Abdülkâdir Geylânî (rahmetullâhi aleyh) -14-

Hak Dostlarından Hikmetler

Altınoluk Dergisi, 2019 – Eylül, Sayı: 403, Sayfa: 032

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:

“Ey oğul! Gâfil kişilerle arkadaşlık etmen, sâlih kişiler hakkında seni sû-i zanna düşürür. Hep gaflete dalan kimselerle beraber oldukça, hayırlı ve sâlih kişiler seni de kötü biri olarak görürler. Ayrıca sen de, kendileriyle arkadaşlık etmiş olduğun gâfil kimselerin tesiriyle, sâlih ve hayırlı kişiler hakkında yanlış düşüncelere kapılabilirsin. Bu itibarla, şer ehliyle düşüp kalkma!”

[Muhabbet ve ülfet, kalpler arasında yakınlık peydâ eder. Bu yakınlık da, zamanla aynîleşmeye götürür. Nitekim hadîs-i şerîfte:

“Kişi dostunun dîni üzeredir. Onun için her biriniz kiminle dostluk ettiğine dikkat etsin!” buyrulmuştur. (Ebû Dâvûd, Edeb, 16/4833)

Dolayısıyla kötü kimselerle dostluktan ve günahların işlendiği mekânların civârında dolaşmaktan, titizlikle sakınmak îcâb eder. Zira şer ehlinin çirkinliklerine bulaşılmasa bile, onların yakınında bulunmak, en azından töhmete sebebiyet verir.

Câfer-i Sâdık Hazretleri der ki:

“Babam beni üç şeyle terbiye etti. Bana dedi ki:

  • Oğlum! Gâfil ve fâsık arkadaşla beraber olan, selâmette olmaz.
  • Günah işlenen yerlere girip çıkan, zan altında kalır.
  • Diline sahip olmayan, pişman olur!”[1]

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri de gâfil ve fâsık kimselerle ülfet ve yakınlığın, kişinin mâneviyâtına zararı hususunda şu misâli verir:

“Kumarbazlarla oturup kalkan kimse, belki kumar oynamaz. Böylece kendisini kirlenmemiş zannedebilir. Lâkin kumarbazlarla beraber olduğu müddetçe, onlardan menfî tesir alarak, kumar oynamayı zamanla hoş görmeye başlar. Bu ise mânevî bir yıkımdır.”

Zira böyle bir durum, kişinin zaman içinde günahları hafif görmesine ve o yanlışlardan sakınma hassâsiyetini kaybetmesine sebebiyet verir.

Meselâ Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede;

“Zinâya yaklaşmayın!..” (el-İsrâ, 32) buyurur. Çünkü yaklaşanın, iffet duygusu bozulacağı için, o günaha düşmesi kuvvetle muhtemeldir.

Gâfilâne bir şekilde uçurumların kenarında dolaşanların, er ya da geç, ayaklarının kayıp aşağıya yuvarlanacakları mâlumdur. Bu itibarla insanları mânen ayak kaymalarına sürükleyen tesirlerin en başında da, günah ve şer ehliyle yakınlık ve onlarla ülfet etmek gelir. Gâfil ve fâsıkların zâhiren iyilik gibi görünen davranışları bile, ona muhatap olanların mâneviyâtına zarar verir. Nitekim bu hikmete binâen bir hadîs-i şerîfte:

“Allâh’ım! Hiçbir fâcirin iyiliğini bana nasîb eyleme ki kalbimde ona karşı bir muhabbet uyanmasın!” buyrulduğu bildirilmektedir.[2]

Velhâsıl, nasıl ki tıpta “koruyucu hekimlik” gereği, hastalığa yakalanmamak için mikroplu mekânlardan uzak durmak, temizliğe dikkat etmek, virüslere karşı vücudun savunma sistemini güçlü tutmak, birer önleyici tedbir olarak şart ise; bir müslümanın da, günahlara ve şer ehline karşı, bilhassa da günümüzün en yaygın âfetlerinden olan televizyon, internet ve modaların menfî tesirlerine karşı, buna benzer bir sakınma duygusuna sahip olması şarttır.]

