Âhirette Korku ve Hüzünden Emîn Olmanın Şartı KIYÂMET ŞUURUYLA YAŞAMAK

Ebedî Fecre

Yıl: 2010 Ay: Şubat Sayı: 60

HER ZAMAN VE MEKÂNDA KIYÂMET MÜHRÜ!..

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’den ilk vahiyde bizlere şöyle buyurdu:

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذٖى خَلَقَ

“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak, 1)

Şu imtihan dünyasında nereye baksak, neyi seyretsek, yani kâinat kitabının hangi sayfasını çevirsek; kalp gözüyle temâşâ edebildiğimiz, Yaratan Rabbimiz’in adıyla okuyabildiğimiz takdirde; hepsinde fânîlik görürüz. Her yerde kıyâmetin mührüne şahit oluruz.

İşte hayat…

Hep O’nun mülkünde…

Bir taraftan geliş, bir taraftan gidiş…

Her gün milyonlar geliyor, milyonlar gidiyor. Yüz milyonlar, hattâ milyarlar Allâh’ın mülkünde yaşıyor, O’nun rızkıyla rızıklanıyor. Ecel, yani takdir edilen vakit geldiği zaman; bu dünyada ölüm ve ikinci bir âleme doğuş başlıyor.

Düşündüğümüz zaman görürüz ki bu dünyaya gelişimiz de böyleydi:

Ana karnında bedenimiz yaratıldı. Hiçbir şeyi bilmiyor, kimseyi tanımıyorduk… Dünyada Cenâb-ı Hak, tanımadıklarımızı bize tanıttı. Şimdi ünsiyet ettiğimiz, alıştığımız için çok tabiî gelen bu hayat maceramız gibi; bir gün âhiret hayatına da adım atacağız. Âyet-i kerîmede buyurulur:

(Kâfirler) diyecekler ki: «Bizi tekrar (hayata) kim döndürecek?»

De ki: Sizi ilk kez yaratan (döndürecek!)(el-İsrâ, 51)

Cenâb-ı Hak; bizi yaratışında da, rûhumuzu kabzedişinde de, bizi tekrar diriltişinde de rahmetiyle tecellî ediyor;

O BİZE DÂİMÂ LÜTUF KÂR…

Bu dünyaya hiçbir bedel ödemeden, sıfır sermayeyle geldik; hak ederek, kazanarak gelmedik. Tamamen Cenâb-ı Hakk’ın lutfu…

Var oluşumuz, hayat buluşumuz bir lütuf…

İnsan olarak dünyaya gelmemiz ayrı bir lütuf…

Müslüman olarak gelmiş olmamız sonsuz bir lütuf…

Fahr-i Kâinat -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’e ümmet olmamız ise emsalsiz bir lütuf…

Cenâb-ı Hak; dünya hayatındaki bütün bu lütuflarından sonra, bize bir büyük lütufta daha bulunmak istiyor:

Bizi kıyâmetin dehşetinden korumak istiyor.

Çünkü dünyanın ve dünya hayatının sonu;

DEHŞET VERİCİ BİR İNFİLÂK…

Cenab-ı Hak, kıyâmetin muhtelif safhalarından birini şöyle bildiriyor. Âyet-i kerîmede buyurulur:

(Düşün o) günü ki, yazılı kâğıtların tomarını dürer gibi göğü toplayıp düreceğiz…” (el-Enbiyâ, 104)

İnsanın ne idrâkine, ne de bugüne kadar keşfedebildiği teleskopların menziline sığabilen, uçsuz-bucaksız semâları bir tomar kâğıt gibi düren kudret ve azameti düşünün; bir de o dürülüşteki dehşeti düşünün…

O semâlar ki, trilyonlarca galaksi… İfade etmeye dillerin ve sayıların yetmediği çoklukta yıldız… Cenâb-ı Allâh’ın;

“Hayır! Yıldızların yerlerine yemîn ederim ki, bilirseniz, gerçekten bu, büyük bir yemindir.” (el-Vâkıa, 75-76) buyurduğu yerler… Işığın saniyede üç yüz bin kilometre hızla yol kat ettiği hâlde, içinde kaybolduğu gökler…

O muhteşem gökler bu hâle gelir de, âlemler içinde zerre kadar olan arzın üzerinde bir zerre mesâbesindeki insanın hâli nice olur!

