Abdülkâdir Geylânî (rahmetullâhi aleyh) -6-

Hak Dostlarından Hikmetler

2018 – Haziran, Sayı: 388, Sayfa: 032

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:

“Ey gâfil, uyan! Sana gelen bu ayda uyan ve ibret al! Uyuklamandan ve gaflet hâlinden kurtul da karşına çıkan büyük nîmete bir bak! Hiç olmazsa, Ramazan ayının kalan kısmını tevbe ile, Allah Teâlâ’ya dönüşle tamamla. Bu ayda, istiğfar ve tâat hazırlığı yap. Ola ki bu sayede, rahmet ve şefkate erersin.”

[Ramazân-ı Şerîf; ibadetlerin, hayır-hasenâtın kat kat fazlasıyla mükâfatlandırıldığı, feyz ve bereketlerle dolu müstesnâ bir mânevî kazanç mevsimidir.

Bilhassa içinde barındırdığı Kadir gecesi, Kur’ânî ifâdesiyle; “خَيْرٌ مِنْ اَلْفِ شَهْرٍ : bin aydan hayırlı”[1] kılınmıştır. Bu evvelâ Cenâb-ı Hakk’ın lûtuf ve kereminin azametine bir delildir. Zira herkes kendi tâkat, vüs’at ve imkânına göre ikram ve ihsanda bulunabilir. Bir gecenin ihyâsına, bin ayın ecrini lûtfedebilmek ise, ancak kudreti nihâyetsiz ve hazineleri sonsuz olan Allah Teâlâ’nın şân-ı ulûhiyyetine mahsus bir cömertlik ve merhamettir.

İkinci olarak da Cenâb-ı Hakk’ın Habîbi’ne ve O’nun vesîlesiyle de ümmet-i Muhammed’e duyduğu muhabbet ve merhametin büyüklüğüne bir işarettir. Zira diğer peygamberlere ve onların ümmetlerine böyle bir gecenin lûtfedilmiş olduğuna dâir, herhangi bir haberle karşılaşmıyoruz.

Dolayısıyla hem Ramazân-ı Şerîf, hem de Kadir gecesi, mânevî fırsatlarından aslâ mahrum kalınmaması gereken, müstesnâ vakitlerdir.

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri’nin buyurduğu üzere, sâlih zâtlardan biri, bu mübarek ayın kıymetini şu teşbihle îzah etmiştir:

“Sene bir ağaçtır. Receb ayı bu ağacın yapraklanma günleridir. Şaban ayı meyvelenme günleridir. Ramazan ayı ise meyvelerinin toplandığı günlerdir.”

Demek ki böyle bir hasat mevsiminde gaflet uykusuna dalan kimse, mahsulünü vaktinde toplamayı ihmâl edip de dalında çürüten bir çiftçi gibi, ağır bir ziyâna dûçâr olur.

Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk’ın rahmet, mağfiret ve nihâyetsiz lûtuflarına erişme mevsimi olan bu mübârek günleri, uyanık bir gönülle idrâk ve ihyâ etmeliyiz. Onun bir ânını bile ziyan etmekten titizlikle sakınmalıyız. Onu hâlisâne ibadet, hizmet ve fedakârlıklarla âdeta bir mânevî seferberlik zamanı olarak telâkkî etmeliyiz.

Anadolu’da “Tanrı misafiri” diye bir tâbir vardır. Gelen misafir, gönül hoşluğuyla ve güzelce karşılanır, “onu bize Allah gönderdi” denir, ona çokça ikram edilir, hürmet gösterilir. Hattâ evin en güzel köşesi “misafir odası” olarak tahsis edilir. Bütün bu hassâsiyetler, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına nâil olmak içindir. Zira gönderileni hoşnut etmek, göndereni hoşnut etmek mevkiindedir.

Cenâb-ı Hakk’ın zamana aksetmiş bir lûtfu olan Ramazân-ı Şerîf de bizim için -mecâzen- bir “Tanrı misafiri” mevkiindedir. Allâh’ın senede bir ay gönül hânelerimize gönderdiği bu mübârek misafiri; oruçla, terâvihle, sahurla, iftarla, fitrelerle, infaklarla, din kardeşliğini yaşamakla, zarâfetle, incelikle, sabırla, nefsi dizginlemekle, Kur’ân-ı Kerîm ile ünsiyetimizi artırmakla güzelce ağırlayalım. Bizi Ramazân-ı Şerîf ile müşerref kılan Rabbimiz’e şükürler edelim. Onu güzelce ihyâ ederek bu şükrümüzü fiilen de ispat edelim.

