Ağlaması, Gülmesi, Üzülmesi, Duâsı Bizim İçin

Ebedî Fecre

Yıl: 2006 Ay: Mayıs Sayı: 15

ÖMRÜ BİZİM İÇİN ÇIRPINIŞLA GEÇTİ…

O -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, bir ömür; “Ümmetî, ümmetî…” diyerek yaşadı.

Ashâbına buyuruyordu ki:

“Dikkat edin! Ben hayatımda sizin için bir emniyet vesilesiyim. Vefât ettiğimde ise, kabrimde;

«Yâ Rabbî, ümmetî ümmetî!..» diye ilk sûr üfleninceye kadar nidâ edeceğim…” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, c. 14, s. 414)

Nitekim refîk-ı âlâsına da; “Ümmetî, ümmetî…” diyerek göç etti.

Son nefesinde de;

“Ben sizi havz-ı kevserimin başında bekliyor olacağım…” diyerek bizlere olan muhabbet, şefkat ve düşkünlüğünü ifade buyurdu.

Kısacası Cenâb-ı Hakk’ın;

“Size kendi içinizden öyle bir Peygamber geldi ki, sizin hüsranınıza üzülüyor, saâdetinizi cidden istiyor; mü’minler için yüreği rikkatle ve merhametle çarpıyor!” (et-Tevbe, 128) buyurduğu cihetle hayatı boyunca Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in ağlaması, gülmesi, üzülmesi, sevinmesi, duâ ve ilticâsı hep bizim için oldu. Hattâ mîrac gibi özel bir anda dahî bizleri düşündü, bizler için çırpındı…

ALLÂH’IM, ÜMMETİMİ KORU!..

Birgün Allah Rasûlü, İbrahim -aleyhisselâm-’ın;

“Rabbim! Putlar, insanlardan birçoğunun sapmasına sebep oldu. Şimdi; kim bana uyarsa o bendendir.” (İbrâhim, 36) sözünü ve İsa -aleyhisselâm-’ın; “Eğer kendilerine azâb edersen, şüphesiz onlar Sen’in kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Sen izzet ve hikmet sâhibisin.” (el-Mâide, 118) duâsını okudu. Akabinde ellerini kaldırdı ve;

“Allâh’ım, ümmetimi koru, ümmetime merhamet et!” diye yalvararak ağladı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak;

“–Ey Cebrâil! -Rabbin her şeyi daha iyi bilir ya- (insanlar da bilsin diye) git, Muhammed’e niçin ağladığını sor.” buyurdu.

Cebrâil -aleyhisselâm- geldi. Rasûlullah Efendimiz O’na, ümmeti için duyduğu endişe sebebiyle ağladığını bildirdi. (Hazret-i Cebrâil’in dönüp durumu haber vermesi üzerine) Allah Teâlâ;

“–Ey Cebrâil! Muhammed’e git ve O’na; «Ümmetin husûsunda Sen’i râzı edeceğiz ve Sen’i asla üzmeyeceğiz.» müjdemizi ulaştır.” buyurdu. (Müslim, Îmân, 346)

İşte Peygamber Efendimiz, ümmetine bu derece düşkün ve merhametli idi.

Ebû Zer -radıyallâhu anh-’ın bildirdiğine göre, Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, bir gece namaz kılıp Mâide Sûresi’nin yukarıda geçen 118’inci âyet-i kerîmesini sabaha kadar okudu. Rükûda da, secdede iken de bu âyeti okuyordu… (Ahmed, V, 149)

Bu hadîs-i şerifleri iyice tefekkür ederek bizim O’na ne kadar muhabbet beslediğimizi muhasebe etmek durumundayız.

