Aklın Kıymeti ve Hududu

Hazret-i Mevlânâ’nın Gönül Deryâsında Sır ve Hikmet İncileri

Yıl: 2015 Ay: Eylül Sayı: 127

HİRA’DAKİ MESAJ

İlk ilâhî tâlimat:

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذٖ۪ى خَلَقَ

“Yaratan Rabbinin adıyla oku!

O, insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı.

Oku! İnsana bilmediklerini öğreten, kalemle (yazmayı) öğreten Rabbin, en büyük kerem sahibidir.” (el-Alak, 1-5)

Demek ki;

Rabbimiz’in adıyla okumak ilk vazifemiz. O’nun bize öğrettiği ilim, bizim için en büyük kerem… Lâkin hangi bilgi, insanı değerli kılmakta ve nasıl bir ilim, insanı yüceltmekte? Bu suâle cevabı Hazret-i Mevlânâ şöyle verir:

“İnsanı yücelten bilgidir, ilimdir. Fakat bilgi, canlı olmalı ve insanı değiştirmelidir. Yoksa sözde ve dilde kalmamalıdır.”

Bilgi, daha ziyade zihnî bir husus olarak düşünülür. İlim sadece beyne malûmat depolamak ve gerektiğinde kullanmak zannedilir. Hâlbuki asr-ı saâdette, yani Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve ashâbının «ilim»den murâdı; hâle yansıyan, hayata dönüşen davranışlardır.

Ashâb-ı kiramdan Ubâde bin Sâmit -radıyallâhu anh-, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den öğrendiği bir bilgiyi naklederek der ki:

“…İnsanlardan kaldırılacak olan ilk ilim (yani hâl) huşûdur. Büyük bir camiye girip huşû üzere olan tek bir şahıs bile göremeyeceğin günler yakındır!” (Tirmizî, İlim, 5/2653; Dârimî, Mukaddime, 29)

Görüldüğü gibi, namazda bedenin kıblesini Kâbe’ye, kalbin kıblesini Allâh’a tevcih edip, gönül ve beden âhengini sağlamak demek olan huşû; bir ilim olarak ifade edilmiştir.

Öyleyse;

İLİM, İRFAN OLMALI

İnsana kıymet veren ilim, irfâna dönüşen ilimdir. Kalbe sinen ve oradan davranışlara dönüşen ilimdir. Yoksa kalpten neş’et etmeyip sadece zâhirde taklit yahut riyâ ile görünen davranışlar da insana kıymet kazandırmaz, hattâ vebal yükler. Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Gönlü ihyâ eden bilgi insana saâdet bahşeder, dost olur; fakat sadece ten plânına sermaye olan bilgi ise, yük kesilir, vebâli ve hesabı altında perişan eder.”

İlim; gönle sinmeli, oradan davranışlara inmelidir.

İlk vahyin mesajına tekrar nazar edersek, iki kez; «Oku!» emrinin ferman buyurulduğunu görürüz. Okumak; Rabbimiz’in insana lutfettiği akıl ve idrak hâssaları sayesinde, satırlara, hâdiselere ve kâinâta gizlenmiş sır ve hikmetleri tefekkür edebilmektir.

Âyet-i kerîmelerde bu tefekküre sayısız davet vardır:

“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde akl-ı selîm sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır.” (Âl-i İmrân, 190)

İnsana akıl, zihin, idrak, tefekkür ve beyan nimetlerinin veriliş hikmeti budur. Ancak imtihan olunduğumuz her nimet gibi, akıl da iki tarafı keskin bir bıçak gibidir; yani maksadının dışında, yanlış ve zararlı bir şekilde kullanılmaya da müsaittir.

Âkil olana, aklını bu hatadan koruyacak bir akıl gereklidir. Mevlânâ Hazretleri ne güzel söyler:

AKIL ZARÛRÎ LÂKİN

“Akıl zarûrîdir; ama insanda, ancak aklın sınırlı olduğunu anlayacak kadar akıl olmalıdır.”

Sırrı ve hikmeti elde edebilmek için aklı vahyin içinde kullanabilmek elzemdir.