Ramazân-ı Şerîf’in son günlerinde ise gözyaşları içinde;

“Ey kalplerimizin yıkandığı mübârek ay! Yine gel ve bizi ihyâ et!..” diyerek, onu hasret dolu elvedâlarla ve bizden râzı olmuş bir hâlde uğurlayalım. Böylece bu takvâ mektebinden sonra; rahmet, mağfiret ve Cehennem’den kurtuluş şehâdetnâmesi olan hakîkî bayrama erebilmeye gayret edelim.]

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:

“Fitre vermek, oruçlu için bir temizleyicidir… Oruçlunun eksiklerini tamamlar; sevâbını ikmâl eder. Tıpkı; işlenen günahlara tevbe-istiğfar gibi, yanlış kılınan namaz için yapılan sehiv secdesi gibi…”

[Hac ve umre esnâsında, bazı hatâ ve kusurların kefâreti olarak sadaka vermek îcâb eder. Verilen bu sadakaların, o kusurları telâfî etmesi ümid edilir. Zâhiren hiç hatâ yapılmamış olsa bile, farkında olmadan yapılan kusurların affına vesîle olması, yahut da Rabbimiz’in lûtfettiği nîmetlerin şükrânesi olarak sadakalar verilir. Yine, vefât eden bir kimsenin ardından, yakınları ve sevenleri tarafından onun nâmına sadakalar dağıtılır ki, bu da onun günahlarının affına, derecesinin yükselmesine medâr olması ümidiyledir. Ramazan’da verilen fıtır sadakası (fitre) de bunun gibidir.

Nitekim Abdülkâdir Geylânî Hazretleri, Veki‘ bin Cerrah g’in şöyle dediğini nakleder:

“Namaz için sehiv secdesi ne ise, Ramazan ayı için de fitre odur. Bunun için Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, fitre vermeyi emretti. Tâ ki oruçlunun hatâ ve kusurlarını temizlesin, düzeltsin.”

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, fıtır sadakasını, imkânı olan kadın-erkek, büyük-küçük herkesin bayram namazına kadar vermesini istemiş ve ihtiyaç sahiplerini kastederek; “Onları bu (bayram) gününde aç dolaşmaktan kurtarınız!” buyurmuştur. (İbn-i Sa’d, I, 248)

Hanefî mezhebinde vacip; Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhebinde ise farz hükmünde olan fıtır sadakası, bayram namazından önce verilirse makbul bir sadaka olur, bu namazdan sonraya kalırsa fıtrın dışında bir sadaka yerine geçer.[2]

Şuna da dikkat etmeliyiz ki fitre, hemen herkesin verebilmesi için cüz’î miktarda belirlenmiş bir sadakadır. Lâkin Cenâb-ı Hakk’a şükrümüzü ve muhabbetimizi ifade için, bunun çok daha ötesinde ve imkânlarımızla mütenâsip seviyede infaklarda bulunmaya gayret etmemiz gerekir. Nitekim âyet-i kerîmede:

“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) infâk etmedikçe, birre (hayrın kemâline) eremezsiniz. Her ne infâk ederseniz, Allah onu hakkıyla bilir.” (Âl-i İmrân, 92) buyrulmaktadır.]

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:

“Çalışan kimseye, işini bitirince ücreti verilir. Biz, (Ramazan ayındaki) amellerimizi bitirdik. Keşke bilseydim; orucumuz ve namazımız makbul mü olacak, yoksa yüzümüze mi vurulacak?

Keşke bilseydim; aramızda makbul olan kim? Kendisini tebrik ederdik. Reddolunan kimdir? Onun da tâziyesine giderdik.”