Yani Rabbimiz, bize öyle bir peygamber nasîb etti ki; bu peygamber, ümmetine, bir annenin ve babanın evlâdına şefkatinden çok daha şefkatli ve müşfik. Bu demektir ki Cenâb-ı Hak’tan sonra bizim üzerimizdeki en büyük hak, Peygamber Efendimiz’e aittir. O, ümmetine her zaman çok merhametli ve çok şefkatli. O kadar ki, ifadelere sığmaz.

GERÇEK MÜREBBÎ…

Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in terbiye metodunda en mühim nokta, kendisine îmân edenlerin O’nun ahlâkı ile ahlâklanarak yücelmeleridir. O, bunu bir sevda hâline getirmiştir. Kendisi merhametliydi, ümmetinin de merhametli olmasını istiyordu. Kendisi cömertti, ümmeti de cömert olsun arzu ediyordu. Bütün güzel hasletleri kendisi tatbik ederken şüphesiz bir haz duyuyordu, ancak ümmeti de bu amel-i sâlihleri işlerse bundan daha çok haz alıyor, seviniyordu.

Bir gün Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-;

“–Nefsim kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz müddetçe cennete giremezsiniz.” buyurmuşlardı.

Ashâb-ı kiram;

“–Yâ Rasûlâllah! Hepimiz merhametliyiz.” dediler.

Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ise;

“–(Benim kastettiğim) merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnızca birbirinize olan merhamet değildir. Bilâkis bütün mahlûkāta şâmil olan merhamettir, (evet) bütün mahlûkāta şâmil merhamet!..” buyurdular. (Hâkim, IV, 185/7310)

SAYISIZ MERHAMET MİSALLERİNDEN BİRKAÇI

Peygamber Efendimiz, koyun kesen bir adam görmüştü. Adam, koyunu kesmek üzere yere yatırdıktan sonra bıçağını bilemeye çalışıyordu. Bu katı ve duygusuz davranış karşısında Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz adamı şöyle îkāz etti:

“Hayvanı defalarca mı öldürmek istiyorsun? Bıçağını, onu yere yatırmadan önce bilesen olmaz mıydı?” (Hâkim, IV, 257, 260)

Derisi kemiğine yapışmış bir deveyi görünce de sahibine;

“Konuşamayan bu hayvanlar hakkında Allah’tan korkun! Besili olarak binin, besili olarak kesip yiyin!” buyurmuştu. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 44/2548)

Yuvasından yavrularını alarak anne kuşu tedirgin eden kimselere;

“Kim bu zavallının yavrusunu alarak ona eziyet etti, çabuk yavrusunu geri verin!” buyurdu. (Buhârî, Edeb, 163-164/5268)

Acaba bizim bu merhamet tecellîlerinden nasibimiz ne kadar?

KABA KİMSELERE DAHÎ MERHAMET

Güzellikler içerisindeyken güzel davranışları herkes sergiler. Zaten öyle anlarda ve ortamlarda çirkinlik yapmak, çirkinlerin bile ca edemeyeceği bir davranış demektir.

Dolayısıyla en mühim mesele, kötü anlarda ve nice kabalıklar karşısında da sabırlı ve güzel davranışlar sergileyebilmektir. Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in hayatı, bunun sayısız misalleriyle doludur.

Enes -radıyallâhu anh- anlatır:

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ile birlikte yürüyordum. Üzerinde Necran kumaşından yapılmış, kenarları sert ve kalın bir hırka vardı. Bir bedevî, Rasûl-i Ekrem’e yetişerek hırkasını sertçe çekti. Baktım; bedevînin sertçe çekmesinden dolayı hırkanın kenarı, Rasûlullâh’ın boynunda iz bırakmıştı. Daha sonra bedevî;

“–Ey Muhammed! Elinde bulunan Allâh’a ait mallardan bana da verilmesini emret.” dedi.

