15 Haziran 2020 Sohbeti

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİR SES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

15 Haziran 2020 Sohbeti

Çok muhterem kardeşlerimiz! Sohbetimize bir duâ ile başlayalım; üç İhlâs bir Fâtiha ile:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in aziz, latîf, mübârek, pâk rûh-i tayyibelerine; Ehl-i Beyt’in, ashâb-ı kirâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtının, şehidlerimizin ve bütün geçmişlerimizin rûh-i şerîflerine, içinde bulunduğumuz zamanın musibetlerinden korunmamız, musibetlerin def’i, hayırların celbi, Cenâb-ı Hakk’ın cümle arzî ve semâvî âfetlerden muhâfaza etmesi duâsıyla; yine hastalarımıza şifâ, dertlilerimize devâ, borçlularımıza edâ, nâmurâd olanların bermurâd, nâşâd olanların karîben handân u şâdân olması niyaz ve duâsıyla; bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs…

Efendim; mevzumuz, Rasûlullah Efendimiz’e benzeyebilmek. Şu dünya hayatında benzeyerek huzur bulabilmek, saâdet bulabilmek, saâdeti elde etmek; neticesinde âhirette O’nunla beraber olmak, orada gerçek huzuru, saâdeti, mutluluğu tadabilmek.

Ashâb-ı kirâmı da en çok sevindiren;

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Bkz. Tirmizî, Zühd, 50/2385)

Ashâb-ı kirâm insanlıkta bir âbide gördü, hayran oldu. Bu dünyevî olan lezzetler, hafif kaldı. Rasûlullah Efendimiz’le beraber olmak, en büyük lezzet hâline geldi. Âhirette de Rasûlullah Efendimiz’le beraber olmak için, O’nun izi takip edildi.

Cenâb-ı Hak bizim dünyada da saâdet bulmamız, âhirette de saâdet bulmamız için, en büyük hediye;

لَقَدْ مَنَّ اللهُ

(“Allah lûtufta bulunmuştur…” [Âl-i İmrân, 164])

Allah Rasûlü’nü bize lûtfetti. Bütün peygamberler içinde en yüce peygamber. Cenâb-ı Hakk’a en yakın. Biz de O’nun ümmeti olmamız dolayısıyla bizim de Efendimiz’in Sünnet-i Seniyye’sinin muhtevâsı içinde hayatımızı tanzim edip -inşâallah- Rasûlullah Efendimiz’le dünyada da beraber olmamız.

Yani, tâbiîn, Rasûlullah Efendimiz’i görmedi. Evliyâullah da Rasûlullah Efendimiz’i görmedi. Fakat dünyada en huzurlu insanlar onlardı. Hem dünyada O’nunla beraber olmak, hem âhirette O’nunla beraber olmak. En net misal, Yemen’den Veysel Karanî Hazretleri. Efendimiz’i o da zamanında hiç görmedi. Görmedi ama nasıl bir, Efendimiz’e bir râbıta hâlindeydi? Efendimiz Yemen tarafına döndü;

“Ben buradan nefes-i Rahmânî’yi duyuyorum.” (Taberânî, Kebîr, VII, 52/6358)

Cenâb-ı Hak cümlemize bu nefes-i Rahmânî’den hisseler nasîb eder -inşâallah-.

Kalbimizin, ibadetlerimizin seviyesini gösteren müşahhas delil, en bâriz ölçü; güzel ahlâk. İşte Cenâb-ı Hak, Efendimiz’i üsve-i hasene, örnek şahsiyet, örnek karakter olarak beşeriyete hediye etti. Güzel ahlâk, hüsnü’l-hulk; Cenâb-ı Hakk’ın bizden istediği ahlâktır, Kur’ân-ı Kerîm’in bizden istediği ahlâktır, Allah Rasûlü’nün ahlâkıyla ahlâklanmaktır.