[Sâlih amellerin edâsı için gösterdiğimiz gayreti, onların Allah katında makbul olması ve ecrinin korunması için de göstermemiz îcâb eder. Zira bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmaktadır:

“Nice oruç tutanlar vardır ki, oruçlarından kendilerine kalan, kuru bir açlıktan başka bir şey değildir! Geceleri nice namaz kılanlar olur ki, namazlarından kendilerine kalan, yalnız uykusuzluktur.” (İbn-i Mâce, Sıyâm, 21)

Demek ki bir ibadeti zâhiren edâ etmekle iş bitmiş olmaz. Kalbî galatlarla amellerin ziyan edilmesi, yahut gaflet veya ihmâl sebebiyle bir sâlih amelin kaçırılması, ârifler nezdinde dünyevî felâket ve musîbetlerden daha büyük bir kayıp olarak telâkkî edilmiştir.

Nitekim Fadl bin Abbâs -radıyallâhu anh- şöyle der:

“Doğrusu şu insanlara hayret ediyorum; bir çocuğum öldüğünde binlercesi gelip başsağlığı diliyor da, meselâ bir vakit cemaatle namazı kaçırdığım için kimse gelip bana tâziyede bulunmuyor, teessürlerini bildirmiyor.

Yeminle söylüyorum; (mâzeretsiz olarak) bir vakit cemaatte bulunmamam, benim için, yetişmiş, âlim ve sâlih bir çocuğumun ölümünden çok daha büyük bir musîbettir.”

Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, âmâ sahâbî Abdullah ibn-i Ümmi Mektûm -radıyallâhu anh-’ın dahî cemaatle namazdan geri kalmamasını istemiş, ezanı duyduğu takdirde mescide gelmesini emir buyurmuştur.[3]

Öte yandan hangi amelimizin Hak katında kabul edilip hangisinin reddedildiğini kesin olarak bilemeyeceğimiz için, hiçbir amelimize güvenmemeli, dâimâ Rabbimiz’in rahmetine sığınmalıyız. Zira duâlarımız gibi, amellerimiz de Rabbimiz’in kabûlüne muhtaçtır.

Sâlih zâtlar, ibadet ve hizmetlerini büyük bir îtinâ ile îfâ etmelerine rağmen, bunu ebedî kurtuluşları için hiçbir zaman kâfî görmemişlerdir. Amellerini, Cenâb-ı Hakk’ın lûtf u keremiyle kabul buyurması için ilâhî dergâha ilticâ hâlinde olmuşlardır. Nitekim Muallâ bin Fadl g’in buyurduğu üzere;

“Selef-i sâlihîn (yani geçmişteki sâlih zâtlar), idrâk ettikleri Ramazan’ı kabûl buyurması için altı ay boyunca Cenâb-ı Hakk’a duâ ederlerdi.” (Bkz. Kıvâmu’s-Sünne, et-Terğîb ve’t-Terhîb, II, 354)]

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:

“Ramazan ayını, akan gözyaşları ile uğurla. Âh edip inleyerek ham nefsine ağla! Nice oruçlu vardır ki bir daha oruç tutamayacak hâle gelecektir. Nice namaz kılan vardır ki; kıldığından başka namaz kılamayacaktır.”

[Ömür, sağlık, sıhhat, âfiyet, bunların hepsi de mahdut bir müddet için bizlere emânet edilmiş olan fânî nîmetlerdir. Her fânî gibi bunlar da meçhul bir günde sona erecektir.

aO hâlde bu nîmetler elimizden çıkmadan evvel, kulluk vazifelerimize îtinâ gösterelim.

aKulluğumuzu edâ edebilmenin ne büyük bir nîmet olduğunun idrâki içinde bulunalım.

aBir gün ibadet ve tâatleri edâ edemeyecek hâle geleceğimizi sık sık tefekkür edelim.

aBu şuur içinde, hem ibadetlerimizi en güzel kıvamda edâ edelim, hem de bizi buna muvaffak kıldığı için Rabbimiz’e şükredelim…]

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:

“Ey gâfil! Hani senin gözyaşların?.. Tevbeni hangi yıla bırakıyorsun? Gelecek seneye mi?.. Hiç de öyle değil; ömür süreleri senin elinde değil. Onun miktarını bilmek de sana düşmemiştir!

Öyle ümit besleyenler vardır ki; arzusuna kavuşacağını ummuş ama ona ulaşamamıştır…

Niceleri, bayram için koku hazırlamıştır; ama onu kabrinde koklamıştır. Bayramına temiz elbise hazırlayan nicelerine, bu hazırladığı kefen olmuştur…

Niceleri var ki; tuttuğundan başka oruç tutamamıştır. Hâlbuki daha başka Ramazan ayları görüp yine oruç tutmayı umuyordu.