Çünkü;

Akıl sınırlıdır. Zira o da yaratılmıştır. Akıl yanılır, şaşırır. Akıl, Allâh’ın takdir ve lutfettiği ipuçları ve deliller ile akleder, bir hükme varır. İnsana âmâde kılınmış varlık üzerinde, tefekkür, müşâhede ve tecrübeleriyle; ayrıca asırlardır devam eden insan düşüncesinin birikimini de kullanarak keşifler, îcatlar ve tahliller yapar. Fakat, hiçbir malûmâtının, hiçbir delilinin olmadığı sahada akıl, karanlıklar içinde kalır ve bir adım ilerleyemez. Ruh, din, ölüm ötesi ve benzeri mânevî bahisler; aklın tek başına hâll ü fasl edebileceği sahalar değildir. Bu sahada akıl değil, «nakil» yani, vahyin bildirdiği, âyet ve hadislerin aktardığı malûmat vardır.

Mevlânâ dînî bahislere sadece akılla yaklaşmaya kalkanları îkaz eder:

“Dînin aslını anlamaya imkân yoktur, ona ancak hayran olunur.”

Bu hakikat, dînî bahislerin akıl dışı olduğuna değil, akıl üstü olduğuna delâlet eder. Aklın mahdut olduğunu kabul etmek, aynı zamanda insan için hiçliğini idrak ve tevâzû meselesidir. Rabbimiz buyurur:

“…O, kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını bilir. (O’na hiçbir şey gizli kalmaz.) İnsanlar ise O’nun ilminden -O’nun bildirdiklerinin dışında- hiçbir şeyi tam olarak bilemezler…” (el-Bakara, 255)

İnsan, hakkını ve haddini bilmelidir. Hazret-i Mevlânâ; Hakk’a ulaştıracak bilginin, doğrudan Hak’tan gelmesi gerektiğini şöyle ifade eder:

“Hak yolu için; Hak’tan gelen, yani aslı Allah tarafından olan bir bil­gi «ledün ilmi» gerekir. Çünkü; her cüz aslına, külle yol gösterir, kıla­vuzluk eder. Her kanat, geniş bir denizi aşabilir mi? Allah ilmi olmalı ki, insanı Allâh’a götürsün!”

Hazret-i Mevlânâ, felsefecilerle, akl-ı selîm sahibi sûfîleri şöyle karşılaştırır:

FELSEFECİ ve SÛFÎ

“Felsefeci akılla anlaşılır şeylere bağlanmıştır. Sûfî ise aklın aklına, yani akl-ı külle güvenmiştir.

Akıllının aklı olan akl-ı küll, özdür. Ey felsefeci, senin aklın ise kabuk gibidir. Hayvanın midesi dâimâ kabuk arar.

İç/öz arayan, yani hakkı, hakikati isteyen kişi; kabuktan; yani akla ait maddî bilgiden yüzlerce defa usanmıştır. İç/öz, temizlere helâldir, temizlere helâl.

Kabuktan ibâret olan akıl, bir işi yüzlerce delil ile ancak anlayabilir; fakat akl-ı küll, doğru olduğunu bilmediği yola, hiç adımını atar mı?

Akıl baştanbaşa defterler karalar, yani kitaplar yazar. Aklın aklı ise ufukları, ay nurları ile doldurur.

Aklın aklı; aktan, karadan, kâğıt ve mürekkeple eser yazmaktan kur­tulmuştur. Çünkü onun ayının nûru, rûha ve gönüle akseder.

Bu kara ve aktan, yani yazılmış kitaplardan şereflenenler, değer kazananlar varsa; onlar da Kadir Gecesi gibi olan ve bir yıldız misâli parlayan akl-ı küllün ilhamı eseridir.

Dağarcığın ve kesenin değeri, içindeki altındandır. Altınsız dağarcığın ve kesenin hiç değeri yoktur, ilâhî ilimden ve irfandan boş olan kitap­lar; içi boş keselere benzerler.”

Hazret-i Mevlânâ aklı bertarâf etmeyip, akl-ı selîme davet etmektedir. Nitekim âyet-i kerîmelerde Rabbimiz, akl-ı selîm sahibi olmaya davet etmiştir:

GERÇEK AKIL: AKL-I SELÎM

“(Ey Habîbim!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allâh’ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.” (ez-Zümer, 18)

Gerçek akıl sahibi olmak için, Hak söze kulak vermek ve ittibâ etmek zarûrîdir. Allah’tan gelen hidâyet, yani doğru yola erişmek ancak bu teslîmiyet ve itaat ile gerçekleşir. İşte gerçek, sâlim akıl budur.