Cenâb-ı Hak, sahneler hâlinde gözlerimizin önüne getiriyor:

“İşte o gün, kişi; kardeşinden, annesinden ve babasından, eşinden ve evlâtlarından bile kaçar.” (Abese, 34-36)

Dünyada kişinin başına bir musîbet geldiğinde; kardeşine, ana-babasına, evlâdına koşar, onlardan meded ister. Fakat kıyâmet ve âhiret hengâmında, en yakınından meded ummak şöyle dursun; onların, kendi yakasına yapışması korkusuyla bir kaçış olacak. Müthiş bir çaresizlik…

Dünyada merhamet ve şefkat duygularıyla, analar evlâtları için nice sıkıntılara katlanırlar. Fakat kıyâmet öyle bir dehşet ki; merhamet denince akla gelen anne, emzirdiği bebeğini bırakacak. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Onu (kıyâmeti) gördüğünüz gün, her emzikli kadın emzirdiği çocuğu unutur, her hâmile kadın çocuğunu düşürür. İnsanları da sekir hâlinde (sarhoş bir hâlde) görürsün. Oysa onlar sarhoş değillerdir; fakat Allâh’ın azâbı çok dehşetlidir!” (el-Hacc, 2)

Yine Müzzemmil Sûresi’nde kıyâmetin ne kadar ağır bir felâket olacağı şöyle beyân edilmiştir:

“Eğer inkâr ettiğiniz takdirde, çocukları ak saçlı ihtiyarlara döndürecek günden nasıl korunabileceksiniz?!.” (el-Müzzemmil, 17)

Cenâb-ı Hak soruyor…

KENDİNİZİ NASIL KORUYACAKSINIZ?

Çünkü Cenâb-ı Hak, bize karşı lütufkâr ve bizim iyiliğimizi istiyor. Bizim o büyük infilâktan, kıyâmetin dehşetinden, korku ve hüzün yaşamadan kurtulmamızı; Dâru’s-selâm’a, yani cennete girmemizi arzu ediyor. Bizleri cennete davet ediyor.

Fakat Cenâb-ı Hak; cennetine, sonsuz rahmetine ilhâk edeceği kullarından; duygusuz, hantal bir kalp istemiyor. İstediği kalp kıvâmına erişebilmemiz için, bize Efendimiz’in en güzel örnekliğini lutfediyor.

Bu kalp kıvâmına erişemeyenleri, kulluk yolunda gayret etmeyenleri, ilâhî tâlimatlara sağır kalanları ise; cehennemle korkutuyor, kıyâmetin dehşetiyle îkāz ediyor. İnsanları yaklaşmakta olan kıyâmet karşısında endişe duymaya davet ediyor. Aslında ölümden sonraki hayat hakkında, kıyâmet hakkında; mü’min-kâfir herkes korku içinde;

HERKES ENDİŞEDE…

Ölüm, kıyâmet ve ebedî hayat hakkında mü’minde bir endişe var; kâfirde ayrı bir endişe var.

Mü’mindeki endişe; «Hâlim ne olacak?» kaygısı…

Mîzanda amellerin tartısı nasıl çıkacak? Zerrelerin dahî tartıldığı o terazide hayırlar mı, şerler mi ağır gelecek? Ne kadar müsbet, ne kadar menfî amel çıkacak? Yaptıklarımız, âyette;

“Şüphesiz yapılan iş, bir hardal tanesi ağırlığında olsa ve bir kayanın içinde yahut göklerde ya da yerin içinde bile olsa, Allah onu çıkarır getirir.” (Lokmân, 16) beyânı çerçevesinde inceden inceye hassas terazilerden nasıl geçecek?

Amel defteri ne yandan verilecek? Sağdan mı, yoksa soldan mı? Amel defterinde, bir ömrün kare kare kayda geçirilmiş hesâbında nelerle karşılaşacak?

Bu meçhuller dolayısıyla, mü’min dâimâ kıyâmet endişesi taşıyor.

“Acaba benim ebedî mekânım nerede olacak? Yolculuğum, bilhassa Sırat’taki hâlim nasıl olacak? Dönüp de telâfi imkânının da bulunmadığı o hengâmda, ya âkıbetim hüsrân olursa!..”

