Abdülkâdir Geylânî (rahmetullâhi aleyh) -4-

Hak Dostlarından Hikmetler

2018 – Nisan, Sayı: 386, Sayfa: 032

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:

“Bütün varlığınla Rabbine yönel. Yarın endişesini, dünün yanına terk et. Zira muhtemeldir ki yarın geldiği zaman, sen ölmüş olabilirsin.”

[Hâfız-ı Şîrâzî; “İnsan; birkaç damla kan, binbir endişedir!” der. Hakîkaten insan, beden olarak et ve kemikten ibaret. Fakat rûhen; binbir endişe yumağı. Rızık endişesi, sıhhat endişesi, istikbâl endişesi, bitmek-tükenmek bilmeyen hayaller, plânlar, emeller… Hâlbuki ecel gelip çattığında, hepsi bir anda bıçak gibi kesilecek, âdeta kaybolan gölgelere dönüşecek.

O hâlde insan, ne dünya rüyasında bulduğu definelere aldanmalı, ne düştüğü fakr u zarûrete yanmalı, ne de gelgeç sevdâlar uğruna ebedî hayatını hüsrâna çevirmeli. Fânî dünyayı, dâimâ ebediyet ufkundan seyretmeli. Kalbini fânî endişelerin kafesi yapmayıp her ânını Hakk’a tevekkül ve teslîmiyet ikliminde değerlendirerek huzura kavuşmalı…

Geçen zamanı geri almak mümkün olmadığı gibi, yarına çıkıp çıkamayacağımız da meçhul. Nitekim dün hayatta olan niceleri, bugün berzah âlemindeler. Bu bakımdan, yanlışlara tevbe etmek için, gün bu gündür. Sâlih amellere koşmak için de fırsat bu fırsattır.

Bunun içindir ki; “yarın yaparım diyenler helâk oldu” denilmiştir. Yarını olmayan bir günün her an gelebileceğini, hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmayalım…

Bir kabristana gitsek, orada kendimizden daha küçük yaşta vefat etmiş nicelerinin mezar taşlarına rastlayabiliriz. Dolayısıyla ölümün yaşı yoktur, herkes ölebilecek yaştadır. Ölüme her an hazırlıklı olmak şarttır.

Hamd olsun ki yeni bir üç aylar mevsimine girmiş bulunuyoruz. Bu mübârek zamanın kıymetini iyi takdir etmeliyiz. Zira geçen sene aramızda bulunan eş-dosttan bir kısmı bu sene aramızda değil. Gelecek sene acaba biz de var mıyız, yok muyuz, meçhul. Dolayısıyla bu üç ayların, son üç aylarımız olabileceği şuuruyla en güzel şekilde ihyâsına gayret etmeliyiz.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; “…Namaza durduğunda sanki son namazın gibi kıl…”[1] buyurduğu gibi; biz de içinde bulunduğumuz bu mübârek mevsimi sanki son üç aylarımızmış gibi ihyâ edelim.

Hak dostu Rebî bin Haysem’in şu hâli, zamanın kıymetini takdir etme hususunda ne kadar ibretli bir nefis muhâsebesi misâlidir:

Rebî bin Haysem -rahmetullâhi aleyh-, bahçesine bir mezar kazmıştı. Kalbinin katılaştığını hissettiği zamanlarda bu kabre girer, bir müddet orada kalırdı. Bir gün mutlakâ dünyaya vedâ edeceğini ve mezarda bir istiğfar ve sadakaya muhtaç vaziyette kalacağını tefekkür eder, âhiretteki hesabı düşünerek derin bir muhâsebe iklimine girerdi. Daha sonra;

“Nihâyet onlardan birine ölüm gelip çattığında: «Rabbim! Beni geri gönder; tâ ki boşa geçirdiğim dünyada sâlih ameller işleyeyim.» der…” (el-Mü’minûn, 99-100) âyetlerini okurdu.