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:

“Menfaat düşünceleriyle dâimâ insanlara yönelmek, Cenâb-ı Hak’tan tamamen yüz çevirmek demektir. Kalbinden Allâh’a ortak yaptıklarını çıkarıp atmadıkça, sebeplere dayanıp güvenmekten sıyrılmadıkça, faydanın da zararın da insanlardan geldiği görüşünü terk etmedikçe, senin için kurtuluş yoktur…”

[Cenâb-ı Hak, kullarını hayır ve şer, sürur ve keder, saâdet ve musibet tecellîleriyle sürekli imtihan etmektedir. Lâkin sebepler âleminde yaşadığımız için, bütün bunları mahlûkâtı vâsıtasıyla gerçekleştirmektedir.

Mü’min; acı-tatlı, iyi-kötü, karşılaştığı bütün ahvâlde, bunların ilâhî bir imtihan olduğunu bilip, bu imtihanlardan kazançlı çıkmaya gayret etmelidir. Bunun içindir ki evvelâ, her oluşun sebepleri ardındaki asıl sebep olan murâd-ı ilâhîye dikkat etmelidir. Nitekim ârif zâtlar;

Ne kahrı dest-i âdâdan, ne lûtfu âşinâdan bil,

Umûrun Hakk’a tefvîz et, Cenâb-ı Kibriyâ’dan bil.

Yani “Ne kahrı düşman elinden, ne de lûtfu dostundan bil. İşlerini Allâh’a ısmarla, kahrın da lûtfun da O’nun birer imtihanı olduğunu iyi bil.” demişlerdir.

Mü’min düşünecek ki, bütün insanlar bir araya gelip mânî olmaya kalksalar, Allâh’ın takdîr ettiği bir hayrı, kendisinden uzaklaştıramazlar. Yine bütün insanlar birlik olsalar, Allâh’ın takdîr ettiği bir şerri de kendisinden savamazlar. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:

“Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu yine O’ndan başka giderecek yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse, O’nun keremini geri çevirecek de yoktur. O, hayrını kullarından dilediğine eriştirir. Ve O çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Yûnus, 107)

Dolayısıyla, nîmetin de külfetin de Cenâb-ı Hakk’ın kudret elinde olduğunu bilen bir mü’min, onların sebep ve vâsıtaları hükmünde olan fânî varlıklara takılıp kalmaz. Nîmetin kendisine ulaşmasına vesîle olana teşekkür eder, lâkin nîmetin asıl sahibinin Allah olduğunu bilip O’na hamd ve şükreder. Rızka takılıp Rezzâk’ı unutmaz.

Şahsına karşı bir hatâ veya kusur işlendiğinde, onları da Allah için hoş görür. Allâhʼın kullarını affede affede, ilâhî affa lâyık hâle gelmeye çalışır. Hangi musîbetle imtihan edilirse edilsin, isyana düşmek yerine, her hâlükârda sabır ve rızâ göstererek;

“–Bu bana Rabbimden gelen bir imtihandır, ben O’nun takdîrine râzıyım, yeter ki O da benden râzı olsun.” der.

Böylece sebeplere takılmanın mânevî kayıplarından kurtulduğu gibi, her hâlükârda Cenâb-ı Hakk’a yönelmenin de ecrine nâil olur. Yani hayırdan da kazanır, şerden de… Tıpkı şu hadîs-i şerîfte buyrulduğu gibi:

“Mü’minin durumu gerçekten gıpta edilmeye ve hayranlığa değer. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır vesîlesidir. Böylesi bir haslet, sadece mü’minde vardır: Mü’min, sevinecek olsa şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir belâ gelecek olsa sabreder; bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd, 64)

Demek ki herhangi bir nîmet veya muvaffakıyete eriştiğimizde şımarmayacağız. Kulluğumuzu, hiçliğimizi ve âcizliğimizi unutmayacağız. Gurur, kibir ve enâniyete kapılmayacağız. Haddimizi aşmayacağız, ilâhî hudutların dışına taşmayacağız.

Buna mukâbil, bir belâ ve musibetle imtihan edildiğimiz zaman da ümitsizlik ve karamsarlığa kapılmak yerine, bunun bir tezkiye ve terfî-i derecât, yani günahlara kefâret ve Hak katındaki derecenin yükselmesine vesîle olduğunu düşüneceğiz.

