Ah Babacığım!

Gönül İkliminde Damladan Deryaya -11-

Yıl: 2007 Ay: Aralık Sayı: 34

Müge, Müjgan’a kırgın da olsa hissettirmedi. Böyle anlarda Şebnem’in kendisine nasıl nezâketle davrandığı aklına gelmişti. Samimiyet dolu bir sesle Müjgan’a mukabelede bulundu:

“–Allâh’a şükür, çok huzurluyum. Sen nasılsın?”

Bu sefer Müjgan şaşırdı:

“–Kız sana ne oldu? Sende bir tuhaflık seziyorum. Sen kabına sığmayan bir kız, fırtınalı bir denizdin. Sana ne oldu ki, böyle bir sükûnete büründün. Sen eskiden, bu kullandığın kelimeleri bilmezdin. Hangi meselede olursa olsun burnundan kıl aldırmazdın. Hele sana son davranışım karşısında, önceden olsaydı, benim canıma okurdun ve bir daha aslâ konuşmazdın. Herhâlde babanın iflâsı sana çok dokundu.”

Son cümle, Müge’nin kalbini tekrar yaraladı. Yine de îtidali elden bırakmadı:

“–Hayır dokunmadı. Aksine çok faydalı oldu.”

Müjgan’ın aklı almadı:

“–Ne yani? İyi ki iflas ettik mi diyorsun? Babanın iflasına seviniyor musun yoksa? Bu nankörlük değil mi? Senin bu hâlin, bu sözlerin tam bir muammâ!..”

Müge:

“–İyi ki iflas ettik demiyorum elbette… Fakat o iflas, benim gözümü ve gönlümü açtı diyorum. Yaptığım ise, babama nankörlük değil, bilâkis nankörlükten kurtuluş ve gerçeği idrak ediştir. Çünkü asıl nankörlüğü, evvelki hâlimizde fazla fazla yaşıyorduk. O nîmetleri verene karşı azıcık bile şükretmiyorduk. Başımıza gelen hâdiseler, beni derin bir uykudan uyandırdı. Sen, benim bu hâlime şaşıyorsun. Alnıma dikkatle, iyice bir bak. Orada artık «aptal» yazmıyor.” dedi.

Müjgan afalladı. Müge, sanki hiç duymadığı yabancı bir lisanla konuşuyordu:

“–Müge, sen gerçekten nasıl böyle değiştin?! Seni tanımasam, bu duyduklarıma inanamazdım. Sen o benim bildiğim Müge olamazsın. Neredeyse cami hocası gibi konuşuyorsun. Bu kadar kısa zamanda, bütün bunları ne çabuk öğrendin?! Yoksa sen de Şebnem gibi kendine bir tesellî metodu mu buldun? Hayatında oluşan boşluğu böyle mi doldurmaya karar verdin?”

Bir zamanlar en küçük hadise karşısında bile son derecede öfkelenen Müge, gayet sâkindi:

“–Yanlış düşünüyorsun. Bilâkis şimdi boşluksuz yaşamaya başladım. Eskiden sanki meçhule akan bir selde sürüklenen, âkıbeti belirsiz kütükler gibiydim. Şimdi kendimi daha güvende ve daha bilinçli hissediyorum. Ne yapacağımı, ne düşüneceğimi daha rahat kestirebiliyorum. Daha önceleri ben nasıl bu kadar açık bir hakikati göremediysem ve sefâletimi saâdet zannettiysem, şu an, sen de aynı hâli yaşıyorsun. İçinde yaşadığın süflî, nefsânî ve çılgın hayatın ne kadar anlamsız, gâyesiz ve bomboş olduğunu göremiyorsun!”

“–Bu cümleleri nereden öğrendin Müge? Sanki bu sözler senin ağzından çıkmıyor. Sanki sen bir flüt gibisin, seni üfleyen başka bir nefes var. Sen değil, sanki perde arkasından o konuşuyor. Şimdi anlıyorum; meğer arkadaşlar, boşuna seninle konuşmama kararı almamışlar. Haklıymışlar. Dinlemedim onları, şimdi ayaküstü benim de başımı şişirdin.”