Rebî Hazretleri mezardan çıkınca da kendi kendine:

“–Ey Rebî! Bak, bugün geri çevrildin. Bu talebinin kabûl edilmeyeceği, dünyaya geri gönderilmeyeceğin bir vakit de gelecektir. Şimdiden tedbirini al ve sâlih amellerini, Allah yolundaki gayretlerini ve âhiret hazırlıklarını artır.” derdi.

İmâm Gazâlî Hazretleri’nin şu îkazları da çok ibretlidir:

“Oğul! Farzet ki bugün öldün. Hayatında geçirdiğin gaflet anlarına ne kadar üzüleceksin. Âh, keşke diyeceksin. Lâkin heyhât! (Geri dönüş, artık söz konusu değildir!)”

“Her mü’min, sabah namazını kıldıktan sonra kendisine şu hatırlatmalarda bulunmalı:

«–Benim sermayem ömrümdür. Ömrüm gidince sermayem de gider ve artık kazanma imkânım kalmaz. Bu başlayan gün, yeni bir gündür. Allah Teâlâ bugün de bana müsâade ederek ikramda bulundu. (Hayat takviminden yeni bir sayfa daha açtı.) Eğer canımı alsaydı, elbette bir günlüğüne de olsa dünyaya geri gönderilip çokça sâlih ameller işlemeyi temennî edecektim.

Şimdi farzet ki öldün ve bir günlüğüne dünyaya dönmene izin verildi. O hâlde bugün günahlara kat’iyyen yaklaşma! Sakın ola ki bugünün bir ânını bile boşa geçirme. Zira her nefes, paha biçilemeyen bir nîmettir.”

Hakîkaten ömür, bir defalığına verilmiş bir mühlettir. Ne tekrarı vardır, ne de telâfisi… Bir kez elden kaçtı mı, bir daha aslâ geri gelmez. İnsan bütün maddî servetini verse, Cenâb-ı Hakk’ın takdir ettiği ecel vaktini bir saniye bile erteleyemez. Bu yüzden en büyük israf, zamanın israfıdır.

Nitekim kula emânet edilen zaman sermayesi tükenip son nefes verildikten sonra, bilhassa gaflet ehlini büyük bir pişmanlık saracak. Âyet-i kerîmelerde bu nedâmet hâlinden birkaç manzara şöyle bildirilmektedir:

“Herhangi birinize ölüm gelip de:

«–Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de, sadaka versem ve sâlihlerden olsam!» demeden evvel, size rızık olarak verdiğimiz şeylerden infâk edin.” (el-Münâfikûn, 10)

“Onlar orada (âhirette) imdâd istemek için;

«–Ey Yüce Rabbimiz! Ne olur, bizi buradan çıkarıp dünyaya geri gönder de, daha önce yaptıklarımızdan başka, sâlih ameller yapalım!» diye feryâd ederler.

Allah Teâlâ onlara şöyle buyurur:

«–Biz size, düşünüp ibret alacak ve hakîkati görecek kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi? Hem size peygamber de gelip îkazda bulundu. Öyleyse tadın azâbı!..” (Fâtır, 37)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de:

“–Ölüp de pişmanlık duymayacak hiçbir kimse yoktur.” buyurmuştu.

“–O pişmanlık nedir yâ Rasûlâllah?” diye soruldu.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu cevabı verdiler:

“–(Ölen), muhsin (ihsan sahibi, hayır ehli, sâlih) bir kişi ise, bu hâlini daha fazla artıramamış olduğuna; şayet kötü bir kişi ise, kötülükten vazgeçerek hâlini ıslah etmediğine pişman olacaktır.” (Tirmizî, Zühd, 59/2403)

Yani her insan son nefesinden sonra; “keşke şu yanlışı yapmasaydım, keşke şu hayrı da işleseydim” diye pişmanlıkla dizini dövmek ister. Lâkin heyhat!.. Artık ne el kalmıştır ne de diz!..

Bu hakîkati ancak o gün idrâk edebilenlere ne yazık! Bugünden idrâk edip âhiret hazırlığıyla meşgul olabilenlere de ne mutlu!..