Ey Allâh’ın kulları! Şunu biliniz ki, siz büyük bir aydan ayrılıyorsunuz. Fazîletli, kerîm bir ayı geride bırakıyorsunuz.

Hele bir düşünün; sizden evvel gelip de oruç tutan, namaz kılan ve emirleri yerine getirenler neredeler? (Siz de bir müddet sonra nerede olacaksınız?!.)”

[Ramazân-ı Şerîf, aynı zamanda, ömür takvimi üzerinde tefekkür mevsimidir. Biz de düşünelim ki, geçen Ramazan ayında aramızda olan nice eş-dost, akraba, bu Ramazân-ı Şerîf’te aramızda değiller. Geçen Ramazan, onların son Ramazan’ıydı. Biz de önümüzdeki senenin Ramazan ayında olacak mıyız, meçhul!.. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, namazı son namazımız olabileceği şuuruyla kılmamızı tavsiye buyurduğu gibi, biz de idrâk etmekte olduğumuz bu ayı, son Ramazan’ımız olabileceği şuuruyla, büyük bir uyanıklık, basîret ve teyakkuz içinde değerlendirelim:

  • Bir an evvel, tevbe-istiğfâr ile hâlimizi ıslâha yönelelim.
  • Üzerimizde bir kul hakkı varsa, derhâl ödeyip helâlleşelim.
  • Âhiret azığımız olacak sâlih amelleri, geleceği meçhul yarınlara erteleme gafletinden bir an evvel kurtulalım. Zira “Yarın yaparım diyenler helâk oldu!” denilmiştir. Yarını olmayan bir ebediyet gününün ne zaman başlayacağını bilemiyoruz. Ona her an hazır olmakla mükellefiz.
  • Ramazân-ı Şerîf’in rahmet deryasında bütün varlığımızla yıkanarak menfî hâllerimizi terk edelim, kötü huylarımızdan kurtulalım, günah kirlerinden arınalım.

Zira Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“…Cebrâil -aleyhisselâm- bana göründü ve; «Ramazân-ı Şerîf’e erişip de günahları affedilmeyen kimse rahmetten uzak olsun!» dedi. Ben de «Âmîn!» dedim…” (Hâkim, IV, 170/7256; Tirmizî, Deavât, 100/3545)

Diğer bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulmaktadır:

“…Ramazan’ı idrâk edip de bağışlanamamış olan kimseye yazıklar olsun. Kişi Ramazan’da da bağışlanamazsa, peki ya ne zaman bağışlanacak?!” (İbn-i Ebî Şeybe, el-Musannef, II, 270; Heysemî, Mecma, III, 143)]

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:

“Mü’min kulun bayramı, Rahmân olan Allâh’ın rızâsıdır…

Mü’min kul, bayramına giderken; başında hidâyet tâcı, gözlerinde ibret nazarı, kulaklarında hakkı dinlemek, dilinde tevhid şehâdeti, kalbinde mârifet ve yakîn, boynunda İslâm örtüsü, belinde kulluk kuşağı vardır. Mü’min kulun feyiz kaynağı; mihraplardır, mescitlerdir… Mü’min kulun bayramı; Allah Teâlâ’ya karşı tazarrû ve niyazdır…”

[Bayram, toplumda belli bir kesimin şımarıkça eğleneceği, nefsânî bir rahatlık, zevk u safâ ve keyif günleri değildir. Bayramlar, rûhânî bir sevinç içinde, bir ibadet vecdi ile yaşanmalıdır.

Nitekim bayram gün ve gecelerinde yapılan hamd, şükür, zikir, tesbîh, tekbîr ile ferdî ve ictimâî kulluk tezâhürlerine, Cenâb-ı Hakk’ın müstesnâ mükâfatları vardır.

Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Ramazan ve Kurban bayramı gecelerini, sevâbını Allah’tan umarak ibadetle ihyâ edenlerin kalbi, -bütün kalplerin öldüğü günde- ölmeyecektir.” (İbn-i Mâce, Sıyâm, 68)]

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:

“Bayram denince; güzel şeyler giymek, tatlı yemekler yemek, lezzetlere, eğlenceye dalmak akla gelmemelidir.