Müge, afallama hâlindeki Müjgan’a tebessümle:

“–Gerçeklere dönmek, onları düşünüp konuşmak ve istikbâli görmek; sana bu kadar mı uzak?”

Müjgan, öfkeli bir şekilde:

“–Ben daha gencim. Böyle şeyler düşünmek istemiyorum.” dedi.

Müge:

“–İstemiyorsun. Zira şimdi sen çocukların bindiği dönme dolaplarda kendini avutuyorsun. Düşünmeyince kurtulabileceğini mi zannediyorsun?! Seni bekleyen büyük hakikatlerden, meselâ ölümün ürküntüsünden ve sonrasından ne haber? Bir mezarlığın yanından geç! Orada her yaşta ölülerin mezar taşlarını görürsün. Dünyaya gelişini, anneni-babanı sen tercih etmediğin gibi, ömrünü de sen tayin etmedin ki…

Düşünmüyor musun?! Her gün dünyada milyonlar doğuyor, milyonlar dünyadan gidiyor. Bu geliş, bu gidiş nereye? Kimin mülkünde yaşıyoruz? Gelişte ve gidişte bir irademiz var mı? Müjgan!.. Tabiî sen, gözünün önüne parmağını koyarsan hiçbir şey göremezsin.

Müjgan!.. Sen benim eski, hoppa ve taşkın hayatımı yaşıyorsun. Bu sebeple benim ne hâlimden, ne de konuşmamdan hiçbir şey anlamıyorsun.

Şunu hiç unutma ki, sokak kaldırımlarının kenarında açan çiçekler, er-geç çiğnenmeye mahkûmdur.

Rabbim, beni son anda uçurumun kenarından döndürdü. Sen ise, şimdi o tehlikeli uçurumun kenarında dolaşıyorsun. Dikkat et, an gelir, her şeyini tüketmiş bir şekilde mahvolursun. Telâfîsi de zor olur, ondan sonra her şey bitmiş olur.”

Müjgan, cevap vermekte zorlandı. Tıkandı. Sonra öfkeyle:

“–Bütün bunlar, benim elbise parası meselesinin öcünü almak için mi?” diye çıkıştı.

Müge şöyle cevap verdi:

“-Ben, bu kuruntuları çoktan aştım.”

Müjgan iyice şaşkınlaştı, Müge’nin yüzüne bile bakmadan yan sokağa saptı ve hızla gözden kayboldu.

Müge, Müjgan’ın bu derecede duygusuz ve âdeta cansız bir ceset gibi olması karşısında kalakaldı. Ne demişti ki? Söylediği cümleler, sadece ölümü hatırlatıp arkadaşının uyanmasına vesile olacağını düşündüğü masumâne, samimi ve dosdoğru birkaç cümle idi.

Yavaş ve yorgun adımlarla eve doğru yürürken hep bunu düşündü. Ölüm, insanlara niçin bu kadar soğuk geliyordu? Hâlbuki o, yaratılışın, bu dünyâya gelişin ve yaşanılan şu fânî hayatın mânâsını çözen tek şifre değil miydi?!

Evet, ölüm, hayatı çözen yegâne şifreydi. Öyle ki, o şifreyi hayatta iken çözemeyenler, cennetin, yani sonsuz saâdetin kapısını açmaktan ebediyen mahrum kalabiliyorlardı. Evlerinin kapısına geldiğinde içinde bir endişe duydu:

“Acaba ben o şifreyi yaşarken çözebilecek miyim?”

Birden irkildi. İçeriden annesinin feryatları geliyordu. «Allah Allah, ne oldu ki?» diye merak etti. Babasının iflas ettiği günden daha acı bir şey mi olmuştu ki, yine evin içi feryatla dolmuştu? Çabucak kapıyı anahtarıyla açıp içeri girdi. Annesi, onu görünce tekrar feryat etti:

“–Kızım, güzel kızım benim. Baban, kızım, baban!”

Yaralı anne hıçkırıklara boğuldu. Kendini zorlayarak acı gerçeği söyledi:

“–Kalp krizinden onu kaybettik.”