Nitekim bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmaktadır:

“Akıllı (insan), nefsine hâkim olup onu hesâba çekerek ölümden sonrası için çalışandır. Ahmak ise nefsini hevâsına tâbî kıldığı hâlde, Allah’tan (âhirette hayır) umandır.” (Tirmizî, Kıyâmet, 25/2459)

Cenâb-ı Hak Asr Sûresi’nde:

“Asra (zamana) yemin ederim ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak îmân edip sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnâdır.” (el-Asr, 1-3) buyurmaktadır.

Zamana yemin ile başlayan bu sûrede; îman, sâlih amel, hakkı ve sabrı yaşayıp tavsiye etmekle değerlendirilmeyen zamanların, israf edilmiş olduğu ve ağır bir hüsrâna sebebiyet vereceği bildirilmektedir. Bununla birlikte, zamanı hakkıyla değerlendiren kullardan istisnâ kaydıyla bahsedilmesi de, insanların çoğunun bu hususta gaflet içinde bulunduklarına işaret etmektedir.

Nitekim Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bu hakîkati şöyle ifade buyurmuştur:

“İki nîmet vardır ki, insanların çoğu bu nîmetleri kullanmakta aldanmıştır: Sıhhat ve boş vakit.” (Buhârî, Rikāk, 1)

Diğer bir hadîs-i şerîfte ise şöyle buyrulmaktadır:

“Kıyâmet gününde dört şeyden sorgulanmadıkça, kulun ayakları yerinden kımıldamaz:

  1. Ömründen; onu ne ile yok etti?
  2. Gençliğinden; onu nerede çürüttü?
  3. Malından; onu nereden kazandı ve nereye sarf etti?
  4. İlminden; onunla ne yaptı?” (Tirmizî, Kıyâme, 1)

İslâm âlimleri, ilâhî hesâba mevzu olan en mühim nîmetlerin neler olduğu hususunda farklı îzahlarda bulunmuşlardır:

İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh- bunların, “emniyet, sıhhat ve boş vakit” olduğunu söylemiş;

Muâviye bin Kurre -rahmetullâhi aleyh- de, “Kıyâmet günü en şiddetli hesap, boş vaktin hesâbıdır.” buyurmuştur. (Bursevî, X, 504)

Öyleyse hâlimizi ciddiyetle gözden geçirelim:

Geçen zamanlarımız, ne kadar Allâh’ın rızâsına muvâfık hâl ve davranışlar içinde geçti? Televizyon ve internet başında, oyun ve eğlencede, faydasız, boş ve mâlâyânî meşguliyetlerde, bilhassa moda ve marka düşkünlüğüyle yapılan lüzumsuz alışverişlerde, lüks, israf ve gösteriş dolu merasimlerde, Allâh’ın râzı olmadığı işlerde kaybettiğimiz vakitlerimiz var mı? Varsa bunların telâfisi için ne yapıyoruz? Şimdiki zamanımızı ne kadar tevbe-istiğfâr ile, zikrullâh ile, Kur’ân-ı Kerîm ile, sâlih amellerle, Allah yolundaki gayret ve fedakârlıklarla bir ebediyet kazancına çevirebiliyoruz?..

Bilhassa ilâhî rahmetin âdeta tuğyân ettiği üç aylara girdiğimiz şu mübârek günleri, bu hususta kendimize yeni bir milât ve fırsat bilelim. Unutmayalım ki, Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri’nin dediği gibi;

“Dünyanın bir günü, âhiretin bin yılından hayırlıdır. Zira kazanç ve kayıp keyfiyetleri sadece bu dünyaya âittir. Âhirette artık kazanmak veya kaybetmek yoktur.”]