Fahr-i Kâinât Efendimiz, bedevîye dönüp güldü. Sonra da ona bir şeyler verilmesini emretti. (Buhârî, Humüs, 19, Libâs, 18, Edeb, 68; Müslim, Zekât, 128)

Kendisine yapılan kaba ve ıstırap verici davranışa rağmen Efendimiz’in sadece tebessüm ve lütufla muâmelesi, son derece câlib-i dikkattir. O’nun, haşin bedevîye;

«Niye benim boynumu incittin?» dememesi ve yüzündeki tatlı gülümseme hâlini devam ettirmesi, ne müstesnâ bir ahlâktır.

O, sahâbe-i kirâmı işte böyle yüce kaidelerle eğitmiş ve insanlık semâsının yıldızları eylemiştir. Bu mânevî eğitimin güzel örneklerinden bir diğeri de şöyledir:

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ashâb-ı kirâmın arasında otururken, bir adam geldi, Hazret-i Ebûbekir’e hakaret ederek onu üzdü. Ancak Ebûbekir -radıyallâhu anh- sükût etti, adama cevap vermedi. Adam ikinci sefer aynı şekilde hakaret ederek eziyet verdi. Ebûbekir yine sükût etti.

Adam üçüncü sefer de hakaret edince Hazret-i Ebûbekir adama hak ettiği cevabı verdi.

Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- hemen kalkıp yürüdü.

Ebûbekir -radıyallâhu anh- hemen arkasından yetişerek;

“–Ey Allâh’ın Rasûlü, yoksa bana darıldınız mı?” diye sordu.

Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-;

“–Hayır.” buyurdu. Sonra da şöyle devam etti:

“–Semâdan bir melek inmiş, o adamın sana söylediklerini yalanlıyor, senin adına ona cevap veriyordu. Sen karşılık verip intikamını alınca melek gitti, onun yerine şeytan geldi. Bir yere şeytan gelince ben orada durmam!” (Ebû Dâvûd, Edeb, 41/4896)

SELÂM OLSUN!..

Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in kötü ve kaba kimselere karşı sabrı tavsiye üzerinde yukarıdaki misallerde olduğu gibi son derece hassâsiyetle durması ve ümmeti üzerine bu denli titremesi, her zaman için hayra ve ebedî kazanca muvâfık olanı tercihtir. Bazı hâdiseler ilk bakışta farklı, son bakışta daha farklı neticelenir. Mühim olan sonunda kârlı olanı yapabilmektir. Bu da hiç şüphesiz ki büyük bir olgunluk ve nebevî kemâlât ister.

Allah Teâlâ, bu kıvamdaki kullarından Kur’ân-ı Kerim’de takdir ve övgüyle bahseder:

“Rahmân’ın kulları yeryüzünde mütevâzı yürürler. Bilgisizler kendilerine takıldıkları zaman onlara «selâm» derler, (yani sadece güzel ve yumuşak söz söylerler.) (el-Furkān, 63)

En zor iş, bu Kur’ân ahlâkını hayatımıza tatbik edebilmek. Böyle bir ilâhî terbiye ile ahlâkı en yüce olan Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in bizlerden istediği terbiye işte budur.

AF PEYGAMBERİ…

O, bir ömür;

“Sen af yolunu tut, bağışla, mârûfu emret ve câhillerden yüz çevir.” (el-A‘râf, 199) âyeti muktezâsınca yaşamış ve ümmetine de ebedî kurtuluş için bu yönde en güzel örnek, bizzat kendisi olmuştur.

O, Mekke’yi fethettiğinde; orada vaktiyle kendine zulmedenleri de, kızı Hazret-i Zeyneb’in ölümüne sebep olanları da toptan affetmiştir. Dünün kendisine her türlü çile, işkence ve sıkıntı çektirmiş olanları, o gün, boyunları bükük bir şekilde kendisine gelip de tedirginlikle;

“–Bizim için ne var, ey Güzel Kardeş?” dediklerinde Hazret-i Peygamber Efendimiz, cevabını şu tek hecelik tek kelime ile ifade buyurmuştur:

“–Af!..”