Bu endişe, îmânın îcâbıdır. Çünkü âhirette selâmette olacağından kesin emîn olmak, küfürdür. Dünyada iken cennetle müjdelenmiş sahâbîler bile; hâllerini muhâfaza edememe korkusuyla, son nefes ve âhiret endişesi içinde. Nifâka düşmek korkusuyla her an titreyen, kendisine;

«Unutma ey Ömer! Ölüm var!» diye öleceğini hatırlatması için bir şahıs tutan Hazret-i Ömer’in şu tefekkürü, mü’min için gerekli olan havf ve recâ / korku ve ümit dengesini ne kadar güzel ifade etmektedir:

“Gökten gelen bir ses;

«–Ey insanlar! Sadece bir kişi cehenneme girecek.» dese;

«–Acabâ; o kimse ben miyim?» diye havf / korku hâlinde olurum.

«–Ey insanlar! Sadece bir kişi cennete girecek.» dese, o zaman da;

«–Acabâ o kişi ben miyim?» diye recâ / ümit hâlinde olurum.”

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- şehâdetine sebep olan yaralanma hâdisesi üzerine ziyaretine gelen ve kendisini medh u senâ eden ashâba söylediği şu sözleriyle de aynı hissiyâtı dile getirir:

“Böyle fânî iltifatlara kapılan aldanmıştır. Eğer dünya dolusu altınım olsa; mahşer gününün korkularından kurtulmak için, onların hepsini fedâ ederdim.”

Takvâ, mü’minde işte bu endişeyi artırır. Bu endişenin varlığı ve artması da güzel bir husûsiyettir. Çünkü âhiret endişesi arttıkça istikamet de artar.

Gafil ise endişelerden uzak yaşar, nefsinin hevâsına mağlûptur fakat farkında değildir. Kendisini bekleyen nice korkunç sahne hiç yokmuşçasına bir rahatlık içinde yaşar. Fakat gafletin sonu, sonsuz bir hüsran ve faydasız bir pişmanlık olur. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir de; «İşte (ey insan!) bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir.» denir. Sûr’a üfürülür; işte bu, geleceği va‘dedilen gündür.” (Kāf, 19-20)

 Aslında herkeste âhiret endişesi var. Kâfirde de öbür dünya endişesi var. İnkâr etse dahî; «Ya varsa?» şüphesi içini kemirmekte. Çünkü ne kadar görmezden gelirse gelsin, kâinatta her şey ilâhî azametin mührünü taşıyor. Her şey ilâhî azamete vitrin… Bu azamet, ister istemez kıyâmeti hatırlatıyor. İnanmasalar da kıyâmet inkârcıların da gündeminde… Nitekim âyet-i kerîmede buyurulur:

BÜYÜK HABER!

عَمَّ يَتَسَآءَلُونَ عَنِ النَّبَاِ الْعَظٖ۪يمِ اَلَّذٖ۪ى هُمْ فٖ۪يهِ مُخْتَلِفُونَ

“Birbirlerine neyi soruyorlar? İhtilâfa düştükleri büyük haberi mi?” (en-Nebe’, 1-3)

O kâfirlerin, inkârcıların bile; «Ya varsa?» diye ihtilâfa düştükleri «Büyük Haber…» Kıyâmet…

Efendimiz’e peygamberlik gelmeden evvel câhiliyye devrinde âhiret mefhumu yoktu. Hazret-i İbrahim ve İsmail peygamberlerin tebliğ ettiği hakikatler unutulmuştu. Yani herkes nefsinin istediği gibi yaşıyordu. Bir gün hesap vereceği endişesini, yaptıklarının sorulacağı korkusunu hissetmiyorlardı. Her şey güçlünün hakkı idi. Güçsüzün, zayıfın hiçbir hakkı yoktu.

Nihayet adâlet ve hakikatin kandili olan İslâm geldi ve nûruyla karanlıkları aydınlatmaya başladı. O zaman zalim müşrikler, büyük hakikat karşısında saltanatlarının endişesi içine düştüler. Ebû Süfyan’ın karısı Hind, bu endişe ile şöyle feryâd etti:

“–Böyle bir din mi olur? Şimdi koskoca ben, sıradan bir köleyle bir mi olacağım? Efendisi olduğum köleye istediğimi yapamayacak mıyım? Olmaz böyle şey. O köledir, ben efendi!.. Ona istediğimi yaparım! Bu hakkımı kim elimden alabilir?!.”