Güzel ahlâk, dînimizin, her şeyin esası ve temelidir. Dînimizin en yüce hedef ve gâyelerinden biridir güzel ahlâk. Zira -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyuruyor ki:

“Ben üstün ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” (Muvatta, Hüsnü’l-Hulk, 8; Ahmed bin Hanbel, 2/381)

“Beni Rabbim terbiye etti, terbiyemi ne güzel eyledi.” (Süyûtî, I, 12)

Mizaçlar değişik, ucu da yok. Fakat Cenâb-ı Hak öyle bir hususiyet verdi ki, bütün; zamanında, zamanından sonra gelecek bütün, kıyâmete kadar insanların, her mizacın, her karakterin, Rasûlullah Efendimiz’in ahlâkıyla ahlâklanması. Yani her topluma, kıyamete kadar gelecek bütün nesillere, Cenâb-ı Hak, Efendimiz’i, bir üsve-i hasene olarak, güzel bir ahlâk olarak lûtfetti.

Cenâb-ı Hak Rasûlullah Efendimiz’i terbiye etti. Cihâna muallim olarak, mürşid-i kâmil olarak, kıyâmete kadar, Cenâb-ı Hak lûtfetti Efendimiz’i.

Âyet-i kerîmede buyruluyor, Ahzâb, 21. âyetinde:

“Andolsun ki Rasûlullah sizin için, Allâh’a ve âhirete kavuşmayı umanlar için, Allâh’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.”

Demek ki burada üç hususiyet var, Rasûlullah Efendimiz’in örnek olabilmesi için. “Allâh’a kavuşmayı umanlar.” Yani Allah rızâsı… Demek ki her hâlimizde, her amelimizde, her davranışta “Allah benden râzı mı? Ben, Allah rızâsında mıyım?”

Sahâbînin de derdi buydu. İlk, bir âyet indiği zaman, “Allâh’ın bu âyetteki murâdı nedir?” derlerdi. “Nasıl Allâh’ın rızâsını kazanacağız?”

Bizler için de her hâlimizi, kendimizi Kur’ân-ı Kerîm’le, Rasûlullah Efendimiz’le bir mîzân edebilmek; “Acaba ben Allah rızâsında mıyım?”

Evlâtlarımızı yetiştirmekte, aile hayatımızda, ticârî hayatımızda, beşerî münâsebetlerimizde; “Ben, acaba Allah rızâsında mıyım?”

İkinci: “Âhireti umanlar için.”

Demek ki daima âhiret, يَحْذَرُ الْاٰخِرَةَ (“…Âhiretten korkan…” [ez-Zümer, 9]) Demek ki daima âhiret gözümüzün önünde olacak. Çünkü orada zerrelerin hesabı önümüze gelecek. Fakat tabi yaşımıza göre birçok şeyleri unuttuk zamanında. Onun için istiğfâra sarılmak ve bir, geçmişlerimize bol bol sadaka vermek.

Belki üzerimizde kul hakları da vardı. Onu da unuttuk. Belki bir iş sahibiyiz, çalıştırdığımız müstahdeme sert davrandık. O da kalbi kırıldı, fakat bir şey söyleyemedi, geldi geçti. Onlar için de sadaka vermemiz lâzım eğer bulamazsak onları.

Velhâsıl dünyada saâdeti bulabilmek. Âhirete de bunu intikâlini -inşâallah- göreceğiz.

Demek ki birincisi; “Allâh’a kavuşmayı umanlar.” Yani Allah rızâsı üzere bulunanlar.

İkincisi; “Âhireti unutmayanlar.”

Efendimiz’in en çok, sık sık zikrettiği bir duâ vardır:

اَللّٰهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنْ عَذَابِ الْقَبْرِ وَمِنْ عَذَابِ النَّارِ

(“Ey Allâh’ım! Kabir azâbından ve Cehennem azâbından Sana sığınırım…” [Buhârî, Cenâiz, 88; Müslim, Mesâcid, 128-134])

Yani onun için âhiret, kabir unutulmayacak, âhiret unutulmayacak.

Ondan sonra, üçüncü keyfiyette: “Allâh’ı çok çok zikredenler için, Allah Rasûlü’nde güzel bir örnek vardır.”

Demek ki bu, kalbin eğitimi neticesinde Allah Rasûlü ile beraber olmak var.