Çünkü O, bir Af Peygamberi idi. Nitekim çok sevdiği amcası Hazret-i Hamza’nın ciğerini ısıran Hind’i dahî affetti. Kendisini zehirleyen kadını da affetti. Kendisine sihir yapan kimseleri de affetti. Nice ölmüş ruhları ebedî bir hayat ile diriltti. Kendisini öldürmeye gelen Ömer bin Hattab da O’nun hayat iksirinden içerek Fâruk sıfatıyla büyük bir peygamber âşığı hâline geldi.

Yani O’nun affı, dönüştüren bir aftı. Karanlıktan nûra dönüştüren bir bağışlama, merhamet ve lütuftu. Öyle ki Cenâb-ı Hak, O’nu bütün insanlığa örnek olarak gösterdi. Af ve bağışta O’nun gibi davranmayı teşvik için kendi bağışlamasını va‘detti. Buyurdu ki:

“Allâh’ın sizi bağışlamasından hoşlanmaz mısınız? / Allâh’ın sizi affetmesini istemez misiniz?..” (en-Nûr, 22)

Kim istemez ki?!.

Ama bunun şartı, affedici olmak… Affede affede, affedilmeye lâyık hâle gelebilmek…

Nitekim Hazret-i Ebûbekir; Hazret-i Âişe Vâlidemize iftira attığı için sadakasını kestiği şahsı, bu âyet üzerine affetmiş ve ona yardımda bulunmaya devam etmiştir. Çünkü affın sahibi Cenâb-ı Hak’tır. Onun da hükmü, affolunmak isteyenin affedebilmekle sıfatlanması…

Mesele hep merhamet ve rahmete geliyor. Rahmet de şüphesiz ki O… Hem de sadece belli bir kesime rahmet değil, herkese rahmet… Kısaca:

ÂLEMLERE RAHMET…

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede buyurur:

(Ey Rasûlüm!) Biz Sen’i ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (el-Enbiyâ, 107)

Öyle bir rahmet ki Efendimiz, bulunduğu devirde müşriklere bile sâye (koruyucu bir gölge) oldu. O’nun hürmetine; zulüm, şirk ve isyan dönemlerinde bile Mekke’ye göklerden bir belâ yağmadı, bir musîbet inmedi. İlâhî intikam tecellî etmedi. Çünkü içlerinde Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- vardı. Bu gerçeği Allah Teâlâ şöyle ifade buyurdu:

(Ey Rasûlüm!) Sen onların içinde iken Allah, onlara azâb edecek değildir!..” (el-Enfâl, 33)

Ancak Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, Mekke’den Medine’ye hicret edince durum değişti. Müşriklere semâvî belâlar inmeye başladı. Büyük bir bereketsizlik ve kıtlık baş gösterdi. Semâya baksalar gözleri kararıyor, açlıktan başları dönüyordu.

Bu demektir ki, kimin gönlünde Hazret-i Peygamber varsa Allah o gönle azâb etmeyecektir. Müşriklere bile O’nun hürmetine merhamet eden Allah, O’nu severek bir ömür kalbinde O’nun aşkı ile yaşayan ve sünnet-i seniyyesinden ayrılmayan kimseyi hiç ateşinde yakar mı? Ancak kimin gönlünde de O Hidâyet Güneşi yoksa azaptan kurtulamayacaktır.

GÖNLÜMÜZDE O VAR MI?

Hakk’ın huzûrunda ve ömrü boyunca bizi dilinden, gönlünden ve gözünden hiçbir zaman düşürmeyen Peygamberler Sultanı -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’e aynı aşk ve muhabbetle mukâbele edebilmek, ümmet olma şerefine nâil olan her sevdalı kalbin birinci vazifesidir.