Müge, bir anda dondu kaldı. Neye uğradığını şaşırdı. Bugünlerde her şey üst üste geliyordu. Gözlerini dolduran yaşlarla:

“–Zavallı babacığım!” diye haykırarak onun yattığı odaya girdi.

Babasının basit bir kefen içinde öylece duran, sessiz ve hareketsiz soğuk bedeni, bir an için onu da ürküttü. Ne yapacağını bilemedi.

Dünyaya gelen her insanın yaşayacağı bir gerçekti bu… Gerçek yolculuk… Sessiz yolculuk… İşte hayat… İşte ölüm… Al, sana asıl hakikat!.. Yûnus ne güzel demişti:

Mal sahibi, mülk sahibi

Hani bunun ilk sahibi

Mal da yalan, mülk de yalan

Var biraz da sen oyalan!..

Velhâsıl yalan dünya!.. Doğumda beyaz kundak… Son yolculuktaki kefen denilen beyazlar içindeki ikinci kundak… Hayat, iki kundak arasında; inişli-çıkışlı dar bir koridor… Bu dar koridorun aldatıcı yaldızlarına aldanmayanlara ne mutlu!..

Müge, beyazlara sarılan babasına tekrar baktı. Defalarca:

“-Kefen!.. Kefen!.. Kefen!..” dedi. “Fânî hayat çarşısının, en son giysisi kefen; bütün fânî alışverişlerin iptal noktası değildir de, nedir?!..”

Babasının hayat serüveni gözlerinin önüne geldi. O, her canlıya bir sefere mahsus olarak verilen bu imtihan süresini ziyan ederek gitmişti. Yüreği burkuldu.

Düşündü;

Bundan sonra babasının güzel ameller yapmaya artık hiçbir imkânı yoktu.

Düşündü;

Rûhânî dünyamız olmazsa, etten bir kalıbız. Sanki deriden bir torba içine yığılmış kan ve kemik kütlesi!.. Onu da bir müddet sonra toprağın koynuna teslim edeceğiz.

Bu imtihan dünyası; herkes için sadece bir varmış, bir yokmuş! Hâl böyleyken yalnızca ten planında yaşamak, nefsânî arzuların girdabında boğulmak, tatminsiz bir nefsânî hayat, ne acı bir aldanış!.. Ne acıklı kötü bir son!..

Topraktan yaratıldık, gıdamız topraktan, dönüşümüz yine toprağa… Bedenimizin âkıbeti, kurtların ve böceklerin yiyeceği olduktan sonra, bedenle övünmek ne kadar da boş!..

Ne güzel buyrulmuş:

“Dünyadan ebedîlik isteme!.. Kendinde yok ki, sana da versin!..”

Sırf bedenleri için yaşayan canlı cenâzelere bin yazık!

Yazık ki, babam da kendisini, nefsinin ihtiraslarına kurban etti.

Bütün bu düşünceler, bir anda beynine hücum etmekteydi. Hafif bir sesle mırıldandı:

“–Ah zavallı babacığım, hayattayken hiç düşünmüyordun ki… Artık buradan, ancak yaptığın hayırlar sana bir dost olarak yanında gidecek.”

Islak gözlerle babasının yüzüne bir daha baktı. Mor bir şekil almıştı. Çarpıldı. Ağlayarak konuşmasına devam etti:

“–Ah babacığım! Sen ki, her gün yoklama defterini imzalamaya mecbur bir memur gibi tıraş olur, saçına-başına jölelerle, briyantinlerle ihtimam gösterirdin. Her meclise değişik bir çehre ve değişik bir kıyafetle giderdin. Sükse üstüne sükse atardın!.. Fakat yazık ki, şimdi gittiğin yere kaskatı bir çehre, çukurlara gömülmüş, solgun iki göz, sarı bir beniz, sadece etten bir kalıp götürüyorsun.

Hatırlıyor musun, esansın en lüksünü sürünürdün. Bir yere senin geldiğin, kokundan belli olurdu. Şimdi gittiğin yerde vücudunun kokusu acaba nasıl olacak?