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:

“Ey oğul! Allah se­ni bâzı be­lâ­la­ra dû­çâr eder. Bu­nun se­be­bi şu­dur: Aca­ba se­bep­le­re da­ya­nıp O’nun ka­pı­sı­nı terk mi ede­cek­sin, yok­sa O’nun ka­pı­sı­na mı ya­pı­şa­cak­sın? Aca­ba zâ­hi­re mi da­ya­na­cak­sın, yok­sa bâ­tı­na mı? Aca­ba id­râk edi­le­ne mi gü­ve­ne­cek­sin, yok­sa id­râk edi­le­me­ye­ne mi? Aca­ba gö­rü­ne­ne mi yö­ne­le­cek­sin, yok­sa gö­rün­me­ye­ne mi?.. Sa­na ve­ri­len mâ­ri­fet, hü­ner ve mu­vaf­fa­kı­yet­le­ri, nef­sin­den mi bi­le­cek­sin, Hak’tan mı?..”

[Mânevî terakkînin şartı; sabır süzgecinden geçmek, çile ateşinde pişmek, şikâyet ve sızlanmayı unutarak Allah yolunda başa gelen belâlara sabırla tahammül etmektir.

Hikmet nazarıyla bakmasını bilene, belâ ve musîbetler birer tezkiye/arınma ve mânen ilerleme vesîlesidir. Tıpkı sahillerdeki taşlar gibi. Asırlarca dalgaların dövdüğü taşlar, bu sayede pürüzlerinden kurtulmuş, granit gibi de sağlamlaşmıştır. Tıpkı bunun gibi, ilâhî imtihan tecellîleriyle mânen olgunlaşan gönüller de, müstesnâ bir metânet, dirâyet ve letâfet kazanırlar.

Mevlânâ Hazretleri ne güzel buyurur:

“Senin iç dünyan bir misafirhâne gibidir. Sevinçler de kederler de gelip geçicidir. Ne sevinçlere aldan, ne de gamları dert edin! Gamlar sevincine mânî olursa üzülme! Çünkü gamlar, -sabredersen- senin için sevinç ve neşe hazırlamaktadır.”

“Her zahmete kızmakta, öfkelenmektesin. Her terbiyesize kin gütmektesin. Peki ama cilâlanmadan nasıl ayna olacaksın?..”

Demek ki hayat ve hâdisâta hikmet ve ibret nazarıyla bakmasını bilen ârifler, belâ ve musîbetlerin -sabredildiği takdirde- nefsin tezkiyesine, kalbin mânen merhale katetmesine vesîle olduğunu görürler. Buna mukâbil, belâ ve musîbetlerdeki ilâhî murâdı sezemeyip şikâyet ve isyana sürüklenenler ise, hem nefislerinin hamlığından, hem de hüsrâna dûçâr olmaktan kurtulamazlar.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile deneriz. (Ey Peygamber!) Sabredenleri müjdele!” (el-Bakara, 155)

Sabrın dünyevî tarafı acıdır, fakat uhrevî meyvesi çok tatlıdır. Sabrın sonundaki müjdeye nâil olmak, ilâhî imtihanları mânevî bir kazanç fırsatı olarak görmesini bilen ârif gönüllerin kârıdır.

Nitekim diğer bir âyet-i kerîmede de şöyle buyrulmaktadır:

“…Sizin için daha hayırlı olduğu hâlde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu hâlde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (el-Bakara, 216)

Kul, gaybı bilmekten âcizdir. Dolayısıyla nefse ağır gelen ve zâhiren kahır gibi görünen hâl ve hâdiselerde, nice ilâhî lûtfun gizli olabileceğini düşünüp her hâlükârda Cenâb-ı Hakk’a hamd, şükür ve rızâ hâlini korumak îcâb eder. Zira bu âlemde hiçbir hâdisat ve vukuat hikmetsiz değildir. En ağır çile ve iptilâlar, Cenâb-ı Hakk’ın en sevgili kulları olan peygamberlerin, evliyânın ve derecelerine göre sâlih kulların başından geçmiştir. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de:

“…Allah yolunda hiç kimsenin görmediği eziyetlere mâruz kaldım…” buyurmuştur. (Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472)

Unutmayalım ki “İslâm”, teslîmiyet kökünden gelir. Buna göre gerçek müslüman, Cenâb-ı Hakk’ın acı-tatlı her türlü takdîrine rızâ gösterip O’nun murâdına cân u gönülden teslîm olan kimsedir.