Fakat bu, «gönlümde» demek ve öyle farzetmekle olabilecek bir keyfiyet değildir. «Seven, sevdiğini çokça dile getirir.» hükmünce Peygamber âşıklarının alâmeti, her hâllerinde O’nun hâlini yansıtmalarıdır. Bir de O’na çokça salât ü selâm getirmek…

SALÂT Ü SELÂM

Hazret-i Peygamber’e salât ü selâm, bir muhabbet ve heyecan vesilesidir. Cenâb-ı Hak, Habîbi’ni tekrîm ederek gönüllerimizin Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in feyz ü bereketiyle dolup taşması için üzerimize düşen vazifeyi bildirdiği âyet-i kerîmede şöyle buyurur:

“Allah ve melekleri, Peygamber’e çokça salât ederler. Ey mü’minler! Siz de O’na salevât getirin ve tam bir teslîmiyetle selâm verin.” (el-Ahzâb, 56)

Übey bin Kâb -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- diyor ki:

“Gecenin üçte biri geçince, Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- uyanıp kalktı ve şöyle buyurdu:

«İnsanlar! Allâh’ı zikredin! Allâh’ı zikredin! Yeri yerinden oynatan birinci sûr üflenecek. Arkasından ikincisi gelecek. Ölüm bütün şiddetiyle gelip çatacak. Ölüm bütün şiddetiyle gelip çatacak.»

Hazret-i Peygamber’e;

«–Yâ Rasûlâllah! Ben Sana çok salevât-ı şerîfe getiriyorum. Acaba bunu ne kadar yapmam gerekir?» diye sordum.

«–Dilediğin kadar yap.» buyurdu.

«–Duâlarımın dörtte birini salevât-ı şerîfeye ayırsam uygun olur mu?» diye sordum.

«–Dilediğin kadarını ayır. Ama daha fazla yaparsan bu senin için hayırlı olur.» buyurdu.

«–Öyleyse duâmın yarısını salevât-ı şerîfeye ayırayım.» dedim.

«–Dilediğin kadar yap. Ama fazlasını yaparsan bu senin için daha hayırlı olur.» buyurdu.

Ben yine;

«–Şu hâlde üçte ikisi yeter mi?» diye sordum.

«–İstediğin kadar. Ama artırırsan senin için çok daha hayırlı olur.» buyurdu.

«–Öyleyse duâya ayırdığım zamanın hepsinde Sana salevât-ı şerîfe getirsem nasıl olur?» deyince;

«–O takdirde Allah senin bütün sıkıntılarını giderir ve günahlarını bağışlar.» buyurdu.” (Tirmizî, Kıyâmet, 23/2457)

Salevât-ı şerîfe o kadar mühimdir ki, her namazda tahiyyatta; «Yâ Nebî! Sana selâm olsun, Allâh’ın rahmet ve bereketi de Sen’in üzerine olsun!» diyoruz. Tahiyyattan sonra da tekrar salevât-ı şerîfe getiriyoruz. Bu ilâhî bir vazife. Bütün ibâdetlerin özü olan namazda bile yerine getirilmesi gereken yüce bir emir…

Bu da, aslında bizim affımıza bir vesile…

Özel bir lütuf…

Cenâb-ı Hak, ümmeti için son derece endişelenen ve üzülen, ömür boyu gözyaşı döken Peygamber’ini sevindirmek için O’nun hürmetine bize af kapıları açıyor.

Bu kapılardan en büyüğü de Hazret-i Peygamber’e salât ü selâm getirmek…

O hâlde bize düşen ne?

Gece-gündüz o kapılara koşmak… Ashâb-ı kiram gibi ve Selmân-ı Fârisî gibi…

SELMAN, EHL-İ BEYTİMDENDİR…

Selmân-ı Fârisî -radıyallâhu anh-, yabancı bir kimseydi. Ancak Hazret-i Peygamber’e aşk, bağlılık ve hizmette o kadar yakın oldu ki Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, onun hakkında;

“Selman bizdendir, ehl-i beytimizdendir…” (Ahmed, II, 446-447) buyurdu.