Nitekim hayat rehberimiz olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; muvaffakıyette de mahrûmiyette de, sevinçte de ıztırapta da, saâdette de felâkette de dâimâ;

“Allâh’ım! Esas hayat, âhiret hayatıdır.”[3] niyâzında bulunurdu. Böylece ümmetini, zor zamanlarda bedbinlik ve isyana düşmekten, rahatlık zamanlarında da gaflet ve rehâvete kapılmaktan îkaz buyururdu. Dünyevî safâların da cefâların da geçici olduğunu hatırlatıp bunlara aldanmamak gerektiğini telkin ederdi.]

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:

“İbrahim -aleyhisselâm- daha yola çıkmadan önce kendine dost edinmişti. Evden önce komşuyu bulmuştu. Yalnızlıktan önce arkadaşa sahip olmuştu. Hastalıktan önce ilâcı, belâdan önce sabrı, kazâ gelmeden rızâyı tedârik etmişti…

Yolunuzu İbrahim -aleyhisselâm-’dan öğrenin! Gerek sözlerinde, gerekse fiillerinde ona uyun!..”

[Allah ile dost olana, hiçbir belâ ve musibetten zarar yoktur. Nitekim âyet-i kerîmede:

“Bilesiniz ki, Allâh’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de.” (Yûnus, 62) buyrulmaktadır.

Bunun zıddına, Allah’tan mahrum olana, bütün fânî dünya verilse, o yine de zarardadır.

Merhum Necip Fâzıl’ın dediği gibi;

“O ki Allah (ile beraberliğin huzurun)a mâliktir, neden mahrumdur?! O ki Allah’tan mahrumdur neye mâliktir?!.”

Yani Allah ile beraber olan bir gönle, hiçbir mahrûmiyetin ziyânı yoktur. Fakat bir gönül Allah’tan gâfilse, hiçbir varlık, ondaki bu boşluğu dolduramaz. Bunun içindir ki Allah’tan uzak ömür süren gâfillerin dünyalık sarayları, canlı cenazelerin âile kabristanları gibidir. Allah’tan uzak gönüller, karanlık birer vîrâneden farksızdır.

Velhâsıl dünya, bir imtihan yurdudur. Lûtufta şımarmamak, kahırda bunalmamak için, yani her hâlükârda istikâmeti muhafaza edebilmek için, kalbin dâimâ Allah ile beraber olması şarttır. Bunun en güzel yolu ise zikirdir. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:

“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28)]

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:

“Her kap, içinde ne varsa dışarıya onu sızdırır. Senin amellerin; inançlarının delilleri, şâhitleri ve aynalarıdır. Dışın; içinin bir delilidir, şâhididir, aynasıdır… Zâhir, bâtının göstergesidir.”

[Nasıl ki insanın ruh ve beden olmak üzere iki yönü varsa, dînî hayatın da zâhir ve bâtın cihetleri bulunmaktadır. Bu ikisi, mü’minin hayatında dengeli bir sûrette mezcolmadan, kâmil mânâda bir kulluktan söz edilemez.

Dînin sadece ruh ve mânâsına ehemmiyet verip zâhirini ihmâl etmek, büyük bir hatâdır. Zira zâhir, o ruh ve mânânın tecessüm etmiş, ifadeye dökülmüş ve fiile aksetmiş şeklidir.

Kalbin mânevî seviye ve kıvâmı, ancak davranışlarla belli olur. Bunun içindir ki bedensiz bir namaz kılınamaz, oruç tutulamaz, zâhirî bir varlık olan mal-mülk infâk edilmeden mâlî ibadetler edâ edilemez. En mücerred bir hakîkat olan “îman” bile, önce kalp ile tasdîki gerekli kılarsa da, hemen ardından, kalbin tasdîk ettiği o hakikatin, dil ile ikrâr edilerek dışa yansıtılması, ifâde edilmesi ve hayat boyunca davranışlarla zâhire çıkarılması îcâb eder.

Âyet-i kerîmede de bu hakîkate şöyle işaret buyrulur:

“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece «îmân ettik» demeleriyle bırakılacaklarını mı sandılar?” (el-Ankebût, 2)

Yani îman, sadece sözde kalmayıp fedakârâne davranışlarla sergilenerek ispat edilmelidir.

Bu itibarla, îman da lâzımdır amel de; ruh da gereklidir, şekil de… Mühim olan, bunların birine ehemmiyet verip diğerini ihmâl etme gafletine düşmemektir. Yani bir müslümanın, tâbiri câizse, hem zarfı (yani dış görünüşü) hem de mazrûfu (yani gönül dünyası) güzel olmalıdır. Zâhir ve bâtını mezcederek, kalp ve beden âhengi içinde bir kulluk hayatı yaşamalıdır.]