Asıl bayram; tâatin makbul olduğunun bilinmesi; günahların ve hataların bağışlandığının anlaşılması; kötülüklerin iyiliğe çevrilmesi; yüksek derecelere ermenin müjdesini almak; iyilik, ihsan ve ikramlara nâil olmaktır.”

[Hak âşıkları nazarında esas bayram; bu fânî âlemdeki ilâhî imtihanlardan muvaffak olmuş bir hâlde, selîm bir kalp, müsterih bir vicdan ve yüz aklığıyla Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna varıldığında tadılacak olan ebedî bayramdır. Nitekim Behlül Dânâ Hazretleri de:

“Gerçek bayram, yeni elbise giyene değil, Allâh’ın azâbından emîn olanadır.” buyurmuştur.

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri bu hususla alâkalı olarak şöyle bir kıssa nakleder:

Bir adam, bayram günü Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın yanına gider. Görür ki; Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- kuru ekmek yiyor. Ona:

“–Bugün bayram olduğu hâlde, sen kuru ekmek mi yiyorsun!?” der. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şu cevabı verir:

“–Bayram o kimse içindir ki; orucu makbul olmuş, çalışması yerinde görülmüş, günahları da bağışlanmıştır. Bugün bize bayramdır, yarın bize bayramdır, Allâh’a âsi olmadığımız her gün bize bayramdır.”

Yani esas bayram, Cenâb-ı Hakk’ın bizden râzı olmasıdır. Böyle bir bayrama nâil olmak için, dünya hayatında kavuştuğumuz bayramları, tatil seyahatlerine çıkma fırsatı olarak değil, din kardeşliğini yaşayacağımız ictimâî ibadet günleri olarak görmemiz gerekir. Gerçek bayram, toplumda sevinç ve tebessümü unutmuş muzdariplerin mahrûmiyetlerini telâfî seferberliğine girmekle idrâk edilebilir. Onların gönüllerini alarak Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına ermekle olur.

Rivâyete göre Mûsâ -aleyhisselâm- bir gün:

“−Yâ Rab! Sen’i nerede arayayım?” diye niyazda bulunmuştu. Allah Teâlâ da:

“−Ben’i kalbi kırıkların yanında ara!” buyurdu. (Ebû Nuaym, Hilye, II, 364)

Bayram, müşterek bir sevinçtir. Tek başımıza bayram namazı kılamayız, kendi kendimizle bayramlaşamayız. Bayram ictimâîleşmedir, diğergâmlıktır, fedakârlıktır. Mü’minin mü’mine zimmetli olduğunun hatırlanmasıdır.

Yine bayram;

  • Sıla-i rahimde bulunmak,
  • Bir vefâ borcu olarak geçmişlerin ruhlarını hayırlarla şâd etmek,
  • Îman kardeşliğini toplum plânında yaşatmak,
  • Dargınlıkları-kırgınlıkları ortadan kaldırmak ve
  • Din kardeşleriyle kaynaşmak gibi nice ictimâî ibadetin îfâ edildiği, müşterek sevinç günleridir.

Dolayısıyla bayram, mü’minin yalnızca kendi saâdet ve mutluluğunu düşüneceği bir tatil günü değildir. Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bir tatili yoktu. Allah yolundaki gayret ve fedakârlıkları, O’nu hiçbir zaman yormadı. Bir hurma ağacının gölgesinde üç gün dinleneyim, buyurmadı. O’nu hayır-hasenatı, gayretleri, tebliği, ibadetleri dinlendiriyor, gönlüne huzur bahşediyordu. Zira bunlar âhiret kazançlarıdır ve; “Esas hayat da âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Rikāk, 1)

İşte bayramlar, bu sûretle idrâk ve ihyâ edilirse, ebedî bayramlara köprü olur. Nitekim Bursevî Hazretleri bu hususta şöyle buyurur:

“Bizim üç bayramımız vardır. Birincisi Ramazan (ve Kurban) bayramıdır. Bu tabîatın, nefsin bayramıdır. İkincisi, kâmil îmanla göçmek şartıyla ölüm bayramıdır. Bu, büyük bir bayramdır. Üçüncü ve en büyük bayram ise âhirette Allâh’ın cemâlinin tecellîsine mazhar olunduğu zamanki bayramdır.”[4]

