Adetullah (İlahi Kanunlar) daki İstisnaların Hikmeti

1996 – Mart, Sayı: 121, Sayfa: 034

İnsanı îman ile mükellef kılan ve onu bu maksad ile dünyaya gönderen Cenâb-ı Hakk, beşerin içinde yaşadığı alemi de adetullah denilen birtakım ilâhî kanun ve kaidelere tabii kılmıştır. Mesela, güneşin doğup batması, gündüz ve gecenin birbirini takib etmesindeki intizam gibi ilâhî tayinle olan bu gibi hususlar, asla değişmez ve değiştirilemezler. Aslında sihir ve manyetizma gibi harikalar da, adetullah dediğimiz kanunlardan bir kısmının kullanılmasıyla gerçekleşir. Bu alemdeki ahenk, adetullahın istikrarına bağlıdır. İdrak ve iz’anla techîz edilmiş olan insanoğlunun, sırf bu ilâhî nasîblerle hakîkate ulaşması mümkün ise de bazen gaflet sebebiyle hakîkate ulaşması güçleşir. Bu takdirde, beşeriyyeti Hakk’a davetle mükellef bulunan peygamberlerin muvaffakiyeti için Mevlâmız, kendi ta’yin ettiği kanunlarla îzahı Kâbil olmayacak surette tecelliler zuhur ettirir. Peygamberlerin mucize suretiyle ortaya koydukları harikalar, işte bu keyfiyetin netîcesidir. Ki bu da, aklı kifâyet etmeyen ve inat yoluna sapmış olanların mutlak mazeret yolunu kapatmak içindir.

İnsan nezdinde âdetullaha sığmaz gözüken bu gibi tecelliler, Rabbin beşeriyete büyük yardımı ve ikramıdır. Bundan dolayıdır ki, peygamberler vazîfelerini görürlerken büyük bir imkansızlığa maruz kalmadıkça bu yola baş vurmamışlardı. Onların varisi olan veliler de, kendi salahiyet ve iktidarları nisbetinde aynı zaruretle keramet gösterirler. Ancak aslolan keramet değil, istikamettir. Zîra keramet, bir ibadet değildir.

Bu hususta sayısız örnekler verilebilir:

Hz. Mûsâ’ya îman eden kavme sıptî, îmansız Firavun kavmine ise kıptî denir. Firavun ve kıptî kavminin sıptilere zulmü, Kızıldeniz’de boğulup helak olana kadar devam etti.

Hz. Mûsâ’nın mucizelerinden biri de, asasını Nil nehrine vurması ve Nil’in suyunun kıptilere kan haline gelmesi idi. Nil, sıptiler içerken ve kullanırken aslî berraklığını muhafaza ediyor, kıptilere ise kan oluyordu.

Mevlânâ -kuddise sirruh-, sıptî ile kıptî arasındaki bu manevî farkı şu sekide anlatır:

“Bir kıptî hararetten kavrularak bir sıptî’nin evine geldi. Dedi ki;

” Ben senin dostun ve akrabanım. Bugün ise sana şiddetle muhtaç haldeyim.”

“Kendin için Nil’den bir tas su doldur da bu eski dostun senin elinden su içsin.'”

“Kendin için doldurursan, içindeki kan olmaz. Saf ve sihirden azade olur, diye uzun uzun yalvardı. Sıptî, kıptînin mucizeyi idrak etmesi için Nil’den bir tas su doldurdu. Ağzına götürüp yarısını içti. Tası kıptî tarafına eğdi ve: “Haydi iç! ” dedi.

“Kıptî, sevinerek ağzını uzattı, lakin su kıpkızıl kan oldu. Bunun üzerine sıptî, tası kendine çevirdi. Kan, tekrar saf su haline döndü. Kıptî öfkelendi. Hiddeti geçinceye kadar oturdu. Ve sıptîye döndü:

“Ey kardeş! Bu düğümün çözülmesi nasıl olur? Bunun esrarı nedir? dedi”

Sıptî:

“Nil’in bu tatlı ve berrak suyunu ancak Mûsâ’nın dînine inananlar içebilir. Sen de Firavunluk yolundan ayrılıp Mûsâ yoluna girersen ancak bu suyun berraklığına ve lezzetine kavuşabilirsin!” dedi.

Sıptî, kıptîye nasîhata devamla;

“Ay ile sulh halinde olabil ki, mehtabı göresin” (Burada aydan maksat, Hz. Mûsâ -aleyhisselâm-, mehtap ise, peygamber mucizesidir.)

“Allah’ın has kullarına karşı kinin, seni kör ve sağır ederek arana binlerce perde germiş “

“Sapıklık ve küfür vadîsinde körü körüne dolaşıyor, hakîkate ama oluyorsun”

“Dağ gibi küfrünü istiğfar ile erit ki, hidâyet bulasın! O zaman marifeti bulanların kadehinden sen de nasîbini alırsın!”