Bu sebeple tekrar tekrar âyetlerde ifade buyurulur:

وَمَا يَذَّكَّرُ اِلَّا اُولُوا الْاَلْبَابِ

“Sâlim akıllardan başkası iyice düşünmez.” (el-Bakara, 269)

“…Ancak akl-ı selîm sahipleri düşünüp anlar.” (Âl-i İmrân, 7)

“Rabbinden Sana indirilenin hak olduğunu bilen kimse, (inkâr eden) kör kimse gibi olur mu? (Fakat bunu) ancak akıl sahipleri anlar. (er-Ra‘d, 19)

Hazret-i Mevlânâ insana kıymet verenin işte bu akl-ı selîm olduğunu ifade eder:

“Hayvan nasıl kabiliyeti ile değer kazanırsa, insan da aklını ve kalbini kullanmasıyla değer kazanır.”

Akıl ve kalbi doğru bir muvâzene içerisinde kullanmak…

Vahye kulak vermek, tâbî olmak… Akl-ı selîm ile hikmetleri idrâk etmeye gayret etmek. Hiçliğin idrâkinden asla ayrılmamak… Hiçliği unutup, vahyi görmezden gelip, sadece akla dayanmak ise körlüktür, bedbahtlıktır…

Çünkü;

İnsan aklı yanılabilir. Meselâ yanlışın, kötünün sayıca kalabalık ve güçlü olması; doğrunun, temizin yalnız kalmış olması onu şaşırtabilir. Günümüzde algı yönetimi, bilgi kirliliği ve benzeri ifadeler, insan idrâkinin beşerî meselelerde dahî hataya sevk edilebildiğinin itirafı sadedindedir. Uhrevî mevzular gibi, şeytan, nefis, dünya vb. aldatıcı birçok tuzağın bulunduğu, gayba ait bir sahada; akıl elbette vahyin rehberliğine muhtaçtır. Âyet-i kerîmede bu tuzaklara karşı îkaz vardır:

TAKVÂLI OLUN!..

“De ki: Pis ve kötü ile temiz ve iyi bir değildir; pis ve kötünün çokluğu tuhafına gitse (yahut hoşuna gitse) de (bu böyledir).

Öyleyse ey akıl sahipleri! Allah’tan korkunuz ki kurtuluşa eresiniz.” (el-Mâide, 100)

Tarihte şirkin, o çirkinliğini ve iğrençliğini benimseyen Âd kavminin reisi, kendilerine peygamber olarak gönderilen Hûd -aleyhisselâm-’a;

“Ey Hûd! Yazıklar olsun! Biz bu kadar güçlü ve kalabalık kimseler olduğumuz hâlde, sen bize galip geleceğini mi zannediyorsun?” diye çirkefçe karşı çıkmıştı.

Nefsânî arzular neticesinde enkaz hâline gelmiş olan akıl, zevâle uğrayarak böyle ahmaklıklar sergiler. Böyle bir akıl, terbiye görmemiş bir nefsin uşağı hâline gelir.

Lût Kavmi de nefsânî ahlâksızlıklarını savunup peygamberleriyle istihzâ ederek şöyle diyorlardı:

“Onları (Lût’u ve taraftarlarını) memleketinizden çıkarın; çünkü onlar fazla temizlenen insanlarmış!” (el-A‘râf, 82; en-Neml, 56)

Hazret-i Lût ise o şaşkın gürûha şöyle sesleniyordu:

“İçinizde (laftan anlayacak) aklı başında bir adam yok mu!” (Hûd, 78)

Bugün de aynı şekilde eşcinseller, aynı terâneyi tekrar edip kendi kirlerini doğru zannediyorlar. Böyle bir hâlin fıtrata aykırılığını idrâk edemeyip kendilerini helâk ediyorlar…

Öyleyse pis ve kötü olanı terk etmedikçe; selîm akla nâil olunamaz, temiz ve faydalı ilim elde edilemez. Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Biz; ancak bâtıl, sahte, yalancı ilmi terk ederek, gerçek ilmi bulabiliriz.”

Aklı, ifrat ile kullanıp, vahyin sahasına sürmek; aslında insanı hakikatten uzaklaştırır. Kendi sahasında hakikate yaklaştıran akıl, sahası dışında insana yolunu kaybettirir. Hazret-i Mevlânâ bunu, düşünce oklarıyla yaptığı şu teşbihle anlatır:

“«Hak insana şahdamarından daha yakındır.» Sen ise oka benzeyen düşünceni, uzaklara atmaya çalışıyorsun.

Ey yayını çekip, okunu atan kişi! O pek yakında, sen ise uzaklara ok atıyorsun. Her kim ne kadar çok uzağa ok atarsa, böyle kıymetli bir defineden o kadar çok uzak kalır. Daha fazla ayrılır, daha fazla uzağa düşer.