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظِيمٍ

“Elbette Sen, en yüce (en muhteşem) bir ahlâk üzeresin.” (el-Kalem, 4)

Efendimiz’in kavmi arasında bir sıfatı vardı. O sıfat, “el-Emîn, es-Sâdık”tı. Hattâ bazen ismini söylemezlerdi, “el-Emîn geldi” derlerdi. “es-Sâdık geldi, en yüksek ahlâk geldi, en emîn kimse geldi, en doğru insan geldi.” derlerdi.

Demek ki dünyada da bir mü’minin bu vasıflarla mütehallî olması lâzım. Hattâ Ebû Cehil bile, ki Rasûlullâh’a düşmandı, o bile:

“–Yâ Muhammed! Sen hiç yalan söylemedin, ben sana yalancısın demiyorum. Fakat şu getirdiğin daveti istemiyorum.” dedi.

Yani daima baktığımız zaman, bir menfî müesseseler kuranlar bile, yanlarına aldıkları müstahdemlerin ahlâklı insan olmasını, dürüst insan olmasını isterler. Yani onlar bile, sefih bir insan bile, ahlâklı insanı tercih eder. İşte Ebû Cehil bunun bir misâli. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede, En‘âm Sûresi 33. âyette:

“…(Rasûlüm!) Onlar Sen’i yalanlamıyorlar. (Hiç Efendimiz’i yalanlayan yoktu.) Fakat o zâlimler, açıkça Allâh’ın âyetlerini inkâr ediyorlar.”

Yine bir kudsî hadiste buyruluyor:

“Cibril bana Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu bildirdi (buyuruyor):

«Bu din (yani İslâm), Zât’ım için seçip râzı olduğum bir dindir…”

Yani en yüce bir dindir diyor, Cenâb-ı Hak. Sayısız, 124 bin küsur peygamber var. Tabi tevhidde aynı, fakat teferruatta ufak ufak değişiklikler var. Fakat Cenâb-ı Hak:

“Bu din (İslâm), Zât’ım için seçtiğim, râzı olduğum bir dindir buyuruyor. Ancak ona (iki keyfiyet, bir) cömertlik, (bir de) güzel ahlâk yakışır…”

Demek ki güzel ahlâkın içinde, zaten cömertlik güzel ahlâkın içinde ama, Cenâb-ı Hak yine bu; cömertlik, güzel ahlâkın zirvesi olmuş oluyor.

“…Müslüman olarak yaşadığınız müddetçe, bu iki hasletle yüceltiniz.” buyuruyor. (Heysemî, VIII, 20; Ali el-Müttakî, Kenz, VI, 392)

Burada merhamet çok mühim. Merhamet, her şeyde merhamet, her şeyde cömertlik.

Bir mütefekkirin dediği gibi:

Bir yerde, bir mıntıkada eğer merhamet yoksa, orada insan yoktur, orada sürü vardır. İdareciler; -sürüdür orada- sürü güderler. Orada merhamet filizi çökmüştür, çürümüştür, kokmuştur, teaffün etmiştir.

Yine, Âişe Vâlidemiz’e soruyorlar Efendimiz’in ahlâkını;

“–Siz Kur’ân okumuyor musunuz?” buyuruyor. (Bkz. Hâkim, el-Müstedrek, II, 426/3481; Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, I, 115/307)

Yine Efendimiz şöyle buyuruyor:

“Mü’minlerin îman bakımından en mükemmeli, ahlâk bakımından en güzel olanıdır.” (Ebû Dâvûd, Sünnet, 15)

Yani muâmelâtta, ibadette, muâmelâtta, muâşerette, incelik, zarâfet, vs… Yine;

“Hiçbir baba, evlâdına (güzel ahlâktan), güzel terbiyeden daha üstün bir hediye vermemiştir.” (Tirmizî, Birr ve Sıla, 33)

İşte günümüzün en zor problemi bu.

Çünkü dışarısının tesiri fazla. İnternetin menfî kanalları, reklâmlar vs. alıyor, bir robot hâline getiriyor. Onun için annelere-babalara çok iş düşüyor.

“…Kıyamet günü bana en yakınınız, (fakat burada) ahlâkı en güzel olanınızdır.” buyuruyor. (İbn-i Hibbân, II, 231) Yine ahlâk öne çıkıyor.