“Allah -celle celâlühû-, Nil suyunu kafirlere haram edince, sen bir hile ile, yani beni vasıta kılarak onu nasıl içebilirsin?”

“Ey kıptî, Nil’in haddine mi? İlahî emri terketsin de kafirlere su olsun”dedi.

Mevlânâ -kuddise sirruh-, cemâdâttan, yani cansız zannedilen eşyadan gelen musîbetlerin kuru bir tabiat hadisesi olmayıp, ilâhî tanzîm ve ilâhi emir ile şekillendiğini ve idrak sahiplerine bir ibret tablosu olduğunu şu beyitleri ile îzah eder:

“Nil nehri ve Kızıldeniz, Allah’ın emri muktezasınca Mûsâ -aleyhisselâm- ve tabilerine yol vermiş; Firavun ve askerlerine ise, o yolu kapayıp helak etmiştir”

“Böylece Cenâb-ı Hakk, şuursuz zannedilen Nil ve Kızıldeniz’e onlara has bir idrak verir de, Mûsâ -aleyhisselâm- ile Firavun’u ayırt ederler”

“Buna muKâbil aklı olan Kâbil, bu aklın aczi sebebiyle isyana düşüp adeta akılsız ve idraksiz bir hale gelir. Katlettiği kardeşinin cesedini ne yapacağını şaşırır”

Kâbil, kadın yüzünden salih kardeşi Habil’i katleder. Cesedini ne yapacağını bilemez. Sonra ölü bir kargayı, diğer bir karganın toprağı kazıp gömdüğünü görür.

“Yazık bana! Bir karga kadar dahî olamadım!” der.

“Akıl, ilâhî terbiye ile mü’minlere yağmur gibi rahmet olur da, lakin ilâhî gazaba, sille-i Rahmanî’ye müstehak olana damlası düşmez!”

“Bu hal, peygamberlerin mucizelerinde mütemadiyen görülür. Onlar, tasa ve asaya ruh verirler”

Ebû Cehil’in elindeki taşlar, Peygamber’imizin mucizesi olarak lisana gelmiş:“Lailâhe illallah, Muhammedü’r-Rasûlullah!” demiştir.

Asa ise, Hz. Mûsâ’nın elinde ejderha olmuş, Firavun’u korkutmuş ve sihirbazların ortaya attıklarını bir anda imha etmiştir.

Devamla Mevlânâ -kuddise sirruh- buyurur:

“O halde, diğer cemâdâtı, yani cansız zannedilenleri de bu zikreden taş parçaları ve asa ile kıyas et!”

Hz. Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, beraberinde Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer ve Hz. Ali -radıyallâhu anh- olduğu halde Uhud’a çıkmışlar idi. Uhud, üzerindeki bu manevî şahıslardan dehşete gelerek sallandı. Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“Sakın ol ey Uhud! Üzerinde bir nebî, bir sıddîk ve iki şehîd var!” buyurdu

Mevlânâ -kuddise sirruh- lisan-ı hal ile cemâdâtı konuşturur. cemâdât derler ki,

“Biz Allah’ı biliriz ve O’ na itaat ederiz. Tesadüfi ve abes olarak yaratılmamışızdır.”

“Biz bütün cemâdât, Kızıldeniz’e benzeriz. Zira o, batırıp boğacağı Firavun ve kavmini, Allah’ın yardımıyla Hz. Mûsâ -aleyhisselâm- ve kavminden ayırdetti.”

“Keza, asî Karun’u yerin dibine geçirip helak eden de biziz!”

“Bizi ay gibi farzedin ki o, Allah Rasûlü’nün işaretini ve emrini işitince hemen yarıldı ve semada iki parça göründü”

Muhiddîn A’rabî Hazretleri buyurur:

“Bütün varlıklar kendi haline mahsus bir surette Allah’ı zikrederler. Yalnız onların bu halleri birbirinden farklıdır. En alt derecede cemâdâttır. Yani taş, toprak, su, madenler v.s gibi cansızlar alemidir.

Enbiya sûresi, âyet 79’da:

“Kuşları ve tesbîh eden dağları da Davud’a boyun eğdirdik. (Bunları) yapan da biziz” buyurulur.

Cemâdâttan sonra nebatat gelir. Bunların su, hava ve güneş gibi birtakım ihtiyaçları vardır. Cemâdâttan daha mütekamildirler. Toprağı emip aldıkları birtakım kimyevî maddeleri, ilâhî tayinle terkib edip rengarenk çiçekler, yapraklar ve meyveler vücuda getirirler.

Sonra hayvanat gelir. Bunların hayatî fonksiyonları nebatattan daha mütekamildir. Bundan dolayı ihtiyaçları çoğalmıştır.

İnsanın ise, zevalde de kemalde de ufku daha geniştir. Bu, onun îman teklifine muhatab olmasının tabiî bir neticesidir. Gerçekten insanı benlik, hayalat, havatır, dünyevî ihtiraslar, devamlı gaflete sevk eder. Nitekim Hacc sûresi âyet 18’de buyurulur:

“Görmez misin ki, göklerde ve yerlerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların bir çoğu Allah’a secde ediyor!”