Ah babacığım! Kolay kolay araba beğenmezdin. Son model arabalara binmeyi çok severdin. Bu uğurda paraya hiç acımazdın. En pahalı arabalarla yıllarca caka sattın. Fiyakana diyecek yoktu. Ben de bu fiyakalı hayata aldandım. Lâkin babacığım, bugünkü araban, sadece gıcırtılı ve tahta bir tabut! Kabir toprağın da dünyadaki amellerin ile soğuk bir kundak!..

Ah babacığım! Seyahatlerinde giyim-kuşama daha bir itina gösterirdin. En şık elbiselerini giyinirdin. Şimdiki seyahatinde ise, giydiğin sadece basit bir kefen… İşte bir ömür çalıştığın hayat çarşısından sana kalan son giysi… O da fakir düştüğümüzden dolayı en ucuz ve en değersiz olanından…

Ah babacığım! Zenginken girdiğin toplantılarda seni ayakta karşılarlar, baş köşeye oturturlardı. Acaba şimdi kaç vefâkâr dostun var, işte cenâzende ortaya çıkacak!.. Tâziyene gelenler bile iki elin parmak sayısı kadar…

Âhh!.. Nerde şimdi o ikiyüzlü, maskeli hokkabazlar!..

Şimdi gireceğin yer kara toprak!.. Orada nasıl karşılanırsın bilinmez. Ancak gözlerin akacak… Başın kupkuru bir kemik hâline dönecek. Beni, ben küçükken sarılıp sarılıp öptüğün dudakların, artık dökülecek. Kalacak kupkuru bir kelle…

Ah babacığım!…”

Müge bu cümleyi ve benzerlerini, sanki virdini îfâ eden bir derviş gibi tekrarlıyordu. Babasının hazin ölümünü bir türlü unutamıyordu. Ölüme ve ötesine hazırlanmamanın çaresizliğini gözleriyle babasında görmüştü.

Gün geçtikçe Yunus Dede’nin bahsettiği takva hayatına girmeye başladı. Bütün mâzisine tamamen «elvedâ» dedi. Derin bir uykudan tamamen uyanmıştı artık. Eski şımarık, hoppa kız gitmiş, yerine hadiselerin tefekküründe derinleşen, hassas, ince ruhlu melek hasletli bir kız gelmişti. Gerçekten de artık her hâliyle melek gibi bir kız olmuştu. Bundan ötürü bir gün İffet Anne:

“–Kızım, Cenâb-ı Hakk’a sonsuz şükürler olsun ki, sana sırât-ı müstakîmde (Hak yolda) uyanış nasib etti. Bu yolda melek misali güzel ahlâka kavuştun. Öyleyse sana bundan sonra «Melek» diyelim. Sen melek gibisin, ismin de Melek olsun!” dedi.

Bunun üzerine Müge:

“–İffet Anne!.. O hâlde şu andan itibaren Müge ismini, o isimle bütünleşen mâzideki yanlışlarımla beraber gömüyorum. Melek ismini daha çok sevdim. Sanki ruhumun okşandığını hissediyorum. Allah sizlerden râzı olsun!” dedi.

O günden sonra, onun adı Melek oldu.

Melek, rûhen derinleşmek ve kendisini, tam anlamıyla olgunlaştırmak istiyordu. Bunun için İffet Anne’nin tavsiyesi üzerine Şebnem’le beraber iki mahalle ötelerindeki Kız Kur’an Kursu’na kaydoldular. Çünkü insanın asıl muhtaç olduğu tahsil, Kur’ân-ı Kerîm eğitimiydi. Zira Kur’ân’ın kaynağı, bütün âlemlerin Rabbi olan Cenâb-ı Hak’tı. Kur’ân-ı Kerîm, dünyada, kabirde ve âhirette saadet pusulasıydı.

Kur’ân kurslarında okudukları dersler, sanki sırf Şebnem’le Melek içindi. Onların gönül dünyasını inşâ ediyor, kalbî derinlik ve hissiyatlarını artırıyordu. Aylarca devam ettikleri kurstaki bu dersler, hulâsâ olarak şu ikaz ve irşadları ifade ediyordu:

“Bu fânî hayatta her şey hızla ömrünü tamamlıyor. Her şey lezzetini yitiriyor. Neticede insanoğluna, ancak peygamberlerin nurlu yolları huzur veriyor.