Ancak;

Son nefesinde bile;

«Namaz! Namaza dikkat edin! Emriniz altındakilerin hakkına dikkat edin!» tâlimâtını veren Hazret-i Peygamber’in Mekke’yi fethinde, O’nun sonsuz adâleti ve affı karşısında Hind de îmân etti.

Zaten;

Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, Kur’ân’ı tebliğ etmeye başladığı zaman, kâfirlerde endişe başlamıştı. İlk nâzil olan sûrelerde bilhassa üzerinde durulan, dehşeti sahne sahne insanın önüne serilen kıyâmete, inkârcılar; «Büyük Haber» dediler ve aralarında; «Ya varsa?» diye tartışmaya başladılar.

Demek ki kıyâmet ve âhiret; mü’min-kâfir bütün insanlığın endişesi, herkesin çözümünü aradığı bir muammâ… Bu ölüm muammâsını, bu kıyâmet bilmecesini çözüp rahata erebilmek, ölümü güzelleştirebilmek ancak takvâ ile mümkün…

Takvâ ile Cenâb-ı Hakk’a yaklaştıkça, kalpteki birtakım endişeler azalmaya başlar. Dehşet, yerini haşyete bırakır. Çaresizliğin getirdiği ihtilâçların, ıstırapların yerini teslîmiyetle gelen huzûr alır.

O ıstıraplı dehşetten kurtulmanın yolu; insanı ıslah eden, îmânı zinde tutan müsbet bir endişeyle yaşamaktır;

SON NEFES ENDİŞESİYLE YAŞAMAK…

Cenâb-ı Hak; ısrarla bizim kıyâmet ve âhirette selâmette olmamızı, cennete girmemizi istiyor. Bunun iki yolunu, takvâ ile geçen bir ömür ve müslüman olarak verilen son nefes şeklinde beyân ederek şöyle buyuruyor:

يَا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ حَقَّ تُقَاتِه۪ وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ

“Ey îmân edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102)

Bu hayat lutfu, bize bir kereye mahsus verildi. Can vermek de ancak bir kere olacak.

İkinci bir sefer, ikinci bir fırsat yok.

O hâlde, insan bu tek fırsatı çok iyi gözetmeli, onu gafletle hebâ etmemelidir. Dünya hayatında imtihan malzemesi olarak verilen can, mal ve evlât gibi imkânlar da, insanı son nefesi îman ve İslâm üzere vermek endişesinden alıkoymamalıdır. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Ey îmân edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allâh’ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar ziyâna uğrayanlardır.” (el-Münâfikûn, 9)

Çünkü dünya hayatındaki; mal ve evlât nimetlerinde bir câzibe, bir sıcaklık vardır. Ebediyet iştiyâkı içindeki insan; dünyaya aldanır ve gaflete dalarsa, malının kendisiyle dâimî kalacağını zanneder, onu bir âhiret malzemesi olarak, cenneti kazanmak için kullanacağı yerde nefsânî arzuları için hebâ eder.

Yine gafil; kendisinden bir parça olan evlâdını, Hak yolunda yetiştirip onu kendi âhireti için de sadaka-i câriye eyleyeceği yerde; onu dünyevî istikbâle hazırlamak iddiasıyla, âhiretten bîhaber yetiştirir, hem evlâdının hem kendisinin ukbâsını berbâd eder.

Cenâb-ı Hak; iki ucu keskin bir bıçak gibi olan bu nimetleri, doğru bir şekilde kullanmamızı arzu etmektedir. Çünkü pek çok kimse bu nimetleri, elindeki bıçakla ekmek keseceği yerde damarını kesen bir gafil gibi kullanmaktadır. Bu bakımdan bu nimetleri, doğru şekilde kullanmadığımızda son nefeste düşeceğimiz nedâmet hâlini Cenâb-ı Hak bize şu âyet-i kerîmelerle bildiriyor:

“… Rabbim! Beni (ölümümü) yakın bir süreye kadar geciktirsen de, sadaka verip sâlihlerden olsam!…” (el-Münâfikûn, 10)

 (Hâlbuki) Allah, eceli geldiğinde hiç kimseyi (ölümünü) ertelemez. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (el-Münâfikûn, 11)

Son nefeste bu korkulu hâle düşmemek için; hayatı, son nefes endişesinin îcâbı olan sâlih ameller içerisinde geçirmek zarûrîdir. Âhiret endişesi sadece münkir ve gafillere değil, sâlihlere de lâzımdır. Çünkü âhirette herkes pişmanlık yaşayacaktır. Nitekim Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bir gün;

Ölüp de pişmanlık duymayacak hiçbir kimse yoktur.” buyurmuşlardı.