Yine Efendimiz:

“Kıyâmet günü mü’min kulun terâzisinde güzel ahlâktan daha ağır bir şey bulunamaz. (Yine) Allah Teâlâ (bunun zıddı) çirkin hareketler yapan, çirkin sözler söyleyen kimseden de nefret eder.” buyuruyor. (Tirmizî, Birr, 61)

Âişe Vâlidemiz, O’nun güzel ahlâkını bildiriyor, Hatice Vâlidemiz, O’nun güzel ahlâkını bildiriyor, en yakınları…

Hattâ Efendimiz Hira’dan indi, bir korku, endişe içinde. Acaba bu iş nedir, ne gibi tecellîler olacak? Bir endişe-korku içinde indi. Hatice Vâlidemiz tesellî etti; “İlk mü’mine benim.” dedi. “Sen huzurlu ol yâ Rasûlâllah! Sen Allâh’ın Rasûlü’sün.” dedi.

“Allâh’a yemin ederim ki Allah hiçbir vakit Sen’i utandırmaz. Çünkü Sen akrabayı gözetirsin, muhtaç olanların bakımını üstlenirsin, aç-açıkta olanı koruyup kollarsın. Misafire ikram edersin. Musibetlere mâruz kalanlara yardım edersin.” buyurdu. (Buhârî, Bed‘ü’l-Vahy, 1)

“Beni en çok o zor zamanda Hatice tesellî etti.” buyuruyor. (Bkz. İbn-i Hanbel, VI, 118) Efendimiz’e, Efendimiz’in güzel ahlâkını sergiliyor.

Efendimiz, Muaz bin Cebel’i Yemen’e gönderirken:

“–Ey Muaz dedi, insanlara güzel ahlâkla muâmele et.” buyurdu. (Muvattâ, Hüsnü’l-Hulk, 1)

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- ise:

“–Siz, gittiğiniz her yerde hâlinizle tebliğ edin.” buyuruyor, “Susarak tebliğ edin.” buyuruyor.

“–Yâ Halife! Nasıl susarak tebliğ ederiz?” diye sorulduğunda;

“–Hâlinizle, kālinizle, yaşayışınızla, o şekilde tebliğ edin.”

Zaten Osmanlı fütûhâtına baktığımız zaman, o Balkanların fethi, oraya giden dervişlerin, ehl-i sûfiyyenin hâliyle oranın halkı da İslâm’ı kabullendi. “Bu, ne güzel bir dindir.” dedi. Arnavutların yüzde doksanı müslüman oldu, Boşnakların yüzde yüzü müslüman oldu.

Efendim; bu güzel ahlâka erebilmek… Güzel ahlâk sahibi olmak, kolay bir iş değil. Bu da sözde olmasının bir kıymeti de yok. Bu güzel ahlâk, kalbin sanatıdır. İnsan gözüne, diline veya dudağına hükmedebilir, onları yumar, tutabilir, susturabilir. Bu, biraz irâde eğitimiyle mümkündür. Fakat kalbi susturmak, kalpte irâde zordur. Bu, kalbin eğitimidir.

Cenâb-ı Hak:

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا

((İç âlemini) temizleyen, felâha erdi.” [eş-Şems, 9])

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰى

(“Temizlenen kimse şüphesiz kurtuluşa ermiştir.” [el-A‘lâ, 14]) buyuruyor. Veşşemsi Sûresi’nde yedi yeminle Cenâb-ı Hak, geliyor. Bir yemin vardır, iki yemin, üç yemin, dört yemin… Burada yedi yeminle geliyor:

فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰيهَا ﴿8﴾ قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا ﴿9﴾

(“Sonra da ona (o kişiye) günahını ve takvâsını (neyin isyan, neyin itaat olduğunu bildirerek) ilhâm edene (yemin olsun ki) onu (o nefsini, günahlardan) temizleyen muhakkak kurtulmuştur!” [eş-Şems, 8-9])

Fücur, kalpten silinecek. Takvâ olacak. Kalp, cemâlî sıfatların tecellîgâhı olacak. Bütün hâl, Allah rızâsında olacak. Rasûlullah Efendimizʼin Sünnet-i Seniyyeʼsinin izinde olacak.

