Abdülkâdir Geylânî (rahmetullâhi aleyh) -9-

Altınoluk Dergisi, 2018 – Kasım, Sayı: 393, Sayfa: 032

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:

“Yazık sana ki Kur’ân’ı ezberliyorsun da onunla amel etmiyorsun! Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yolunu, ahlâkını, hadîs-i şerîflerini ezberliyorsun, fakat onlara uymuyorsun!.. Niçin böyle hareket ediyorsun?! Niçin halka nasihat ediyor, fakat kendin yapmıyorsun?! Niçin onları haramlardan men ediyor, fakat kendin kaçınmıyorsun?!.”

[Kıyamete kadar devam edecek en büyük mûcize olan Kur’ân-ı Kerîm ve örnek yaşayışıyla onun fiilî bir tefsîri olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Cenâb-ı Hakk’ın biz kullarına lûtfettiği iki büyük hidâyet rehberidir. Bu iki rehbere samimiyetle ittibâ etmek, ebedî saâdet ve selâmet vesîlesidir. Bu iki nur menbaına sırt dönmek veya onların kıymetini takdir edemeyip ihmâlkâr davranmak ise -Allah korusun- ebedî bir hüsran sebebidir.

Dolayısıyla Kur’ân ve Sünnet’e ittibâ gayreti içinde bir ömür sürmek, her müslümanın aslî vazifesidir. Bundan başka bir saâdet ve selâmet yolu yoktur. Bunun dışındaki bütün yollar çıkmaz sokaktır, yanlış adreslere götüren karanlık caddelerdir.

Fakat Kur’ân ve Sünnet’e ittibâın mâhiyetini de doğru anlamak îcâb eder. Fudayl bin Iyaz Hazretleri der ki:

“Kur’ân, kendisiyle amel edilmek üzere inzâl buyruldu. İnsanlar ise onun sadece okunmasını amel edindiler!”

Yani Kur’ân’ın saâdet haritası üzerinde göz gezdirmek, hakka ve hayra ulaşmada tek başına kâfî değildir. Asıl olan, okunan âyet-i kerîmelerin mânâ iklimine girmektir. Bundan gaye de, hayatımızı o mânâ muhtevâsında tanzim etmektir. İnsanın yaratılış gayesine muvâfık bir hayata kavuşması, ancak bu sayede mümkündür.

Zira Cenâb-ı Hak:

“Rahmân, Kur’ân’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyânı öğretti.” (er-Rahmân, 1-4) buyurmaktadır.

Yani insan, ancak Kur’ân ikliminde yaşamakla saâdet bulabilir. “Ahsen-i takvim” sırrına, “eşref-i mahlûkat” vasfına, velhâsıl insanlık şeref ve haysiyetine, ancak Kur’ân-ı Kerîm ışığında yaşanan bir kulluk hayatıyla ulaşabilir. Bu sayede ilâhî hakîkatler, sırlar, hikmetler ve ibretler insana ayân olur. İnsan ancak Kur’ân’a takvâ ile bağlılığı nisbetinde “kâmil bir insan” hâline gelebilir.

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de kulu ebedî kurtuluşa nâil edecek gerçek kazancı şöyle târif buyurmaktadır:

“Allâh’ın Kitab’ını okuyanlar, namazı (ruh ve beden âhengiyle) ikāme edenler ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah için) gizli ve açık sarf edenler, aslâ zarara uğramayacak bir kazanç umabilirler.” (Fâtır, 29)

Bu ebedî saâdet reçetesinde ilk madde, Allâh’ın Kitab’ını tilâvet etmektir. Bu tilâvet ise, sadece baş gözüyle ve dil ile bir kıraat değildir. Buna ilâveten gönül gözüyle, yani tefekkür, tezekkür ve tedebbürle okuyup mânâ ikliminde derinleşmektir. Kur’ân’ın ahkâmıyla âmil, ahlâkıyla kâmil bir insan hâline gelmektir. Kur’ân’ı bu kıvamda yaşadıktan sonra, onu diğer gönüllerde de yaşatabilmek için, o yüce Kitab’ın tebliğ ve tâlim hizmetlerine emek vermek veya destek olmaktır.