Ashâb-ı kiram;

“–Onun pişmanlığı nedir yâ Rasûlâllah?” diye sordular.

Efendimiz;

“–Muhsin bir kişi ise, bu hâlini daha fazla artırmamış olduğuna; kötülük eden bir kişi ise, o kötülükten vazgeçmemiş olduğuna pişman olacaktır.” buyurdu. (Tirmizî, Zühd, 59)

Fahr-i Kâinat -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz bir başka hadîs-i şeriflerinde de şöyle buyurdu:

“Cennet ehli; başka hiçbir şeye değil, sadece, dünyada Allâh’ı zikretmeksizin geçirmiş oldukları anlara hasret ve nedâmet duyarlar!” (Heysemî, X, 73-74)

Cenâb-ı Hak; dâimâ kıyâmet vâkıasını hatırda tutmanın ehemmiyetini, Hazret-i Peygamber’in şahsında ümmetine şöyle hitâb ederek bildirmektedir:

(Rasûlüm!) Dehşeti her şeyi kaplayan kıyâmetin haberi Sana geldi mi?” (el-Ğâşiye, 1)

O büyük haber elbette bize geldi. Fakat Cenâb-ı Hak bir mânâda şöyle îkāz etmiş oluyor:

“Nasıl olur da hiç o büyük haber gelmemiş gibi davranabilirsiniz?!. Nasıl olur da dünyada boş ve süflî şeylerin peşinde ihtiraslara kapılabilirsiniz?!. Nasıl en değerli sermâyeniz olan ömrünüzü gafletle geçirebilirsiniz?!.”

Âyetin devamında ise kıyâmet ve âhirette insanlığın iki âkıbeti, dünyada son nefes ve âhiret endişesiyle yaşayanların ve yaşamayanların sûretleri beyan buyuruluyor:

“O gün birtakım yüzler zelildir.” (el-Ğâşiye, 2)

“O gün birtakım yüzler de vardır ki, mutludurlar.” (el-Ğâşiye, 8)

Cenâb-ı Hak yine bir endişeye davet ediyor;

O GÜN NE HÂLDE OLACAĞIZ?

Dünyada sûretimize, üstümüzün-başımızın, kıyafetimizin temizliğine, düzgünlüğüne, güzelliğine dikkat ederiz. Ya âhirette sûretimiz, şeklimiz, sîmâmız ne hâlde olacak? Asıl buna dikkat ve ihtimam göstermek îcâb etmez mi?

O gün sîmâmız ne hâlde olacak?

Üzerini toz-toprak bürümüş, kan-ter içinde, zelil, rezil-kepaze, solgun ve kapkara bir yüz mü?

Yoksa mesut, aydın, parlak, secde iziyle parlayan, tertemiz, nur içinde bir yüz mü?

O gün bedenimiz ne hâlde olacak?

Uzuvları aleyhine şahitlik eden, dünyada gizli-açık işlediği günahların çirkin alâmetleriyle haşredilmiş, ağır yükler altında ezilmiş, boynuna yaptığı haksızlıkların, zulümlerin yaftaları asılmış perişan bir vücut mu?

Yoksa abdestle parlayan, Kur’ân ile nurlanan, işlediği sâlih amellerin mükâfâtı olan nişanlar taşıyan, tertemiz, güzel, mükemmel ve huzurlu bir vücut mu?

Unutmamalıdır ki;

O günkü sîmâmızı ve sûretimizi belirleyecek husus, kalbin bu dünyadaki kıvâmıdır. Bu dünyada günahlar yüzünden katranlaşmış kalpler; öbür dünyada vücudun çirkin, pörsük, zelil ve iğrenç bir hâlde haşredilmesine sebep olur.

