Yıl: 2013 Ay: Ocak Sayı: 95

Mevlânâ Hazretleri, dünyevî ve nefsânî tuzaklardan büyük bir firâsetle kendisini koruyabilen ve bunun aksine basîretsizce bu tuzaklara düşerek âhiretini hebâ eden insanoğlunun hâlini, mecâzî bir üslupla şöyle hikâye eder:

Birkaç balıkçı, bir gölün yanından geçiyordu. Gölde neşe içinde yüzmekte olan iri balıkları gör­ünce, hemen ağ getirmek için büyük bir sevinçle koştular. Balıklar da onların bu koşuşturmalarını seyrediyorlardı.

Onlardan en akıllı olanı, kendi kendine diyordu ki:

“(Bu balıkçıların kendi aralarında büyük bir heyecanla konuşmaları ve etrafımızda pervâne olmaları, muhakkak ki bizim hayrımıza değil. Bunların büyük bir telâşla hareket etmeleri, neticede bizim hayatımıza mâl olabilir. Bu sebeple, diğer yarım akıllı veya akıldan mahrum balıklarla) istişâre ederek çok değerli olan vaktimi kaybetmemeliyim. Zira bunlar, gücümü kuvvetimi gevşetir, beni zayıf düşürürler. Bunların boğazlarına düşkün olmaları, oburlukları, tembellik­leri, bilgisizlikleri bana da sirâyet eder. Bu sebeple de onların fikirlerini almadan, onlara danışmadan denize bir yol bulayım da kendimi kurtarayım.”

O firâsetli balık, gövdesini ayak edindi de, o güç, zor aşılır yolu, büyük bir aşk ile aştı, o tehlikeli duraktan nur denizine kadar gitti; sanki ardına aslan düşmüş olan bir ceylan gibi… O ceylan ki, can korkusundan, bedeninde tek damla güç kalana kadar koşar durur.

O firâsetli balık, gölden yüzdü gitti. Uzak bir yola, geniş bir yola düştü, deryanın yolunu tuttu. Çok zahmetler çekti, fakat neticede kendisini, balıkçı ağlarına düşmekten ve oltaların ucundaki yarım solucana yem olmaktan kurtardı, sonunda eminlik yurduna, selâmet diyarına kavuştu. Kendini uçsuz bucaksız deryaya attı. O, öyle bir denizdi ki, onun kenar ve kıyısını bu gözle görmeye imkân dahî yoktu.

Derken, balıkçılar ağı getirdiler. Yarım akıllı balık bunu görünce, ağzının tadı birdenbire kaçtı. “Eyvah!” dedi. “Ben fırsatı kaçırdım; nasıl oldu da basîret ve firâsetle davranan o akıllı arkadaşa yol­daş olamadım! O, ansızın gidiverdi ama, o gidince benim de hızla ardına düşüp gitmem gerekirdi. O iyi ve firâsetli arkadaş deryaya kavuştu, gamdan kurtuldu; bense, onun gibi iyi bir dostu kaybetmenin fecî neticesiyle baş başa kaldım! Ama şu anda onu düşünmeyi bırakayım da, kendi kendime bir kurtuluş çâresi bulayım. Hem denilmiştir ki:

“Denizin suyu, sadece ölüyü başında taşır, (sen de nefsânî hâllerden vazgeç ki, selâmete çıkasın. Yoksa) diri olan, denizin elinden nasıl kurtulur?”

En iyisi ben, şimdi kendimi ölü göstereyim! Suyun üstüne çıkayım; karnımı yukarı döndürüp sırtımı suya çevireyim de öyle hareketsiz durayım! Su üstünde saman çöpü nasıl akar giderse, ben de öyle akıp gideyim; yüzme bilen balık gibi yüzmeyeyim! Kendimi ölmüş göstererek suya bırakıvereyim; zira ölümden önce ölmek, azaptan emin olmaktır!”

Balık dediği gibi yaptı; sanki ölmüş gibi karnını yukarıya çevirdi. Su, onu bâzen aşağıya alıyordu, bâzen da yukarıya atıyordu.

Balıkları yakalamak isteyenlerin hepsi de hayıflanıyor; “Yazık!” diyorlardı. “İstifâde edebileceğimiz en büyük balık ölmüş!”

Onların hayıflanmalarını duyan balık ise içten içe seviniyor:

“Firâset ne büyük bir nimet! Bu vesileyle boynumu kılıçtan kurtardım!” diyordu.

Bir balıkçı, canlı olup olmadığını kontrol etmek için tereddütle onu eline aldı ve akabinden de; “Tüh, ne yazık ki ölmüş!” diyerek onu yere attı. Balık ise, kimse görmeden sıçraya sıçraya gitti, gizlice kendini suya bıraktı. O da ilk balık gibi saâdet yolunun yolcusu oldu.