Cenâb-ı Hak, göndermiş olduğu hidâyet rehberi Kitab’a karşı gösterdikleri tavra göre, insanları üç sınıfa ayırmaktadır. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Sonra Kitab’ı, kullarımız arasından seçtiğimiz kimselere verdik. İnsanlardan kimi kendisine zulmeder, kimi ortadadır, kimi de Allâh’ın izniyle hayırlarda öne geçmek için yarışır. İşte büyük fazîlet budur.” (Fâtır, 32)

Yani insanların kimisi Allâh’ın Kelâmı’ndan uzak yaşar. Onu tozlu raflarda iki kapak arasına hapseder. Yahut Kur’ân’ı çokça okur, hattâ hâfız bile olabilir; fakat okuduğu, boğazından aşağıya inmez, kalbinde mâkes bulmaz, hâl ve davranışlarına yansımaz, yaşantısına tesir etmez. Böylece en büyük nîmeti ziyân ederek kendisine yazık edenlerden olur.

Kimisi ise orta yoldadır, kâh Kur’ân-ı Kerîm ile amel eder, kâh ihmâl eder. Nefs-i levvâmenin gelgitleri içinde bocalar durur.

Kimisi de vardır ki Kur’ân’ın feyz ve rûhâniyetiyle Hakkʼa râm olup sürekli hayır-hasenatta mesafe kateder. Cenâb-ı Hakk’a her an daha fazla yakınlaşmanın gayret ve heyecanı içinde olur. Bu heyecan onu öyle bir gönül ufkuna taşır ki, bütün varlığını Allah yolunda feda edebilmeyi kendisi için en büyük zevk, lezzet ve saâdet olarak telâkkî eder.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) infâk etmedikçe birr’e (yani kullukta hayrın kemâline) eremezsiniz. Her ne infâk ederseniz, Allah onu hakkıyla bilir.” (Âl-i İmrân, 92)

İşte âhirette en kazançlı çıkacak olanlar da fânî hayatlarını bu fedakârlık ufkunda değerlendirebilmiş olan bahtiyar kullardır.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz her hususta olduğu gibi Allah için fedakârlık hususunda da emsalsiz bir örnek şahsiyetti. Efendimiz’in hâne-i saâdetlerine hediyeler ve ganimetler gelirdi. Fakat O Sehâvet Güneşi, bütün bunları derhal infâk ederdi. O dünyalıkları ümmetinin zayıflarına tevzî etmeden huzur bulamazdı. Bu merhamet tevzii, O’na târifsiz bir lezzet verirdi. Muzdarip bir gönlü tesellî etmek, onun yanında ve yardımında bulunmak, O’nu âdeta kendi dertlerinden halâs ederdi. Açları doyurmanın saâdeti, O’na kendi açlığını unuttururdu.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- cömertliğin zirvesindeydi. Ümmetinin zenginini de fakirini de cömert olmaya teşvik ederdi. Fakir sahâbîler bile dağlardan sırtlarında odun getirip pazarda satar, kazandıklarını infâk ederlerdi. Böylece Allah için infâk edebilme saâdetinden mahrum kalmamaya îtinâ gösterirlerdi. Zira Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbına, cömertliğin mal çokluğuna değil, kalpteki kanaat ve fedakârlık duygusuna bağlı olduğunu tâlim ve telkin ediyordu.

Yine onlara, Kur’ân ahlâkını lâyıkıyla yaşayabilmeleri için, bilhassa merhamet telkininde bulunur ve sık sık;

“Bugün Allah için bir yetim başı okşadınız mı?

Bir hasta ziyaretine gittiniz mi?

Bir cenaze teşyiinde bulundunuz mu?” diye sorardı. (Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 12)

Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Efendimiz’in yüreğinde âdeta bir mahşer kaynardı. O’nun rahmet dergâhı gönlünde dâimâ;

* Hidâyet mahrumlarını ebedî kurtuluşa kavuşturmanın derdi vardı.

* Hidâyetle şereflenmiş, fakat henüz takvâ derinliğine erişememiş müslümanları irşâd etme gayreti vardı.

* Dertlilerin derdine derman olabilme azmi vardı. Özellikle de ümmetinin garipleri, kimsesizleri, mağdurları, muzdaripleri, hastaları ve yoksullarına kol-kanat germe mes’ûliyeti vardı. Gözü yaşlı masumlar, çaresiz yaşlılar, himâyesiz dullar, sahipsiz yetimler, çile ve ıztıraplar altında inleyen kanadı kırıklara bir tesellî kaynağı olma cehdi vardı.