Bu dünyada nefis tezkiyesi ve kalp tasfiyesi ile çirkinliklerden temizlenen ve sâlih amellerle güzelleşen kalp ise; Allâh’ın izin ve keremiyle, öbür dünyada güzel, nurlu, mesut bir çehre ile haşredilmeye vesile olacaktır.

Hülâsa bu dünya hayatı, bizim hem maddî hayatımızın hem de istikbaldeki mânevî hayatımızın temelini teşkil edecek.

O azametli, korkulu istikbalde korkudan ve hüzünden emin olabilecekler, ancak Rabbine dünyada dost olabilenlerdir:

اَلَا اِنَّ اَوْلِيَاءَ اللّٰهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ
وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

“Bilesiniz ki, Allâh’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de.” (Yûnus, 62)

O hâlde, dünya hayatının yegâne gayesi; Cenâb-ı Hakk’a dostlukta mesâfe almaktır. Bu yolda azim ve gayrettir. Bunun da reçetesi;

HAMD, ŞÜKÜR VE ZİKİR

Cenâb-ı Hak, lisanlarımızın virdi olan Fâtiha Sûresi’nin başında;

 اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ٖينَ

“Bütün hamdler, Âlemlerin Rabbi Allâh’adır.” buyurarak, bize sonsuz âlemleri tefekkür ettirmekte, ilâhî azamet karşısında hamd hâlinde bulunmamızı tekrar tekrar hatırlatmaktadır.

Yine insan, kendisini meccânen bunca lütuf vererek var eden ve kendi bahşettiği sermâyeyi O’nun rızâsına uygun sarf etmemiz karşılığında cennetine davet eden Allâh’a karşı nankörlük içinde olmamalıdır. Nankörlüğün zıddı şükürdür.

Hamd ve şükür hâlini sürdürebilmek için gafletten uzak durmak şarttır. Gafletten kurtulmanın çaresi, zikirdir.

Zikir…

Allâh’ı unutmamak…

Ölümü unutmamak…

Kıyâmeti, âhireti unutmamak…

İslâm’ı, hayatın hiçbir safhasında unutmamak…

Allâh’ı unutmayan bir kalp, yanlış yola sapmaz. Kimse bir haksızlığa, kalbe diken batıran bir davranışa besmeleyle başlamaz. Demek ki gafletin, günahın, Cenâb-ı Hak’tan uzaklaştırıcı işlerin başı; Allâh’ı unutmaktır. Cenâb-ı Hak, bizleri şu âyet-i kerîmelerle de îkāz ediyor:

“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun; çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. Allâh’ı unutan ve bu yüzden Allâh’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir.” (el-Haşr, 18, 19)

Hamd, şükür ve zikir hasletlerinin kulda devamlı hâlde bulunabilmesi için; kalbin incelmesi, zarifleşmesi, ilâhî mühürlere, ilâhî vitrinlere, azamet-i ilâhî tecellîlerine âgâh hâle gelmesi zarûrîdir. İlâhî hükümranlığın içinde yaşaması zarûrîdir.

Allah ile dostlukta bu üç fazîlet, mü’mine yardımcı olurken; şu üç süflî sıfat ise, Cenâb-ı Hakk’a dostluğa mânîdir:

KİBİR, CİMRİLİK VE HAMÂKAT

Cenâb-ı Hak’la dost olabilmek için, bu üç menfî hâlin bertarâf edilmesi lâzım…

Birinci engel, kibir ve benliktir. Kibir, -Allah muhâfaza buyursun- azamet-i ilâhiyyeye ortaklığa kalkışmaktır. Çok vahim bir küstahlıktır.

Hâlbuki kibriyâ sıfatı Allâh’a aittir. Tevhid akîdesinin ortaklığa hiçbir şekilde tahammülü yoktur. Onun için kibir ve benlik; kişiyi, iblis gibi uçurumdan aşağı atar. İblis, kibri yüzünden Allâh’a düşman kesildi.