Bugün bâtıldaki insanlar bile, ellerindeki gelip geçici sistemlerinden değil, yarım yamalak da olsa inandıkları peygamberlerden medet bekliyorlar. Daima bir peygamberin etrafına sığınıyorlar. Yahudiler olsun, hristiyanlar olsun hep böyle… Sığınak, yalnız peygamberler…

O dinlerinin asılları bozulmuş insanlar bile, o kadar dünyevîleşmelerine rağmen, kurtuluş ve huzuru yine de bir peygamberin yanında arıyorlar. Ne kadar akılcı kesilseler de aklın çıkmazlarında boğulan felsefecilerin karmaşık ve hayalî dünyalarında aslâ rahat edemiyor, huzur bulamıyorlar.

Çünkü felsefeciler, yazdıkları doğruları bile kendi hayatlarına aksettiremiyorlar. Bahsettikleri fazîlet şablonları, kendi hayatlarına çekidüzen veremiyor. Söyledikleri üç-beş çözüm kırıntısı bile, onların yaşayışlarına aksedemiyor.

Çünkü insan, ilâhî vahiyden uzaklaştıkça, çıkmaz sokaklarda perişan olmaktadır. Bu durumda felsefeciler, fânî hayatın girdaplarında kendilerini bile kurtaramamışlar ki, nerede kaldı başkalarına çare olabilsinler!…

Fakat peygamberler öyle mi? Aslâ. Onlar, getirdikleri hak dinin en zirvede tatbik edicileri ve en güzel örnekleri olmuşlardır. Nitekim Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- için «üsve-i hasene» yani en güzel ve emsalsiz örnek ifadesini kullanıyor.

Çünkü Efendimiz’in ahlâkı, Cenâb-ı Hakk’ın sanat harikasıdır. Her insan, kendi hâlini, O’nunla mîzan ederek huzur bulur. Zira O büyük peygamber, ömrünün her nefesinde bu ahlâkî prensipleri yaşayan «canlı bir Kur’ân» olmuştur.

Ümmeti olarak bizim de hayatımızın her safhasında Hazret-i Peygamber’in hâlinden hisse alabilmemiz, O’na muhabbette ashâb-ı kiram misâli olmamız, yani canlı bir Kur’ân olabilmek yolunda gayretkâr olmamız zarûrîdir ve şarttır.

İşte Kur’ân-ı Kerîm eğitimi, bu şartı gerçekleştirmenin en temel ve en birinci adımıdır. Her harf, sonsuz mîracın ebedî anahtarıdır.

Kur’ân’ın ilk emri, “İkra’: Oku”dur.

Bunun mânâsı: Oku! Her şeyi oku! Allâh’ın kitabını oku! Kâinat kitabını oku! Şu kâinata bakarak O’nun Hâlık’ını oku! Şu ilâhî sanata bakarak hakîkî sanatkâr olan Cenâb-ı Hakk’ı çok çok zikrederek gönlünde O’nu oku! Kudret kaleminin bu âleme çizdiği satırları oku! Kâinât kitabının sayfalarını gönülden okuyarak çevir. İnsana bilmediğini öğreten Allah’ın adıyla oku!

Nitekim Mevlânâ Hazretleri, zâhirî kitap okuma devrine “hamdım”; kâinatın esrârını okuma devrine “piştim”, ilâhî sırlar ve hikmetlerin yakıcılığından kavrulma devresine de “yandım” ifadelerini kullanarak, geçirdiği mânevî merhaleleri ifadelendirmiştir. Esas okuyabilmek, kalb iledir. Zira Cenâb-ı Hak buyurur: “Siz, Allah’tan ittika edin ki, Allah size (gerekli olanı) öğretsin.” (el-Bakara, 282)

Kur’ân’ın bize olan ikram ve nimetlerinin bir kısmını şöylece sıralayabiliriz:

1. Kur’ân’ın en önemli bereketlerinden biri, insanı tefekküre, yani ilâhî kudret akışları ve azamet-i ilâhîye tecellileri karşısında derin derin düşünmeye sevk etmesi, gafletten uyandırması, “İnsan nedir? Aslı nedendir? Varlığı nasıl başlamıştır?” suallerinin ilâhî cevaplarını vermesidir.