* Zâlimlerin zulümlerine engel olma, mazlumlara imdat etme, hakkı tutup kaldırma dâvâsı vardı.

* Düşmanlıkları kardeşliğe dönüştürme, gönüller arasında yıkılmaz muhabbet köprüleri inşâ edebilme gâyesi vardı.

P Bir gönül kazanabilme, bir kişiyi daha ebedî felâketten kurtarabilme heyecanı vardı…

Bütün bunlar için de Efendimiz’de emsalsiz bir örnek şahsiyet vardı. Her hâline yansıyan müstesnâ bir nezâket, zarâfet, incelik, rikkat, hassâsiyet ve letâfet vardı. Dâimâ İslâm’ın güleryüzünü sergileme gayreti vardı.

Meselâ O’nun konuşma üslûbundan, nezâket ve letâfetinden bir manzarayı Ebû Kursâfe -radıyallâhu anh- şöyle nakleder:

“Ben, annem ve teyzem, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gittik. Kendisine bey’at edip yanından ayrıldığımızda, annem ve teyzem bana şöyle dediler:

«–Yavrucuğum, bu Zât gibisini hiç görmedik! Yüzü O’ndan daha güzel, elbiseleri daha temiz ve sözü daha yumuşak başka birini bilmiyoruz. Sanki mübârek ağzından nur saçılıyordu.»” (Heysemî, VIII, 279-280)

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- insanlara muâmelede eşsiz bir şefkat, merhamet ve nezâket sergilediği gibi, hayvanlara ve bitkilere karşı da müstesnâ bir hassâsiyet sergiledi. Yanık bir karınca yuvası görmek, O’nun rakik kalbini dehşete getirirdi. Yavrularını emziren bir köpeğin ürkütülmemesi, yuvalarındaki kuşların rahatsız edilmemesi, yaş bir dalın gereksiz yere koparılmaması hususunda yaptığı sayısız îkaz, O’ndaki Hâlık’ın şefkat nazarıyla mahlûkâta bakış tarzının göstergeleriydi.

Velhâsıl O’nun her hâli, ümmetine mükemmel bir örnekti.

Düşünmeliyiz ki bizler Efendimiz’in gönlündeki bu hassasiyetlere ne kadar yakınız? O’nun gönül dokusundan ne kadar hissedârız? O’na lâyık bir ümmet olabilmek için, nebevî hayatın ulvî ölçülerinden ne kadar hisse alabiliyor ve hayatımıza aksettirebiliyoruz?

Unutmayalım ki Cenâb-ı Hak bizi yüz yirmi dört bin küsur peygamber arasında en yüce peygambere ümmet kıldı. O’na ümmet olma şeref ve bahtiyarlığı bize meccânen lûtfedildi. Fakat bu büyük ilâhî lûtfun bir şükür borcu, ödenmesi gereken bir bedeli var. Bu bedel de ömrümüz boyunca Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e muhabbetle itaat etmektir.

Zira Cenâb-ı Hak:

(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın…” (Âl-i İmrân, 31)

“Kim Rasûl’e itaat ederse Allâh’a itaat etmiş olur…” (en-Nisâ, 80) buyurmaktadır.

Rasûlullah Efendimiz’e itaat, Kur’ân ahlâkıyla yaşamaktır. Zira Hazret-i Âişe Vâlidemiz’in ifadesiyle; “O’nun ahlâkı Kur’ân’dır.”[1]

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurmuştur:

“Kur’ân okuyunuz! Çünkü o, kıyâmet günü kendisiyle hemhâl olan kişilere şefaatçi olarak gelecektir.” (Müslim, Müsâfirîn, 252)

Dolayısıyla âhirette Kur’ân-ı Kerîm’in şefaatine nâil olmak istiyorsak, onu mahrecine, tecvîdine riâyet ederek bol bol tilâvet etmeli, mânâsına âşinâ olmalı, hayatımızın her safhasında onun emir ve nehiylerine göre hâlimize çekidüzen vermeliyiz. Bilhassa evlâtlarımızı Kurʼân kurslarına gönderip onlara ciddî bir Kurʼân tahsili ve ahlâkı kazandırmalıyız.