İkinci engel, cimriliktir. Bir kulun cimrilik etmesi, sahibi olmadığı bir mala sahip olmaya kalkmasıdır. Oysa;

اَلْمُلْكُ لِلّٰه

«Mülk Allâh’a aittir» prensibi vardır. Mülk, ferdin değildir. Ferdin tasarrufuna, mülkün asıl sahibi Allah tarafından emânet edilmiştir ki, tasarruf şartlarından biri cimrilik ve israftan korunarak infâk etmektir, Allâh’ın mahlûkātını gözetmektir. Emânet olan nimeti; nefsine tahsis edip de, zayıf, muhtaç, fakir kullara kör; merhamet dilenen mahlûkāta sağır kesilen bir cimri, asla Allâh’a dost olamaz.

Pintilik, sadece parayı esirgemek değildir; bilgiyi, zamanı, hizmeti esirgemek;

«Ben bu kadar yaptım, yetmez mi? Gerisinden bana ne?» diyerek;

«Biraz da başkaları yapsın.» diyerek, nefsinin tembelliğine ve cimriliğine mazeret aramak da cimriliktir.

Kulun Cenâb-ı Hakk’a dost olmasının önündeki üçüncü engel, hamâkattir. Bu ahmaklık; bir zihin özrü veya zekâ geriliği değildir. Bu ahmaklık; akıl gûyâ başta olduğu hâlde, gafletin kararttığı, nefsin şaşırttığı kalbin, âhireti bırakıp dünyayı tercih etme bedbahtlığıdır. Aklı; nefsânî hayatı mâmur etmeye kullandığı hâlde, rûhânî hayatı bir enkaz hâline getirmektir.

Bir gün halîfe Süleyman bin Abdülmelik; Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in ashâbına yetişmiş bulunan Ebû Hâzim Hazretleri’ne sordu:

“–Bize ne oluyor ki, ölümden hoşlanmıyoruz?”

Ebû Hâzim’in cevabı mânidâr idi:

“–Nefsânî arzularınıza aldandınız, dünyayı mâmûr edip âhireti harâb ettiniz. Bu sebeple mâmur bir yerden harâbe bir yere geçmek hoşunuza gitmiyor.”

Hakikî hamâkat odur ki; kişi, ölenleri duyar, görür; kabirlerin önünden geçer, fakat onların sessiz feryatlarından anlamaz. Hazret-i Mevlânâ, gerçek akıllı ve ahmağı tespit ederek şöyle buyurur:

“Akıllılar önceden ağlar; sonunda tebessümlere gark olurlar. Ahmaklarsa, önceden kahkahalara boğulur, sonra da başlarını taşlara vurarak ağlarlar. Ey kişi! Firâsetli olup işin sonunu başlangıçta iken gör de cezâ gününde pişmanlık ateşiyle yanıp tutuşma!..”

«Kendisinde bu üç sıfat; yani kibir, cimrilik ve hamâkat bulunan kişi, Allâh’a yaklaşamaz.» buyurulmuştur. Ancak bu üç kötü vasıf, lâyıkıyla bertarâf edildiği zaman; rûhî inkişaf yolunda mesafe alınmaya başlanır. Bu üç menfî vasfın bertarâf edilmesi için, şu üç müsbet vasfı elde etme gayretinde olmak gereklidir:

1. Kur’ân ve Sünnet’in hazmedilerek hayatın her safhasına intikali…

2. Gecelerin derinliğinden hisse ve feyiz alabilmek…

3. Sohbetin hakikatine erebilmek…

Bizleri âhiretin dehşetinden korumak ve kurtarmak üzere Cenâb-ı Hakk’ın kullarına lutfu olan, iki cihanın hidâyet rehberi Kur’ân-ı Kerîm’i, ashâb-ı kiram gibi telâkki etmeliyiz; Onlar nazarında âyet-i kerîmeler;

GÖKTEN İNEN SOFRALAR

Kur’ân-ı Kerîm’in ilk muhatabı olan bahtiyar nesil sahâbe-i kiram hazerâtı; âyet-i kerîmeleri en büyük nimet telâkki eder, önce o âyetleri öğrenmek sonra da her bir âyetin şümûlüne girebilmek için tefekkür eder, birbirleriyle istişâre eder, fedâkârca çalışır, hâsılı bir çırpınış içinde, azim ve gayret hâlinde olurlardı.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- buyuruyor:

“Ensardan bir komşum ile beraber, Medine’nin yüksek taraflarında kalan Ümeyye bin Zeydoğulları yurdunda oturuyorduk. İlim öğrenmek için Rasûlullâh’ın yanına nöbetleşe inerdik. Bir gün o iner, bir gün ben inerdim. Ben indiğim zaman, o gün vahiy veya başka ne duyarsam haberini komşuma getirirdim; o da indiği zaman, böyle yapardı…” (Buhârî, Kitâbü’l-İlm, 27)

