî de onun için kendini ihyâ etti, Çin’e gitti, Semerkand’a gitti, Kayrevan’a gitti, Tataristan’a gitti, Afrika’ya girdi. Sırf niye girdi buralara? Âhiret mes’ûliyeti için.

Sizler, cümlemiz, hâfızlarımız -inşâallah- Allah yolunda Cenâb-ı Hak -inşâallah- gayretimizi artırmasını, feyizli, rûhânî bir ömür yaşamamızı ve bu yaşanan ömürle, feyizli ömürle, rûhânî ömürle, takvâ ömrüyle emr-i bi’l-mârûf ve nehy-i ani’l-münker’de bulunmayı, Rabbimiz ihsân eyler, ikram eyler -inşâallah-…