Aksi takdirde kıyâmetin o çetin gününde Kurʼânʼın şefaatini ümit ederken -Allah korusun- şikâyetine mâruz kalmak da mümkün ve muhtemeldir. Nitekim Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın şöyle buyurduğu nakledilmektedir:

“Biliniz ki Kur’ân, sizler için bir sevap ve şeref hazinesidir. Ona tâbî olunuz. Onu kendinize göre te’vil etmeyiniz. Kim Kur’ân’ı kendisine uydurmaya çalışırsa, Kur’ân o kimseyi tepe üstü düşürür, tâ Cehennem’e atıverir. Her kim de Kur’ân’a uyarsa, Kur’ân onu Firdevs Cennetleri’ne ulaştırır. Gücünüz yeterse Kur’ân’ın sizlere şefaatçi olmasını, hasmınız olmamasını temine çalışınız. Zira Kur’ân’ın şefaat ettiği kimse Cennet’e, dâvâcı olduğu kimse de Cehennem’e gider…”[2]]

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:

“Te’vil ve ruhsat yollarında dolaştığımız müddetçe kurtuluşa giden hiçbir netice elde edemeyiz. Himmet yok, gayret yok, kararlılık yok, azîmet yok, azîmet ehli yok… Bu yoklardan sonra ne var olabilir ki?!.”

[Abdülkâdir Geylânî Hazretleri bu sözüyle, İslâm’ı takvâ hassâsiyeti içinde ve yüksek bir gayret-i dîniyye ile yaşamanın zaruretine dikkat çekiyor. İslâm; takvâ üzere yaşanacak, gönüllerdeki gayret-i dîniyye artacak, Allah yolunda samimiyetle fedakârlık gösterilecek ki ilâhî rahmet, mağfiret, lûtuf ve inâyet nasîb olsun. Çile çekmeden, zorluklara katlanmadan, zahmetlere göğüs germeden rahmete kavuşmayı ummak, beyhûde bir beklentidir.

Şu hadîs-i şerîf, bu hakikati ne güzel îzah etmektedir:

Beşîr bin Hasâsiyye -radıyallâhu anh- anlatıyor:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bey’at etmek için gitmiştim. Bana, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in de O’nun kulu ve Rasûlü olduğuna şehâdet etmemi, namaz kılmamı, zekât vermemi, İslâm üzere haccetmemi, Ramazan orucunu tutmamı ve Allah yolunda cihâd etmemi şart koştu.

Ben de şöyle dedim:

«–Ey Allâh’ın Rasûlü! Vallâhi bunlardan ikisine gücüm yetmez. Onlar da cihad ve sadakadır.

İnsanlar cihaddan kaçan kimseye Allâh’ın gazab ettiğini söylüyorlar. Ben ise cihad meydanına gelince nefsimi ölüm korkusu kaplayıp kaçmaktan endişe ediyorum.

Sadakaya gelince, benim malım küçük bir koyun sürüsü ve on deveden ibârettir. Onlar da ehlimin maîşet kaynağı ve binek hayvanlarıdır.»

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- elimi tuttu, salladı ve şöyle buyurdu:

«–Cihad yok, sadaka yok, peki o hâlde nasıl Cennet’e gireceksin?!»

Bunun üzerine:

«–(Tamam) yâ Rasûlâllah! Bey’at ediyorum.» dedim ve Allah Rasûlü’ne, koştuğu bütün şartlar üzerine bey’at ettim.” (Ahmed, V, 224)

Demek ki Allâh’ın rızâsına uygun bir kulluk hayatı yaşayabilmek için, dîni kendi hevâ ve hevesimize göre yorumlamaktan, aklımıza yatanı yapıp, işimize gelmeyeni ihmâl etmekten kaçınmamız îcâb eder. “Nefsimiz yorulmasın, ten rahatımız bozulmasın” dercesine, kendi kendimize keyfî bir müslümanlık anlayışı geliştirmekten uzak durmalıyız.

Düşünmeliyiz ki; Allâh’ın en sevdiği kullar olan peygamberler, sahâbe, evliyâ, asfiyâ, selef-i sâlihîn, ilâhî hakikatler karşısında niçin tir tir titremişler? Bizler niçin ürpermiyoruz? Hâlbuki onlarla aynı ilâhî hakikatlere ve mükellefiyetlere muhâtabız. Niçin onlar gece-gündüz demeden büyük bir gayret-i dîniyye ile rahatlarını terk etmişler, candan ve maldan fedakârlıkta bulunmuşlar? Ya bizler niçin ciddî bir fedakârlığa katlanmadan âhirette onlarla beraber olmayı ümit ediyoruz?