Bu vesileyle Hakîm Tirmizî der ki:

“İki türlü seyyidlik vardır. Biri nesep yoluyla diğeri de gönül yoluyla.” Dolayısıyla bütün Hak dostları birer mânevî seyyiddir.

Hâsılı bizim gönüllerimiz de Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e Selmân-ı Fârisî gibi öyle âşık ve bağlı olmalı ki, O İnsanlığın Efendisi, kıyâmet gününde bizler için de;

“Bendendir…” desin…

Bütün sahâbe-i kiram böyle bir müjde ve mükâfat aşkıyla yaşadıkları için O’na ashab oldular.

ZAFER SEBEBİ…

Vedâ Haccı’nda Peygamber Efendimiz’in alnındaki saçları kesildiğinde Hâlid bin Velid;

“–Yâ Rasûlâllah! Alnının saçını bana ver! Bu hususta hiç kimseyi bana tercih etme! Anam, babam Sana fedâ olsun!” diyerek yalvardı.[1]

Saçlar kendisine verilince, onları gözlerine sürdü ve külâhının içinden ön kısmına yerleştirdi. Bu mübârek saçlar bereketiyle onun savaşta karşılaşıp da mağlûp etmediği hiçbir topluluk olmadı. Nitekim Hâlid -radıyallâhu anh-;

“–Ben onu hangi tarafa yönelttimse, orası fetholundu!” demiştir. (Vâkıdî, III, 1108; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, II, 111)

Hattâ bir sefer esnasında Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh- orduyu durdurdu. Askerlerine;

“–Sarığım kayboldu, onu bulun!” tâlimâtını verdi.

Bütün harp meydanını aradılar, yine de bulamadılar. Fakat Hazret-i Hâlid, sarığının bulunmasında ısrar etti:

“–Tekrar arayın!” dedi.

Sarık bulunana kadar orduyu hareket ettirmedi. Nihayet sarık bulunduğunda baktılar ki, iyice eskimiş basit bir sarık… Şaşırdılar;

“–Şu eski sarık için mi koca ordu bu kadar bekletildi?” dediler.

Hazret-i Hâlid dedi ki:

“–Hayır! Bu basit bir sarık değildir. İçinde -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in mübârek saçları vardır.”

İşte O Rahmet Peygamberi’nin kendisi gibi her hâtırası da ayrı bir bereket ve saâdet. O’ndan bize intikâl eden her şey, bir kazanç vesilesi. Mübârek saçları ve sakal-ı şerifleri bile ayrı bir bereket.

Cenâb-ı Hak; O’nun ümmetine düşkünlüğü, ümmeti için üzülmesi, ağlaması ve yanık ilticâları karşısında O’nu ve O’na ait olan her şeyi bizler için bir merhamet, af, hidâyet, kurtuluş, yücelik, zafer ve ebedî saâdet vesilesi kılmıştır.

Ya bizim hâlimiz O’na karşı nasıl? Aşkımız sadece kuru kelimelerden mi ibaret? Süleyman Çelebi’nin şu îkāzı ne kadar mânidardır:

Ol tıfıl iken der idi; «Ümmetî!»

Sen kocaldın terk edersin sünneti!

Cenâb-ı Hak, hiçbirimizi böyle bir gaflete düşürmesin. Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in aşkı ile O’nun sünnet-i seniyyesi etrafında ve O’na ait olan bütün güzellikler civarında bizleri pervâne eylesin!.. Tâ ki O’nun; «Yâ Rabbî, bu da bendendir…» şefâatine mazhar olabilelim…

Âmîn!..


[1] Bu esnada Hazret-i Ebûbekir, Hâlid -radıyallâhu anh-’ın Uhud, Hendek ve Hudeybiye’de yaptıklarını düşünüyor, bir de o anki hâline bakıyor ve hayretler içinde kalıyordu. (İbn-i Sa‘d, II, 174)