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا

(İç âlemini) temizleyen, felâha erdi.” (eş-Şems, 9)

Tabi bu zor. Zihnin imtihanı değil, bu, kalbin imtihanı. Yani zihinle bu mümkün değil. Onun için ashâb-ı kirâm, Rasûlullah Efendimizʼin bu kalbî terbiyesiyle, inʼikâsla, insibağla bu hâle geldi. Mâzileri câhil insanlarken, yarı vahşî insanlarken, zirve, ahlâkta, insanlıkta, her şeyde mümtaz, zirve insanlar hâline geldi. Bir asr-ı saâdet iklimi insanlara hediye ettiler. Hâlâ biz onların menâkıblarıyla, kıssalarıyla huzur buluyoruz. Onların da tek derdi:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

(“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” [Buhârî, Edeb, 96])

“Kıyamette de ben acaba Allah Rasûlü ile beraber miyim, Cennetʼte beraber miyim?..” Dertleri buydu.

Onun için dünya gözlerinde ufaldı, âhiret ufku, kalplerinde uzadı.

Bunun için ne lâzım? Kalb-i selîm lâzım. Kalb-i selîm nedir? Dünyaya nasıl bir çocuk tertemiz geliyor, Cenâb-ı Hakkʼa da tertemiz olarak gidebilmesi. Yani yolcunun tertemiz olabilmesi. Bu tertemiz olabilmesi de dünyada olmuş oluyor. Kabirde bir kazanma-kaybetme yok. Hepsi dünyada, son nefese kadar. Kalb-i selîm. Cenâb-ı Hak:

اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ

(“…Ancak Allâhʼa kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” [eş-Şuarâ, 89])

Rafine olmuş, tertemiz bir kalp istiyor.

Kalb-i münîb istiyor. İstikamet üzere bir kalp istiyor.

Nefs-i mutmainne istiyor. İtmiʼnâna gelmiş, yani bütün amelleri, her şeyi Cenâb-ı Hakʼla huzur buluyor.

Râdıye: Allahʼtan râzı oluyor. Hayatın med-cezirleri karşısında Allahʼtan râzı oluyor.

Merdıyye: Allah da o kuldan râzı oluyor.

“Cennetʼime gir.” (el-Fecr, 30) buyuruyor.

Yine hadîs-i şerîfte buyruluyor, Ebû Dâvud naklediyor:

“Mü’min, güzel ahlâkı sayesinde, gecesini ibadet, gündüzünü oruçla geçiren kişinin derecesine ulaşır.” (Ebû Dâvûd, Edeb 7)

Bu, kalbî eğitimin neticesinde. Fakat bâzı nâdanlar -görüyoruz bunu bilhassa toplumumuzda-:

“‒Efendim, biz, kalbimiz temiz.” demesi… Bu, akıl ve kalp tutulmasından başka bir şey değildir. Çünkü temiz bir kalp, Allâh’a bir şükran duyguları içinde olur. Kulluktan uzak kalmaz, dikkat eder.

Burada vasıflara geçeceğiz. Yani nasıl bir kalp olacak? Nasıl bir duyuşlar olacak?

En başta, birinci, “merhamet”:

Cenâb-ı Hak 99 yerde merhamet esmâsını telkin ediyor. Rasûlullâh Efendimizʼin “raûf ve rahîm” esmâsı telkin ediliyor. Demek ki merhamet, bu da vicdâna bağlı keyfiyet. Yani vicdan varsa merhamet.

Vicdan nedir? ”وَجَدَ/يَجِدُ/وِجْدَاناً” Kendini kendinde bulmaktır. Yani vicdan, insanlığımızın şahididir. Yani vicdânı olan, insandır, merhamet sahibidir.

Müʼminin fârik vasfı merhamettir. Merhamet; esirgemek, şefkat etmektir; acımak ve insaflı davranmaktır; kalp inceliği, gönül yumuşaklığıdır. Merhamet, Allâh’ın Rahmân sıfatının bir tecellîsidir. (Bkz. Tirmizî, Birr, 16)

Ben, daha net anlaşılması için bir misal, bir-iki misal aktarmak istiyorum; merhamet nedir?

İstanbulʼda Aksarayʼda Vâlide Câmii var. Onu yaptıran, Pertevniyal Vâlide Sultanʼdır. Onu rüyâda, vefatından sonra güzel bir makamda görüyorlar.