Şu hadîs-i şerîfteki îkaz ne müthiştir:

“Akıllı kimse, nefsine hâkim olup onu hesaba çekerek ölümden sonrası için çalışan; ahmak ise nefsini hevâsına tâbî kıldığı hâlde Allah’tan (hayır) umandır.” (Tirmizî, Kıyâmet, 25/2459)

Hakîkaten nice gâfil insan; “nasıl olsa Allah affeder” düşüncesiyle haram ve şüphelilerden gereğince sakınmaz. Hâlbuki Cenâb-ı Hak, biz kullarını bu hâle düşmekten şöyle îkaz buyurmaktadır:

“Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Ne babanın evlâdına, ne de evlâdın babasına hiçbir fayda sağlayamayacağı günden korkun. Bilin ki, Allâh’ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve o aldatıcı şeytan, Allah hakkında (O’nun affına güvendirerek) sizi kandırmasın.” (Lokmân, 33)

Dolayısıyla Allâh’ın men ettiği şeylerden titizlikle sakınmadan, Allah yolunda gayret, azim, sabır ve fedakârlık göstermeden, âhirette saâdet ve selâmet ummak, büyük bir gaflet ve hamâkattir.

Fudayl bin Iyâz Hazretleri nefsini şöyle hesâba çekerdi:

“Firdevs Cenneti’nde Peygamberler ve sıddîklarla bir arada bulunmayı istiyorsun ama, buna karşılık hangi ameli işledin? Hangi şehevî arzunu kırdın? Hangi hiddetini yendin? Sana gelmeyen hangi akrabana gittin? Kardeşinin hangi kusurunu bağışladın? Allah için hangi yakınından uzaklaştın veya Allah rızâsı için hangi uzağındakine yaklaştın?..” (İhyâ, c. II, s. 402)

Demek ki her nîmetin bir bedeli var. Allah Teâlâ’nın rızâsını tahsil edebilmek, Cennet vizesi alabilmek istiyorsak, gayret-i dîniyye sahibi olmamız elzemdir.

Fâtıma Vâlidemiz, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in belki hayatta en çok sevdiği evlâdıydı, ciğerpâresiydi. Fakat ona bile ebedî kurtuluşu için sâlih ameller işlemesini, dünyaya değil ukbâya değer vermesini ve rızâ-yı ilâhî için gayret etmesini emir buyurdu. Babasının peygamber olduğuna güvenip rehâvete kapılmaması hususunda onu îkaz etti.[3]

Bir annenin evlâdına duyduğundan daha fazla şefkat ve merhamet duyduğu biz ümmetine bir hadîs-i şerîflerinde;

“…Kabrimde: «Yâ Rabbi, ümmetî ümmetî!..» diye Sûr’a ilk defa üfleninceye kadar nidâ edeceğim…”[4] buyururken, buna mukâbil diğer bir hadîs-i şerîflerinde ise;

“Sakın (günah işleyerek) yüzümü kara çıkarmayınız.” buyurdu.[5]

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz son nefesinde bile kendi ıztırabını unutup ümmetinin ebedî kurtuluşunun telâşı içindeydi. Vefâtı ânında, sesi kısılıncaya kadar; “Aman! Namaza, namaza devam ediniz! Aman, ellerinizin altındaki insanların hukukuna dikkat ediniz! Onlar hakkında Allah’tan korkunuz!”[6] şeklinde tavsiyelerde bulundu. Bu hâliyle de son nefese kadar hiç bitmeyen, bilâkis sürekli artan bir kulluk gayreti içinde bulunmamız gerektiğini, biz ümmetine telkin buyurdu.

Bunun için mü’minler olarak, Allah yolunda gücümüzün yettiği bütün gayreti sarf etmeliyiz. Bu gayretlerimizden dolayı da hiçbir zaman yorgunluk ve bezginlik göstermeyip hâlimizden aslâ şikâyetçi olmamalıyız. Bilâkis Allah rızâsını tahsil edebilmenin huzuru ile bütün dünyevî yorgunlukları unutmalıyız. Ancak bu gayreti gösterdikten sonra Allâh’ın rahmetine sığınmalı, Rasûlullah Efendimiz’in şefaatini ümid etmeliyiz. Aksi takdirde, içi boş bir ümit ve temennîde bulunarak kendimizi kandırmış oluruz.