Velhâsıl esas bayram, îman selâmetiyle verilen bir son nefes bayramıdır, amel defterini sağından alma bayramıdır, Peygamber Efendimiz’in şefaatine erebilme bayramıdır, Sırât’ı geçerek Cehennem’den âzâd olma bayramıdır, Cennet vizesi alabilme bayramıdır ve hepsinden yüce olan, Cemâlullâh’ı temâşâ bayramıdır…]

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:

“Ey Allâh’ın kulları, bir kimse nefsini Ramazan ayında kötülük işlemekten alıkoyduysa, bunu Ramazan’dan sonraki aylarda da sürdürsün. Zira Ramazan ayının da, Ramazan’dan sonraki ayların da Allâh’ı birdir. O, her iki zamana da muttalîdir.”

[Ramazân-ı Şerîf, ömrümüzü nasıl yaşayacağımızı tâlim etmek üzere bize lûtfedilen, senede bir aylık yoğunlaştırılmış bir mektep gibidir. Bu mektepten lâyıkıyla istifâde edebildiğimizin delili, onda kazandığımız güzel hasletleri Ramazan sonrasında da, hattâ ömür boyu devam ettirebilmemizdir.

Zira müslümanlık, belli zamanlara has bir merâsim değil, ömürlük bir takvâ hayâtıdır. Namaz ve oruç gibi ibadetler belli bir sürede edâ edilir ve bitirilir. Fakat ubûdiyet, yani kulluk ise son nefese kadar, molasız, tatilsiz, fâsılasız devam etmelidir.

Ayrıca ilâhî rahmet, her an tecellî hâlindedir. Mühim olan, ona ulaştıracak vesîlelerin arayışı içinde yaşayabilmektir. Bunun içindir ki; “Her geceni Kadir, her geçeni Hızır bil!” denilmiştir.

Dolayısıyla Ramazân-ı Şerîf’te kulluk vazifelerimize ihtimam gösterip sonraki aylarda rehâvete kapılmak, mü’mine yakışmaz. Nitekim Rabbimiz böyle bir yanlışa sürüklenmekten îkaz sadedinde;

“…İpliğini kuvvetlice büktükten sonra çözen kadın gibi olmayın!..” (en-Nahl, 92) buyurmaktadır. Rivâyete göre bu kadının adı Rayta binti Sa‘d idi. Aklî melekeleri yerinde olmayan bu kadın, gün boyu ip büker, sonra da onu bozardı. Dolayısıyla bütün gününü boşa harcamış olurdu. Onun bu hâli, kulluk vazifelerini belli bir zaman îfâ edip sonrasında o güzel hasletleri kaybetmekten sakınmak husûsunda, Kur’ânî bir misâl oldu.

Demek ki aklı başında her mü’min, kulluk hayatında böyle bir vaziyete düşmekten sakınmalıdır. Çünkü örmek zordur, çözmek kolaydır; inşâ etmek zordur, yıkmak kolaydır. İnşâsı seneler süren bir âbideyi, bir dozer, bir günde yerle bir ediverir.

Dolayısıyla Ramazân-ı Şerîf’te edindiğimiz kulluk disiplinini, kazandığımız kalbî hassâsiyetleri muhâfaza ederek bir dahaki Ramazan’a aynı gönül feyziyle ulaşmamız ve böylece bütün bir ömrü, âdeta bir Ramazan ikliminde geçirmemiz îcâb eder.]

Cenâb-ı Hak, Ramazân-ı Şerîf rûhâniyeti içinde bir ömür yaşayıp ebedî saâdet müjdeleriyle gelen bir son nefes bayramına erebilmeyi, cümlemize lûtfeylesin.

Bilhassa bu mübârek günlerde, bütün yeryüzündeki mazlum din kardeşlerimizin ıztıraplarını daha derinden duyabilmeyi, gönüllerimizi onları kucaklayan bir rahmet dergâhı hâline getirebilmeyi, hem maddî yardımlarımızla hem de kalbî duâlarımızla onların yaralarına merhem olabilmeyi, bizlere nasîb eylesin. Asrımızın bîçâre ve muzdarip İslâm âlemine, hakîkî bir bayram sevinci ihsan buyursun.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] el-Kadr, 3.

[2] İbn-i Mâce, Zekât, 21.

[3] Ebû Dâvûd, Salât, 46/553.

[4] Bursevî, Rûhu’l-Beyân, c. II, s. 200, Erkam Yayınları.