25 Ağustos 2016

Hakk’a kulluk, ilâhî kudret, azamet ve saltanat karşısındaki hiçlik, yokluk ve acziyetini görebilmek ve haddini bilebilmekten geçer. Bunu lâyıkıyla görebilen bir insanda; büyüklenmeye, varlık ve benlik iddiâsına mecâl kalmaz. Bilâkis, engin bir tâzim ve edeb hâlinde;

“Alan Sen’sin, veren Sen’sin, kılan Sen! Ne verdinse odur, dahî nemiz var?!” diye Hakk’a ilticâ eden Hüdâyî Hazretleri gibi, acziyetini îtirâf ederek, hamd, şükür ve rızâ hâlinde bulunur. Dolayısıyla tevâzûdan nasibi olmayanlar, Rabbin kudret ve azametini lâyıkıyla idrâk edemeyenlerdir.

Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma. Çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin.” (el-İsrâ, 37)

“Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri aslâ sevmez.” (Lokmân, 18)