Bu âyet-i kerîme, yukarıda geçen dört sınıfın halini durumlarına göre tavsif ediyor.

Demek ki canlıdan cansıza bütün alem, ilâhî bir tanzîme tabidir. O derecede ki, peygamberler bile, ancak kendilerine bahşedilen ilâhî tasarruf kadar gaybe muttali olabilirler. Şeyh Sadî Gülistanı’nda der ki:

“Bir kişi Hz.. Ya’kûb’a:

“Ey kalbi münevver, akıllı peygamber! Yusuf’un gömleğinin kokusunu Mısır’dan gelirken duydun da, neden yanıbaşındaki kuyuya atılırken onu görmedin?” der.

Yakup -aleyhisselâm- cevaben:

“Bizim bu hususta nail olduğumuz ilâhî nasîb, çakan şimşekler gibidir. Bundan dolayı gerçekler, bize bazan ayan olur, bazan kapanır” buyurur.

Cenâb-ı Hakk, Ahzab sûresi, 72. âyette buyurur: “Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar, bunu yüklenmekten çekindiler. Mesuliyetinden korktular. Onu, yani emaneti ilâhiyyeyi insan, çok zalim ve çok cahil olduğu için yüklendi.

Burada “emaneti yüklenmek”, çok çeşitli manalara hamlolunabilirse de, ekseriyetle kabul olunan görüşe göre, îman ve amel-i salih mükellefi durumuna girmektir. İnsan, bu yükün ağırlığını layıkıyla takdir edememiş olduğundan dolayı cahil ve zalûm (çok zulmedici) sıfatlarıyla tavsif olunmuştur. Bu tavsif, emanetin ağırlığını tebarüz ettirmek içindir.

Yasin Sûresi, 77. âyette de:

“O (inkarcı) insan görmedi mi? Biz onu bir nutfeden yarattık. Şimdi de (bize) aşikar bir düşman kesiliverdi ” buyurularak, insanın korkunç gafleti izah edilir.

İnsan, ciddî bir îman şuuru ile Rabbine döner, ihlasla kulluk ederse, her hususta ilâhî bir yardıma mazhar olur. cemâdât emrine amade kılınır. Kendisindeki meknuz ilâhî tecellilerin sırları, eşyanın hakikati ona fâş olur. Aksi halde gaflete düşüp dünyanın gel-geç fani lezzetlerine kanarsa, ebedî bir hüsran ve aldanışa duçar olur.

Muhiddîn-i A’rabî -kuddise sirruh-, Kur’an hakîkatlerinin derinliğine ancak kalbi inceliklerle varılabileceğini buyurur.

Allah’ın bütün isimleri, muhlis bir ağız ve kalple zikredildiğinde ism-i azamdır.

Rivâyet edilir ki, Hz.. Ali -radıyallâhu anh- bir ağaç altında otururken bir fakir gelip ihtiyaçlarını arz eder. Hz. Ali -radıyallâhu anh-, yerden bir avuç kum alır, okur. Fakire uzatır. Fakir, kumların altın tozu haline geldiğini görünce sevinir, şaşırır ve yalvararak:

“Ya Emîre’l-mü’minîn, ne olur, Allah aşkına bana okuduğunu öğret!” der.

Hz. Ali -radıyallâhu anh-, Fatiha sûresini okuduğunu söyleyince fakir, yerden bir avuç kum alır, okur. Bir değişiklik olmaz. Merak ile Hz. Ali’ye:

“Bu hal nedir? Neyin nesidir?” der.

Hz.. Ali -radıyallâhu anh-:

“İkimiz de Fatiha okuduk… Bu, ağız ve kalp farkıdır… ” buyurur.

Daima maneviyat, maddeden üstün gelince, maddeyi tesiri altına alır. Çanakkale Harbindeki İngiliz kumandan ve tarihçi Hamilton:

“Bizi Türkler’in maddî gücü değil, manevî gücü mağlup etmiştir. Onların atacak barutu bile kalmamıştı. Fakat biz, gökten inen güçleri müşahede ettik!” demiştir.

Yazımızın başında da ifade etmiş olduğumuz gibi bütün kainat, ilâhî irade ve ilâhî tanzimin emrindedir. Kur’an-ı Kerim’de

“Akıl (basiret) sahipleri için çok ibretler vardır!” buyurulmaktadır.

Dünya akıllılar için ibretlerin sergilendiği bir yerdir. Ahmak ve gafiller içinse, mahv-u helak ülkesidir.

Ya Rab! Esmâ-yı ilâhiyyenin tecellîsinde Hâdî ism-i şerîfinin galebesine mazhar kılarak hayatımızı, gösterdiğin doğru yolda idame ettirmeyi bizlere nasîb eyle! Amîn!..