Unutmamalıyız ki Rabbimiz her vesîleyle kullukta sadâkatimizi test ediyor. Bizden îmanda samimiyet, amelde fedakârlık ve gayret, nefsin zorlandığı imtihanlarda sabır ve rızâ hâli istiyor.

İşte sahâbe-i kirâm efendilerimiz bu gönül ufkuna sahip olduklarından, evlerini yurtlarını bırakıp hicret ettiler. Allah yolunda nice gazâya iştirâk edip şehid ve gâzi oldular. Canlarıyla ve mallarıyla Cennet’i satın alabilmenin vecd ve heyecanı içinde yaşadılar. Durmadılar, dinlenmediler, “Bizden bu kadar, biraz da bizden sonrakiler gayret etsin.” demediler. Tâ Semerkand’a, Çin’e, Kayrevan’a gittiler, İstanbul önlerine geldiler. Yorgunluk nedir bilmediler. Hiçbir zaman nefsânî bir rahatlık arayışı içinde olmadılar. Son nefese kadar sürekli artan bir kulluk gayreti içinde yaşadılar.

Zira Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyurmuştur. (Buhârî, Edeb, 96)

Ashâb-ı kirâmı en çok sevindiren hadîs-i şerîf de bu olmuştu. Lâkin onlar çok iyi biliyorlardı ki “Ben Allah Rasûlü’nü seviyorum.” demekle iş bitmiyor. Allah Rasûlü’nü gerçekten seven, âhirette O’nun şefaatine ermek isteyen, O’nun yakınında bulunabilmeyi arzu eden, bugün O’nunla -tâkati nisbetinde- hâl beraberliği, amel beraberliği, hissiyat ve fikriyat beraberliği, velhâsıl istikâmet beraberliği içinde olmalıdır.

Ashâb-ı kirâmın bütün derdi, Allah Rasûlü’yle bu dünyada nasip olan beraberliği âhirette de devam ettirebilmekti. Bunun için Efendimiz’in her emrini canlarına minnet bildiler. O’nun gönlünde ufacık bir yer edinebilmeyi dünyanın en büyük saâdeti olarak telâkkî ettiler. “Anam-babam, canım Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah, yeter ki Sen emret!..” dediler. Efendimiz’in gönlünde ne varsa ona bey’at ettiler.

Efendimiz’in tebliğ gayretini, ibadet heyecanını, hizmet aşkını kendilerine örnek aldılar. Bu gayret ve heyecanla dünyanın dört bir köşesine İslâm’ın nûrunu taşıdılar.

Bugün bizim sahâbî olma imkânımız yok. Fakat sahâbe-i kirâmın izinden giderek Allâh’ın rızâsını tahsil etme imkânı, kıyâmete kadar bâkī. Nitekim Cenâb-ı Hak, rızâsı yolunda gösterdiğimiz gayretlerimizi, içinde yaşadığımız toplumla kıyaslayıp ebedî kurtuluşumuz için kendi vaziyetimizi yeterli görme gafletinden sakınalım diye, bizlere asr-ı saâdet toplumunu, yani ashâb-ı kirâmı örnek olarak takdim ediyor. Âyet-i kerîmede “onlara güzellikle tâbî olan”[7] ihsân ehli mü’minlerden olmamızı telkin buyuruyor.]

Cenâb-ı Hak, başta Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve O’nun güzîde ashâbı olmak üzere, sevip râzı olduğu kullarının yolundan giderek âhirette de onlarla haşrolunmayı, lûtf u keremiyle cümlemize nasip ve müyesser eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Müslim, Müsâfirîn 139.

[2] Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, c. 2, 285-286/4019.

[3] Bkz. İbn-i Sa‘d, II, 256; Buhârî, Menâkıb, 13-14; Müslim, Îman, 348-353.

[4] Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, c. 14, s. 414.

[5] Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56.

[6] Ebû Dâvûd, Edeb, 123-124/5156; İbn-i Mâce, Vasâyâ, 1.

[7] Bkz. et-Tevbe, 100.