2. Kur’ân’ın ikinci bereketi şudur: İnsanın rûhânî duygularını derinleştirerek kâinattaki ilâhî azameti tefekkür etmesini ve bu güzel kâinat karşısında hisli bir yürekle ürpermesini temin etmesidir. Bu, ancak Kur’ân’ın irşadıyla mümkündür. Zira âyet-i kerîmede buyrulur:

“Mü’minler, ancak Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğunda imanları artan ve yalnız Rablerine dayanıp güven kimselerdir.” (el-Enfâl, 2)

3. Kur’ân’ın üçüncü bereketi, insanın hayatını ölçüler içine koyması, ona dengeli ve huzurlu bir hayat bahşetmesidir. Zira dengesiz insanların hayatı, sefalet ve perişanlıktan başka bir manzara arz etmez. Kâinat, ilâhî bir denge içinde hayatını sürdürürken, onun ziyneti olan insanın nefsânî hayatının esiri olarak gayesiz yaşaması, ne hazindir!.. İnsanlık haysiyeti bakımından da ne utanç vericidir!..

4. Kur’ân’ın diğer bir bereketi, bize âhiret âleminin sırlı haritasını çizmiş olmasıdır. Kur’ân; “Bu cihan nedir? Bu dünya mekânına nereden ve niçin geldim? Ömür takvimindeki fânî günlerin hakikati nedir? Yaşayanların istikbali olan ölüm ve toprak değirmeninin hikmeti nedir? Velhâsıl kimin nesiyim, nasıl yaşamalıyım ve nasıl ölmeliyim?” suâllerinin mâhiyetini çözer ve kulu, rızâ-yı İlâhî istikametinde ebedî saâdete hazırlar.

Hülâsâ olarak Kur’ân, mü’mine: “Kur’ân istikametinde yaşa, onun ahlâkıyla ahlâklan ve müslüman olarak rûhunu teslim et!” tâlimatını verir.

5. Kur’ân, insanoğlunun dünyada, kabirde ve âhirette huzûrudur. Kur’ân’dan uzak kalmak bir ebediyet intiharıdır.

6. Bütün ilimler hudutludur. Kur’ân ilmi ise, kula, sonsuzluğun ufuklarını müşâhede ettirir. Bundan dolayıdır ki, Kur’ânlaşan mü’min kalpleri, sonsuzluğa açılarak vuslata nâil olur.

7. Mesut, huzurlu ve ihtişamlı hayat, Kur’ân hakikatlerinin cennetinde yaşamaktan ibarettir. Kur’ân’ın ihtişamına bürünen kişi, iki dünyada da âbâd olur.

Lâkin bütün mü’minler, aynı Kur’ân’nın rahlesi önünde otursalar bile, herkes ancak kendi kalbî seviyesine göre netice alır. Kur’ân, rüşdünü ikmâl etmiş insanlığa son mesaj ve son çağrıdır. İslâm dünyasında 1400 seneden beri yazılmış olan bütün eserler, bir kitabı, yani Kur’ân-ı Kerîm’i; bir insanı, yani Peygamber Efendimiz’i izah edebilmek içindir.

Peygamber Efendimiz ilâhî bir sanat hârikasıdır. Zira Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı o müstesnâ insan, bütün insanların her türlü hâline misal olmuştur.

 Velhâsıl Peygamber Efendimiz, insanlık âilesinin ve insanlık neslinin doktoru, getirdiği Kur’ân da beşerî bütün hastalıkların hikmet eczanesidir.

Mü’min, Kur’ân’la dolduğu, sünnetle feyizlendiği zaman kemal bulur. Kur’ân ve sünnet, bizde kalbî yapımız kadar derinleşir. Kur’ân ve sünnet, bizlere kendileriyle mûtenâ bir alâka kurmamızı arzu ederler. Bunun gerçekleşebilmesi için bedenî temizlik kadar kalbî temizlik de zaruridir.”