Ömer bin Abdülazîz Hazretleri’ne;

“–Efendim, siz daha ziyade neyi seversiniz?” diye sorulduğunda;

“–Benim sevincim, yalnız mukadderâtımadır. Ben Allah Teâlâ’nın benim hakkımdaki her hükmünü severim…” cevabını vermiştir.

Demek ki Cenâb-ı Hakk’ın bizim hakkımızdaki takdîrine rızâ göstermeliyiz ki O da bizden râzı olsun. Bu hususta Abdülkâdir Geylânî Hazretleri’nin naklettiği şu menkıbe ne kadar ibretlidir:

Adamın biri, bir köle satın almıştı. Köle, takvâ sahibi, sâlih bir mü’min idi. Efendisi onu alıp evine götürünce, aralarında şöyle bir konuşma geçti:

Efendi:

“–Benim evimde neler yemek istersin?”

Köle:

“–Ne verirsen onu.”

“–Nasıl elbiseler giymek istersin?”

“–Ne giydirirsen onu.”

“–Evimin hangi odasında kalmak istersin?”

“–Hangi odada kalmamı istersen orada.”

“–Evimin hangi işlerini yapmak istersin?”

“–Hangi işleri yapmamı istersen onları.”

Bu son cevâbın ardından, efendi bir müddet tefekküre daldı ve gözlerinden süzülen yaşları silerken şöyle dedi:

“–Keşke ben de kulu olduğum Rabbime böyle teslîm olabilseydim. O zaman ne mutlu olurdum!..”

Bu arada köle dedi ki:

“–Ey benim efendim! Efendisinin yanında, kölenin irâde ve ihtiyârı olur mu?..”

Bunun üzerine efendi:

“–Seni âzâd ediyorum. Allah için hürsün. Fakat benim yanımda kalmanı da arzu ediyorum. Tâ ki canım ve malımla sana hizmet edeyim. (Zira sen bana kulluk âdâbına dâir büyük bir ders verdin.)” dedi.

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri bu kıssanın akabinde buyurur ki:

“Kim ki Allâh’ı hakkıyla tanır, O’na gerçek bir muhabbetle teslîm olur, O’nun kendisi için takdîr ettiği hâle rızâ gösterirse, onda ne irâde kalır ne de ihtiyâr. O artık yalnız şöyle der:

«–Allah’tan (O’nun murâdı dışında bir) istekte bulunmak benim neyime?!»”[2]

Velhâsıl Cenâb-ı Hakk’ın kullarına takdîr ettiği acı-tatlı bütün imtihan tecellîleri; aslında îman ve kulluktaki samimiyet, sadâkat, tevekkül ve teslîmiyetimizin test edilmesinden başka bir şey değildir.

Ne mutlu bu hakîkatin farkında olup her hâlükârda hamd, şükür ve rızâ safında yer alan sâlih mü’minlere! Ne mutlu bütün nîmet ve muvaffakıyetleri Allah’tan bilip şükreden, hatâ ve kusurlarıysa nefsinden bilip ilâhî af dergâhına ilticâ hâlinde yaşayan ârif gönüllere!..

Nitekim ârifler sultânı Mevlânâ Hazretleri, Hakk’a kulluğun aşk, vecd ve heyecanı içinde şöyle der:

“Ben kul oldum, kul oldum, kul oldum! Ben âciz kul, kulluğumu îfâ edemediğimden utandım ve başımı önüme eğdim…”

“Her köle âzad edilince sevinir. İlâhî! Ben ise, Sana kul-köle olduğum için sevindim…”]

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:

“Ey Allah yolunda güzel ameller işlemek isteyen kişi! İhlâslı ol! Aksi hâlde, boşuna yorulmuş olursun.”