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:

“Büyük insanları yıkıp mahveden; ufak hatâlar, sürçmeler ve kaymalardır.

Zâhidleri mahveden, nefsânî-hevâî ihtiraslardır.

Hak erenlerini mahveden, halvet-yalnızlık anlarındaki kötü düşünceler, hatıra gelen kötü fikirlerdir.

Sadâkat ehlini mahveden, bir anlık kötülüklerdir.

Bu yüzden onların bütün meşgaleleri, kalplerini uygunsuz düşüncelerden muhafaza etmektir. Zira onlar, hükümdarın kapısında uyumaktadırlar…”

[Kişinin mânevî seviyesi yükseldikçe, Rabbine karşı kulluk edebindeki ölçüleri de incelir, hassaslaşır. Ehlûllah, umum insanlığın ebedî kurtuluşları için kâfî gördükleri amellerin daha fazlasını, üstelik en mükemmel keyfiyette îfâ ederler. Lâkin Cenâb-ı Hakk’a olan yakınlıkları arttıkça O’nun azameti karşısındaki hiçliklerini daha derinden idrâk ederler. Bu sebeple de Allah için yaptıkları ibadet, fedakârlık ve gayretleri dâimâ noksan ve yetersiz görürler. Bu acziyet duygusu içinde, Allah Teâlâ’nın sonsuz rahmet ve mağfiretine sığınırlar.

Cenâb-ı Hakk’ın “Habîbim” buyurduğu Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bile, kendisinden başka hiçbir beşerin nâil olamadığı mârifetullah zirvelerini müşâhede etmiş olmasına rağmen, Cenâb-ı Hakk’a karşı hiçlik ve acziyet hissiyâtı içinde şöyle niyâz etmekteydi:

“Allâh’ım! Sen’in gazabından rızâna, azâbından affına ve Sen’den yine Sana sığınırım! Sen’i lâyık olduğun şekilde medh ü senâ etmekten âcizim! Sen kendini nasıl medh ü senâ etmişsen öylesin!” (Müslim, Salât, 222)

İşte bu hissiyâtın diğer bir zirve misâli de Allâh’ın Halîli, Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-’dır. Allah yolunda canıyla, malıyla, evlâdıyla imtihan edilip sarsılmaz tevekkül, teslîmiyet ve itaati neticesinde Hakk’a dostluk iklimine girince, gönlünde ufuklar açıldı. İlâhî azamet karşısında müthiş bir acziyet içinde kalarak;

(Kulların) diriltilecekleri gün beni mahcup etme!” (eş-Şuarâ, 87) niyâzında bulundu.

Cenâb-ı Hakk’ı kalben tanıyan ârif kullar, yaptıkları bütün sâlih amelleri âdeta bir “hiç” olarak görüp acziyete bürünürken, gâfil kimseler ise azıcık amellerini, ebedî selâmet ve saâdetleri için kâfî görerek rehâvete kapılırlar.

Zira gaflet ehli, her şeyi kaba hatlarıyla, âdeta oduncu-kömürcü kantarıyla tartarken; ârif kullar ise, inceden inceye, âdeta kuyumcu terazisiyle tartarlar.

Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur:

“Kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse, onun cezasını görecektir.” (ez-Zilzâl, 7-8)

İşte yüksek ruhlar; zerrelerin dahî kıyamet gününde hesaba geleceği şuuruyla, en küçük bir hatâyı bile büyük görerek ondan titizlikle sakınmaya gayret ederler.

Sahâbe-i kirâmdan Abdullah ibn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh- şöyle der:

“Mü’min, günahını, altında oturduğu ve sanki her an üzerine devrilme tehlikesi olan bir dağ gibi görür. Bu koca dağ üzerime düşer mi, diye korkar durur. Fâcir ise, günahını burnunun üzerinden geçen bir sinek gibi görür.” (Buhârî, Deavât, 4; Müslim, Tevbe, 3)

Tâbiînden Bilâl bin Sa‘d -rahmetullâhi aleyh-ʼin şu îkâzı da sâlih mü’minlerin takvâ hassâsiyetini ne güzel îzah eder:

Günahın küçüklüğüne bakma! Fakat kime isyan ettiğine, kime karşı günah işlediğine bak!”