Şebnem’le Melek, Kur’ân eğitimine başladıklarından birkaç ay sonra İffet Anne’yi ziyarete gittiler. İkisinin de gözleri ışıl ışıldı. O kadar memnun ve huzur doluydular ki, bu defa hep onlar konuştu. İffet Anne ise, onların bu mânevî neşelerini ve heyecan dolu hâllerini seyre daldı ve gözyaşları içinde onları dinledi. Bir Şebnem söz alıyor, bir Melek konuşuyordu. Sanki gönüllerden “mâverâ”ya, yani ötelere pencereler açılmıştı.

Şebnem, Müge’nin Melek olarak kendisini bu kadar yetiştirmesine için için öyle seviniyordu ki, sürekli Allâh’a hamd ediyordu. Onun heyecanını daha da perçinlemek için sözü sürekli ona bırakıyordu.

Melek, hakikaten bambaşka bir şuur, feyiz ve tefekkür âlemine nâil olmuştu. Ne öğrendiyse, ne hissediyorsa hepsini vecd içinde İffet Anne’ye anlatıyordu:

“–Anneciğim! Ben şimdiye kadar Kur’ân-ı Kerîm’i ölülere okunur biliyordum. Ölülere inmiş bir kitap olduğunu zannediyordum. Fakat şimdi gördüm ki, her bir âyet bir başka cihan… Sonsuz bir umman… Ebedî bir şifa… Hayat okyanusunun fırtınalı yolcuğunda en emin ve sağlam bir ilâhî gemi… Muazzam bir hidayet…

Okudukça mes’uliyetimi fark ediyorum.

Okudukça derin bir uykudan uyanıyorum, ufkum açılıyor.

Okudukça kendime geliyorum, Rabbime yaklaşıyorum.

Okudukça şükrediyorum, hamd ediyorum, ibâdete sarılıyorum, huzur buluyorum, mahrum olanlara duâ ediyorum.

Okudukça düşünüyorum. Sanki gönlümden ötelere pencereler açılıyor. Seherlerde sanki her şey, dile gelip benimle konuşuyor.

Okudukça okuduklarımı yaşamaya çalışıyorum; merhamet ve şefkatim artıyor, beni inciten herkese hakkımı helâl ediyorum.

Okudukça kendimin dışındakilere, yani gariplere, kimsesizlere, yalnız yaşayanlara, hastalara ve bütün muhtaçlara karşı mesuliyet hisleri ile doluyorum. İnsanlığımın ve vicdanımın sesini duyuyorum. Cenâb-ı Hakk’ın, benden bir gün o garipleri soracağının idrâki içinde yaşıyorum.

Kavradım ki, emek verdiğim, ömrümü ziyan ettiğim felsefe tahsilim ne kadar boşmuş! Keşke yapılan bütün tahsillerin zemininde, Kur’ân-ı Kerim olsaydı!.. Vahyin muhtevasından gönüllere ufuklar açılmadan yapılan tahsiller, ıslak bir kağıt gibi silinmeye ve neticesiz kalmaya mahkûmdur. Ne yazık ki, ben, senelerimi ziyan etmişim. En güzel mevsimim sanki kayaların üzerinden damlayıp çöllerde kaybolan yağmurlar gibi oldu. Çıkmaz sokakların bataklarında saplanıp kalmışım!.. Şükürler olsun ki, başımdan geçen musîbet zannettiğim şeyler beni uyandırdı.

Şimdi düşünüyorum ki, gençlik nîmetini Kur’an yolunda harcamayıp da ziyan edenlere ne kadar yazık! İstikbali Allah’tan değil de, ümitlerini kağıt paçavralarına bağlayanların, markaların ve fânî mevkilerinin geometrisine sığınanların hâli ne hazin!..”

Bu cümlelerden sonra Melek’in gözleri doldu. Babasını hatırlamıştı. Onun bu dünya hayatını ziyan ederek gitmesine o kadar üzgündü ki. Tekrar mırıldandı:

“-Ah babacığım!…”

Sonra hayıflandı:

“-Ah babacığım! Geç de olsa bugün tattığım güzellikleri, keşke sen de tatmış olsaydın da beni erken yaşlarımda Kur’ân eğitimi ile tanıştırsaydın. Kur’ân sayesinde ebedî saâdete nâil olsaydın…

Ah babacığım!…”