Balıkçılar, kalan son balığı yakalamak için büyük bir gayret sarf ediyorlardı. Düşeceği sıkıntıyı firâset ve basîretle önceden görerek tedbir almamış olan o aptal balık ise, her tarafını saran ecel ağından kurtulabileceği ümidiyle durmadan sağa sola sıçrıyordu. Lâkin bütün çırpınışları boşuna idi. Nihâyetinde balıkçıların attığı ağın içinde kaldı. Böylece ahmaklık, onu ateşin üstüne attı.

O, yakıp kavuran ateşin harareti ile tavanın içerisinde yanıp yakılırken aklı ona:

“Sana bir haberci ve îkaz edici gelmedi mi?[1]” diyordu.

Ahmak balık; o işkencenin, o belânın içinde, âhirette kâfirlerin diye­cekleri gibi; “Evet, geldi!” diyordu.

Yine o devamla, binbir pişmanlık içinde diyordu ki:

“Bu acı felâketten, bu işkenceden, yani tava içinde kızarmak azâbından bir kurtulsam da, uçsuz bucaksız olan nur denizini gitsem. Böylece selâmete ulaşsam; orada ebe­dî olarak sağlık ve âfiyetle ömür sürsem.”

Hazret-i Mevlânâ’nın, bizlere naklettiği bu hâdisedeki üç balık, günümüzdeki üç grup insanın mânevî durumunu temsil etmektedir:

Bunlardan birincisi; kalbini Allâh’a râm etmiş, emirlerine cân u gönülden ittibâ ederek, men ettiklerinden titizlikle sakınan sâlih bir kuldur. Böylesi bir kul, nefsânî arzularını bertaraf ederek, rûhânî istidatlarını inkişâf ettirmiş, gönlünü Allah’tan uzaklaştıran her türlü menfî ve kötü tuzaklardan muhafaza ederek mârifetullâha ermiş olan bir kimsedir. Mevlânâ Hazretleri’nin ifâdesiyle o kimse; “Aklını ve gönlünü hiç bir şeye muhtaç olmayan, Allah sevgisine verdiği için, Allah da ona, o aklın on mislini yahut yedi yüz mislini ihsân etmiştir.” Böylece bakışı firâsetli, davranışı güzel, sözü tatlı, gayreti hep Allah rızâsını tahsil olmuştur.

Kalbi, hakikî bir îman ile huzur, sükûn ve itmi’nâna kavuşmuştur.  Âhiretin goncasını elde etmek için, dünya dikenlerinin verdiği eziyete katlanmış, neticede Cenâb-ı Hakk’ın şu ilâhî hitâbına mazhar olmuştur:

“Ey, Rabbine itaat edip itmi’nâna (huzûra) eren nefis! Sen O’ndan râzı (hoşnut), O da senden râzı (hoşnut) olarak Rabb’ine dön. (Seçkin) kullarım arasına katıl ve Cennet’ime gir!” (el-Fecr, 27-30)

Mevlânâ Hazretleri, gönüllere hayat veren bir diğer nasihatinde, insanoğlunun bu hitâba liyâkat kazanabilmesi için nasıl hareket etmesi gerektiğini de şöyle bildirir:

Yalnız kaldığın ve danışacak bir akıl sahibi bulamadığın için ümitsizliğe düşersen, hakîkat güneşine mensup bir Hak dostunun gölgesi altına gir. Yürü, çabucak kendine bir Hak dostu ara. Böyle yaparsan, Allah senin dostun olur, yardımcın olur.

Zira selim akıl, bir başka selim akılla, yani vahiyle terbiye edilmiş akılla birleşince güçlenir, nûru çoğalır, yolunu iyi görür.”                                

“Sen ey gâfil insan, şu başında bulunan fânî akılla, dünyalık elde edersin, rızık kazanırsın; lâkin selîm bir kalbe bağlı olan öteki akılla, göklerde kendine bir makam edinirsin.”

Unutulmamalıdır ki, dünya mü’min için âhiret sermâyesi olacak kıymetli bir yıldız, kâfir ve gafil için ise sadece bir yaldızdır. Yani aldatıcı bir seraptır.

İkinci grup insan ise, Allâh’ın lûtfuyla hayır ve şerri hassas bir sûrette ayırt edebilme dirâyetine kavuşmuş, nefsin menfî isteklerine karşı durarak, aklını kalbinin istikâmetinde kullanabilen kimselerdir. Zira yine Mevlânâ Hazretleri’nin buyurduğu gibi:

“Süleyman peygamber gibi bir pâdişahla, Âsaf misâli bir vezirin birlikte bulunması, nûr üstüne nûr, anber üstüne anber olur.

Fakat hükümdar zâlim Firavun, veziri de Hâmân gibi olursa her ikisi de kötü bahttan kurtulamaz.”

Hiç şüphesiz, insanın şahsiyetine tesir eden en mühim müessirlerden biri de, beraberinde bulunduğun insanlardır. Sâlih arkadaşla beraber bulunmak, kişiyi selâmete; gâfil insanlarla beraberlik insanı felâkete götürür. Nitekim Gazâlî Hazretleri, fâsıklar ve gâfillerle zâhirî beraberliğin, zamanla zihnî beraberliğe, zihnî beraberliğin de bir müddet sonra kalbî beraberliğe dönüştüğünü bildirmektedir. Bu sebeple insan, beraberindeki insanı sâlihlerden seçmeye mecburdur.