Velhâsıl Kur’an ve Sünnet’in en güzel şekilde hazmedilmesi lâzım. Evde, sokakta, direksiyon başında, okulda, işyerinde, ticarethânede… Hayatın her safhasında hayatımız nasıl? Allah Rasûlü’nün hayatıyla ne kadar yakınlık içinde? Âhiret selâmeti için bu muhasebe içinde olmamız zarûrî…

Gündüzlerin Kur’ân ve Sünnet esaslarıyla aydınlanabilmesi için şart olan husus;

GECELERİN SECDELERLE NURLANMASI

Cenâb-ı Hak, seherlerde kuluyla beraberlik arzu ediyor. Geceleri istiğfarla, secdelerle, Kur’ân’la, zikirle ihyâ etmeye davet ediyor. Af kapılarını açıyor; mağfirete, rahmete çağırıyor.

Bu ilâhî davete icâbetimiz nasıl?

Cenâb-ı Hakk’ın; Dâru’s-Selâm’a, yani cennete yaptığı davete icâbet edebilmemiz için; dünyada iken seherleri ihyâ davetine koşmamız îcâb ediyor.

«Seherlerde istiğfâr edenler»,

«Yanlarını yataklarından ayıranlar»,

«Secde ve kıyam hâlinde geceleyenler» şeklinde, Allâh’ın sevdiği kulların âyet âyet bize bildirilen vasıflarıyla müzeyyen hâle gelmeye çalışmamız îcâb ediyor.

Bedenimizin uykuya ihtiyacını giderirken, rûhumuzun da mâneviyâta ihtiyacı olduğunu ihmâl etmememiz elzemdir. Bize bu hakikatleri idrâk ettirecek en mühim vesile ise sohbetler… Bilhassa;

SOHBETLERİN TEHASSÜS İKLİMİ

Sohbet nedir?

Sohbet, Allah rızâsı için mü’min kardeşlerin yan yana ve gönül gönüle gelmesidir. Birbirlerinin kalbî hayatından istifâde etmeleridir. Gecelerde kazanılan feyzin; sâdıklarla, sâlihlerle beraberlik neticesinde müsbet in’ikâslar ile artırılmasıdır.

Ancak hakikî istifâde için, sohbetin hakikatine ermek lâzım. Hakikate erilmişse, sohbet; derûnî dertlere reçete bulmaktır, aksi hâlde kuru bir beraberliktir. Beraberlik, mekân ve zamanda birlikte olmak değil; aynı rûhânî dokudan hisse almak, kalplerin aynı hissiyat ile atması demektir.

Kalp ve beden beraberliğini mukayese eden Sâdî Şîrâzî, Kehf Sûresi’ndeki Ashâb-ı Kehf kıssasını misal göstererek şöyle buyurur:

“Bir kelb, sâlihlere bekçilik ettiği için sâdıklaştı ve Kur’ânî bir ifade kazandı. Nuh -aleyhisselâm- ve Lût -aleyhisselâm- peygamberlerin hanımları ise fâsıklarla beraber oldukları için küfre düşüp cehennem yolcusu oldular.”

Hâsılı; kıyâmetin dehşetinden ve âhiretin hüsrânından muhâfaza olmak, o gün korku ve hüzünden emîn olmak için bu reçeteleri tatbik etmek zarûreti var:

Hamd, şükür ve zikir hâlinde olacağız…

Kibir, cimrilik ve ahmaklıktan kalbimizi muhâfaza edeceğiz.

Kur’ân ve Sünnet’i hayatımıza nakşetme, geceleri ihyâ ve sohbetlerden istifâde gayretlerimizi artıracağız.

Yâ Rabbi! Bizlere son nefes ve kıyâmet endişesiyle uyanık, amel-i sâlihlerle müzeyyen bir ömür yaşamayı nasîb eyle!..

Bizleri kıyâmet ve âhiret hengâmında; «Onlara korku yoktur, üzülmeyeceklerdir.» müjdesine mazhar olan kullarına ilhâk eyle!..

Âmîn!..