16 Mart 2020

İnsanlık tarihi boyunca Rabbini unutan gâfiller, ulaştıkları dünyevî muvaffakıyetlere ve sahip oldukları güç ve kudrete güvenerek kendilerini yenilmez, yıkılmaz ve ölümsüz görmeye, hattâ nefislerini putlaştırarak ilâhî kudrete baş kaldırmaya kadar gitmişlerdir. Tarihte bunun pek çok misâli vardır:

Meselâ 1912 yılında, okyanusu aşmak için yapılan Titanic adlı devâsâ gemi için, gurur ve kibir şaşkınlığı içinde; “Bu gemiyi hiçbir güç batıramaz!” denildi. Gemi daha ilk seferinde bir buz dağına çarparak okyanusun derinliklerine gömüldü.

Yine 1986’da uzaya gönderilmek istenen ve Challenger yani “meydan okuyan” adı verilen uzay mekiği, fırlatıldıktan 73 saniye sonra gökyüzünde infilâk edip paramparça oldu.

Güç ve kudretine güvenerek ilâhlık taslayan mağrur Nemrut, âdeta kendisiyle alay edilircesine, topal bir sinekle helâk edildi.

Cenâb-ı Hak; şımarıp azgınlaşan Firavun’u, Kızıldeniz’de helâk etti.

Kâbe’yi yıkmak isteyen mağrur Ebrehe, o zamanın tankları yerinde olan devâsâ fillerle takviye edilmiş azametli ordusuna çok güveniyor, kendisini hiçbir gücün durduramayacağını zannediyordu. Lâkin yenilmez zannettiği ordusuyla Mekke yakınlarına ulaştığında, Cenâb-ı Hak onları aslanlarla, kaplanlarla, vahşî canavarlarla değil, -kendileriyle istihzâ edercesine- küçücük kuşların attığı taşlarla, âdeta çiğnenmiş ekin yapraklarına döndürdü.

Demek ki Cenâb-ı Hakk’ın “mütekebbir” sıfatının ortaklığa tahammülü yoktur. Allah Teâlâ’nın azamet ve kibriyâ sıfatıyla yarışa kalkışan, Hakk’a karşı “Ben!” diyen zâlimler, “Bizden daha güçlü kim var?” diye övünen Âd ve Semûd gibi kavimler, Allâh’ın lûtfettiği güç ve kudreti kendi nefislerine izâfe ederek gurur ve kibir şımarıklığına kapılanlar, dâimâ ilâhî gazaba dûçâr olmuşlardır. Vaktiyle o mağrur zâlimlerin ihtişamlı sarayları üzerine doğan Güneş, bugün onların harâbeleri üzerine doğuyor…