Zira “Akıl vardır, nûr saçar, güneş kadar parlaktır. Akıl vardır, nefsinin esiri olduğundan sarhoş kandili gibidir. Akıl vardır, ateşe benzer (kişiyi cehennem yolculuğuna çıkartır. Kimisi de) parıl parıl parlayan bir yıldız gibidir (ki, milyonlarca kilometre uzaktan sana doğru yolu gösterir).”

Üçüncü grup insan ise, şu fânî rüyâ âleminin anlık sahte lezzetleri ve aldatıcı serapları uğruna, hakîkî saâdeti ve ebedî âhiret saltanatını terk eden, onu âdeta yok sayan nefs-i emmârenin misâlidir.

Gönül dünyası Hak’tan uzak olan böylesi bir insanın basîret ve firâseti kapalı olduğundan, ömür sermayesini sadece dünyevî hevesler ve fânî zevkler uğruna tüketir. Kendi âciz aklı ile karşılaştığı sıkıntıların üstesinden gelebileceğini zanneder. Ama onun bu hâli, gerçekte büyük bir aldanıştan başka bir şey değildir. Şu bir hakikattir ki; dünyaya karşı beslenen şiddetli arzu, insanı ebedî saâdetten mahrum bırakır.

Nitekim Allâh’ın hükümlerine icâbet etmeyenlerin yüzüne dünya semâsı bir defa gülmemiş ve uğradıkları musibetlere aslâ ağlamamıştır.

Tarih mezarlığı; dinsizlikleri ve ahlâksızlıkları yüzünden ilâhî intikamlara uğramış fert ve milletlerin ibretli cesetler mezbeleliği ile doludur.

Nefsinin zebûnu olmuş ve gaflet perdesi altında hayat macerasının hakîkatini idrâk edememiş bir kimsenin dünya ile âhirete meyil husûsundaki iştiyâkını Mevlânâ Hazretleri ne güzel ifâde etmektedir:

“Dünyaya âit heveslerde, isteklerde onların gafil kalpleri güneş gibi parlar, fakat ibadet ve takvâ vaktinde sabırları ve tahammülleri (bir mum ışığı gibidir. Yani yok hükmündedir.)”

Önlerindeki nûrlu hakîkati görmezler. Fecî bir son ile karşı karşıya geldiklerinde de pişmanlık gösterisinde bulunurlar. Ama son pişmanlık fayda vermez. Bu hakîkat âyet-i kerîmede şöyle ifâde buyrulmaktadır:

“Onlar cehennemde, «Ey Rabbimiz! Bizi buradan çıkar ki dünyada iken işlemekte olduğumuzdan başka ameller, sâlih ameller işleyelim!» diye bağrışırlar. (Onlara şöyle denilir:) «Sizi, düşünüp öğüt alacak kimsenin düşünüp öğüt alabileceği kadar yaşatmadık mı? Size uyarıcı da gelmişti. Öyle ise tadın azâbı. Çünkü zalimler için hiçbir yardımcı yoktur.»” (Fâtır, 37)

Nitekim bir hadîs-i şerîflerinde Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz de, ümmetini böyle bir pişmanlığa düşmekten şu ifâdelerle îkaz buyurmaktadır:

“Allâh’a yemin ederim ki, sizler için fakirlikten korkmuyorum. Fakat ben, sizden öncekilerin önüne serildiği gibi dünyanın sizin de önünüze serilmesinden, onların dünya için yarıştıkları gibi sizin de yarışa girmenizden, dünyanın onları helâk ettiği gibi sizi de helâk etmesinden korkuyorum.” (Buhârî, Rikâk, 7; Müslim, Zühd, 6)

Velhâsıl, Mevlânâ Hazretleri’nin ifâdesiyle:

“Akıllı kişiler önceden ağlarlar; bilgisizler ise işin sonunda başlarına vururlar, hayıflanırlar. Sen işin başlangıcında sonunu gör de, kıyâmet gününde pişman olma!”

Yani bütün gayretini bu dünya gölünden, âhiret denizine ulaşabilmek için sarf et. Zira bu cihan, bir perdedir; asıl gerçek dünya, hakikî âlem o cihandır! Nitekim kabristanlardaki bütün insanlar, her ne kadar dudaklarını kapatmış olsalar da, hâl dili ile baştan başa söz kesilmişler ve bu hakîkati bütün insanlığa haykırmaktadırlar.

Cenâb-ı Hak cümlemizi, hayatını Kur’ân ve Sünnet’in irşâdıyla istikâmetlendirerek Rabb’inin huzuruna rızâ ve hoşnutluğunu kazanmış hâlde çıkabilen bahtiyar kullar zümresine ilhâk eylesin.

Âmîn!..


Dipnot:

[1] Bkz. ez-Zümer, 71.