[Kalbin ameli olan ihlâs, amellerin en mühim kabûl şartıdır. Bir kul, ibadet ve sâlih amelleri bütün zâhirî şartlarına riâyet ederek îfâ etse, fakat kalbindeki niyet hâlis olmasa, bütün o gayretleri boş bir yorgunluktan ibaret kalır. Nitekim Allah rızâsı yerine dünyevî ve nefsânî menfaatler için çalışıp bitkin düşen gâfiller hakkında âyet-i kerîmede; عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ : Çalışmış, fakat boşuna yorulmuş.” (el-Ğâşiye, 3) buyrulmaktadır.

Yani Hakk’a kulluk niyetiyle îfâ edilmesi gereken amellere, riyâ ve emsâli bir niyet karıştığında, o artık Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı yerine, gazabına sebep olan ağır bir cürme dönüşür. Zira tevhid akîdesinin ortaklığa tahammülü yoktur.

Bu hakîkati ifade eden şu hadîs-i şerîf, ne kadar da ibretlidir:

“Kıyâmet gününde aleyhinde ilk hükmedilen insanlar şunlardır:

Birincisi şehîd edilen kimsedir. O, Allâh’ın huzûruna getirilir. Allah ona bahşettiği nîmetleri anlatır. O da, bunları îtirâf eder. Cenâb-ı Hak:

«–Öyleyse bunlara karşı ne yaptın?» diye sorunca adam:

«–Yâ Rabbi! Senʼin uğrunda şehîd edildim.» der.

Allah Teâlâ buyurur ki:

«–Yalan söyledin! Sen, yalnızca korkusuz ve cesur denilsin diye harbettin. Gerçekten öyle de denildi.»

(Sonra) onun hakkında emredilir ve ateşe atılıncaya kadar yüzüstü sürüklenir.

İkincisi; ilim öğrenen, başkalarına da öğreten, ayrıca Kur’ân da okuyan adamdır. O huzûra getirilir. Allah kendisine olan nîmetlerini anlatır. O da îtirâf eder. Cenâb-ı Hak:

«–Bunlara karşı ne yaptın?» diye sorunca adam:

«–İlim tahsil ettim. Onu başkalarına da öğrettim. Senʼin uğrunda Kur’ân da okudum.» der.

Allah Teâlâ buyurur ki:

«–Yalan söyledin! Sen ilmi, ancak âlim denilsin diye öğrendin; Kur’ânʼı da ancak, o kārîdir, kıraat ehlidir denilsin diye okudun. Gerçekten, öyle de denildi.»

Sonra hakkında emrolunur ve ateşe, yani Cehennem’e atılıncaya kadar yüzüstü sürüklenir.

Üçüncüsü; Cenâb-ı Hakk’ın kendisini (imkân bakımından) genişlettiği, malın her çeşidinden verdiği adamdır. O getirilir. Allah ona verdiği nîmetlerini anlatır. O da bunları îtirâf eder. Cenâb-ı Hak:

«–Öyleyse bunlara karşı ne yaptın?» diye sorunca adam:

«–Hakkında infâk edilmesini emir buyurduğun hiçbir yol bırakmadım. Malımı ancak Senʼin yolunda harcadım.» der.

Cenâb-ı Hak buyurur:

«–Yalan söyledin! Onları ancak, cömerttir denilesin diye yaptın. Nitekim öyle de denildi.»

Sonra hakkında emredilir ve Cehennem’e atılıncaya kadar yüzüstü sürüklenir.” (Müslim, İmâre, 152)]

Cenâb-ı Hak, ibadet ve sâlih amellerimize, fânî ve nefsânî niyetler karıştırmaktan, bilhassa da kibir ve riyâdan cümlemizi muhâfaza eylesin. Kalplerimizi dâimâ ilâhî rızâsıyla te’lif buyursun. Bizleri, ihlâsa erdirip ihlâsını da koruduğu sâlih kullarının zümresine lûtf u keremiyle ilhâk eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] İbn-i Mâce, Zühd, 15.

[2] Abdülkâdir Geylânî, el-Fethu’r-Rabbânî, (Abdülkâdir Geylânî’nin Sohbetleri), İstanbul 1987, s. 421.