İşte Hak dostları, bu nevî düsturlar ile, hâl ve hareketlerine çekidüzen verirler. Her hâlükârda yüksek bir edeple yaşarlar.

Yüzme bilmeyen biri, bir deniz kenarından baktığında ancak denizin sathını ve sığ yerlerini görebilir. Mâhir bir dalgıç ise, açıldığı denizin enginliklerinde bambaşka manzaralar seyreder. Tıpkı bunun gibi mârifetullah’ta derinleşen kalplerin görüşüyle, gaflet ehlinin sığ bakışı arasında dağlar kadar fark vardır.

Şu hâdise bu hakîkati ne güzel îzah eder:

Büyük mutasavvıflardan Şeyh Muhammed Nûru’l-Arabî’nin “cüz’î irâde”yi inkâr ettiği yolunda bir dedikodu yayılır. Bunu duyan Sultan Abdülmecid Han, Hazret-i Pîr’in “huzur dersleri”ne çağrılmasını ve orada kendisine bu meselenin sorulmasını irâde buyurur. Ferman yerine getirilerek Şeyh Muhammed Nûru’l-Arabî “huzur dersi”ne davet edilir. Orada kendisine meselenin keyfiyeti suâl olunduğunda, Hazret şöyle cevap verir:

“–Kulda cüz’î bir irâde elbette mevcuttur. Mes’ûliyetin kaynağı da budur. Ancak herkeste ve her zaman değil. Meselâ ben, elbette cüz’î bir irâdeye sahibim. Lâkin buraya pâdişahın emriyle geldim. Buradan kalkıp gitmek ise benim elimde değildir. «Gel» denilir geliriz; «git» denilir gideriz. Demek ki burada benim irâdem -belli bir hususta- yok hükmündedir.

Aynı şekilde pâdişahın huzûrunda bulunduğumdan dolayı, yapabileceğim hareketler de sınırlıdır. Bazı kimseler de aynen bu misalde olduğu gibi, dâimî bir sûrette Rab’lerinin huzûrunda bulunduklarının idrâki içinde ömür sürerler.

Allah her yerde hâzır ve nâzır olduğu hâlde, pek çok kimse, kendilerini sadece namazda huzûr-i ilâhîde kabûl ederler. Hâlbuki belli bir mânevî mertebeye yükselmiş olanlar, her an huzûr-i ilâhîde bulunduklarının idrâki içinde yaşarlar. Böyle kimselerde cüz’î irâdenin var sayılıp-sayılmayacağını ise, varın siz takdîr edin.”

Aldığı bu cevaptan son derece hoşnud olan pâdişah, Şeyh Muhammed Nûru’l-Arabî’ye ihsan ve ikramlarda bulunur.

İşte Hak dostları, ilâhî irâdeye öyle râm olurlar ki artık kendi nefislerine ait bir irâdeleri kalmaz. “Sen çıkınca aradan, kalır seni Yaratan.” sırrına mazhar olurlar. Cenâb-ı Hakk’a yakınlıkları arttıkça, gönül âlemlerinde öyle mârifetullah ufukları açılır ki, onlar umum insanlığın farkında bile olmadığı nice sır, hikmet ve hakikatlere âşinâ olurlar.

Nitekim mârifetullâh’a nâiliyette insanlığın zirvesini teşkil eden Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Benim bildiğimi siz bilseydiniz, az güler çok ağlardınız… Sahrâlara dökülüp Allâh’a yüksek sesle (heyecan ve duygu derinliği içinde) yakarışta bulunurdunuz.” buyurmuşlardır. (İbn-i Mâce, Zühd, 19)]

Cenâb-ı Hak, gönüllerimize mârifetullah’tan hisseler nasîb eylesin. İhlâs ve takvâ hassâsiyetiyle müzeyyen bir kulluk hayatı yaşayıp ilâhî rahmet, muhabbet ve rızâsına mazhar olan sâlih kullarının zümresine cümlemizi lûtf u keremiyle ilhâk eylesin.

Âmîn!..


Dipnotlar:

[1] İbn-i Hacer el-Heytemî, ez-Zevâcir, I, 28; Hânî, el-Hadâik, s. 130-131.

[2] Gazâlî, İhyâ, II, 149.

[3] Buhârî, Rikāk, 1.