Filozof, aklına güvendi. Kendini boş ve maval düşünceler ile doldurdu. Bırak koşsun gitsin, zaten define onun arkasında kaldı. Ona; «Koş, git!» de, o ne kadar hızlı koşarsa gönlünden, gönül murâdından o kadar ayrılır, uzaklaşır.

Nice ilim, nice akıl, nice anlayış, nice zekâ vardır ki; hakikat yolcusuna, gulyabanî kesilir, yolunu vurur.

Filozofların şerlerinden kurtulmak için, cennetliklerin çoğu bir şey bilmez görünenlerdir.”

Toplumlar, kütüphânelerin tozlu raflarında kalmış kara kaplı felsefe kitaplarının üzerine abanmış bilgiçlerin rûhuyla selâmete kavuşamaz. İnsanlığı hakikî saâdet ve selâmete çıkaracak olan, Kur’ân ve Sünnet kültürüyle yoğrulup tasavvufî hikmetlerle kemâle ermiş olan dervişlerin rûhudur.

Zira;

Bilmek; sadece zâhiri seyretmek değil, sırrı çözmektir. Bilmek, hakikatte büyük nizâmın muammâsını çözmek ve ilâhî sırlara âgâh olabilmektir.

Günümüzde din adına konuşan birtakım bilgiçler, kendilerini hakikatten uzaklaştıran akıllarına güvenirken, sahih hadislere, asırlardır birbirini tasdik eden sağlam ve müttakî âlimlere şüpheyle yaklaşırlar. Onlar akıllarıyla ve bir avuç bilgileriyle mağrur olmuş kişilerdir. Buyurulmuştur ki:

ÜÇ KARIŞ

“İlim üç karıştır.

Birinci karışa ulaşan (elde ettiği birazcık malûmâtı kendine mâl ederek) gurur ve kibire kapılır.

İkinci karışa ulaşan (ilâhî kudret ve saltanat karşısında) hayrete düşer.

Üçüncü karışa ulaşan da (Hakk’ın nihayetsiz ilminin farkına varır da kendisinin o sonsuz ilim içerisinde hiçbir şey) bilmediğini idrâk eder.”

Birinci basamakta kalanlar, kibirleriyle şeytanın oyuncağı olurlar. Mevlânâ Hazretleri’nin dediği gibi;

“Basîret bakışı eksik, görüşü kıt olan yarasanın gözleri; güneşin ışıklarının aksettiği yıldızları da göremez.”

Göremezler. Fakat göremediklerini itiraf etmek yerine; «Yok!» derler, şüphe duyarlar. İnkâr ederler. Hazret-i Mevlânâ îkāz eder:

“Henüz kanadı çıkmayan kuş uçmaya kalkarsa, her yırtıcı kedinin lokması olur.”

Mârifet kanadına sahip olmadan, zâhirî bilgilere itimat ederek, şeytana yem olurlar. Kārûn’un, Bel‘âm bin Baûra’nın âkıbeti bundan olmuştur. Onlar ilimleriyle kıymet bulmak yerine, hüsrâna yuvarlandılar. Mevlânâ teşbihiyle;

“Demircilik sanatını bilmeyen kimse, demirci ocağına yaklaşırsa; sakalını, bıyığını yakar.”

Bu kişiler kendilerine verdikleri zararla kalmaz, kendilerine tâbî olan, sözüne, etiketine güvenenlere de kalın bir perde olurlar. Cenâb-ı Hakk’ın, Dâvud -aleyhisselâm-’a şöyle vahyettiği bildirilmiştir:

“Ey Dâvud! Benimle arana dünya tarafından baştan çıkarılmış bir âlim koyma. Aksi takdirde bu adam seni, muhabbetimden alıkoyar. Çünkü dünyaya meftun âlimler, (Bana vâsıl olmak isteyen) kullarımın yollarını kesenlerdir.”

İlimde bu kibir tehlikesinden kurtulmanın yolu da, takvâ ve güzel ahlâka sarılmaktır. Buyurulur ki:

“Kim, bildiği ile amel ederse; Allah ona, bilmediği ilmi ihsan eder.”

Cenâb-ı Hak buyurmuştur:

وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ

“…Allah’tan korkun (takvâ üzre olun!.. Bilin ki) Allah (size bilmediğinizi) öğretir!…” (el-Bakara, 282)

Yâ Rabbî!.. Bizleri «mârifetullah»tan nasiplendir. Âhiretimize fayda verecek ilmimizi ziyâdeleştir. Bizleri öğrendiklerini ihlâsla tatbik eyleyenlerden eyle. Bize bilmediklerimizi de katından Sen tâlim eyle yâ Rabbî!..

Âmîn!..