“‒Hangi amelle bu mertebeye ulaştın?” diye soruyorlar. O da şu ibretli cevabı veriyor:

“‒Bir yağmurlu gündü diyor. Eyüb Sultanʼa gidiyordum ziyarete. Giderken baktım, kenarda bir su birikintisinde çırpınan bir kedi yavrusu gördüm. Bacı vardı yanımda, hizmetkârım. «Bacı dedim, şu kediyi al, bana getir.» dedim diyor. Bacı dedi ki: «Sultanım, o şimdi çamurlu, sizin de üstünüzü kirletir, benim de üstümü kirletir.»

Baktım, inmeye niyeti yok, zorlamadım. İndim, kendim aldım. İki ayağımın arasına koyarak hayvanı ısıttım. Hayvan da canlandı. Cenâb-ı Hak bu merhametim dolayısıyla, bana büyük bir, böyle güzel bir mevki verdi.”

Yine bu, ecdad bu merhamet üzerine çok vakıflar kurdu. 26.000 küsur vakıf kuruldu ecdâdımız tarafından. Bunların da nüvesini teşkil eden, merhametti. Nasıl bir, ecdad nasıl böyle bir işin nezâketine, zarâfetine, inceliğine vâsıl oldular, nâil oldular?

Efendimizʼde bu, müʼminin müʼmin kardeşleriyle olan çok hadîs-i şerîf var.

Yine, Ebû Bekir Sıddık -radıyallâhu anh-ʼın Efendimizʼden rivâyet ettiği, naklettiği bir hadîs-i şerîfte:

“Kim, Allâh’ın kıyamet günü kendisini Cehennem’in şiddetinden korumasını, (Arş’ının) gölgesinde olmasını istiyorsa, mü’minlere karşı kaba ve sert davranmasın, onlara karşı merhametli olsun!” (Bkz. Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, V, 129; Beyhakî, Şuabu’l-Îman, XIII, 538/10747. Krş. Müslim, Zühd, 74)

Demek ki beşerî münâsebetler çok mühim İslâmʼda.

Yine Efendimiz buyuruyor:

“Yalnız şakî (yani bedbaht) olan kimseler merhametten mahrum kalır.” (Tirmizî, Birr, 16; Ebû Dâvûd, Edeb, 58)

Yine bir, ibretli bir hâdise:

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- Mısırʼa tayin ettiği Mâlik bin Hârisʼe bir emirnâme gönderir. Bu çok ibretli. Orada şu ifadeler yer alır kısaca:

“İnsanlara, canavarın sürüye bakması gibi bakma. Onlara karşı kalbinde sevgi, merhamet ve iyilik duyguları besle. Çünkü istisnâsız bütün insanlar ya dinde kardeşin yahut da yaratılışta eşindir.

İnsanlar hata edebilir, başlarına iş gelebilir. Düşenin elinden tut. Kendin için Allâhʼın affını istiyorsan sen de insanları affet, onları hoş gör ve bağışla! Allâhʼa karşı aslâ günah işleyerek âsî olma. Affından dolayı da aslâ pişmanlık duyma. Verdiğin cezadan dolayı da sevinme!..”

Yine Efendimiz merhametten bahsediyordu. Sahâbî de:

“‒Biz yâ Rasûlâllah, hepimiz merhametliyiz.” Yani onda bir şüphen olmasın, gibi bir hâl aldı ifadelerinde. Efendimiz buyurdu:

“–(Benim kastettiğim) merhamet, sizin anladığınız şekilde merhamet değil. Yalnız birbirinize olan merhamet değil. Bilâkis bütün mahlûkâta âm ve şâmil, bütün mahlûkâtı kaplayan bir merhamettir, (evet, tekrar etti) bütün mahlûkâta şâmil merhamet!..” (Bkz. Hâkim, IV, 185/7310)

Velhâsıl demek ki hayvanlardan mesʼûlüz. Çünkü eğer insan bu dünyada olmasaydı, hayvan da bu dünyada olmazdı. Her hayvan, bize el-Musavvir, el-Bârî sıfatının tecellîsi olarak Cenâb-ı Hak onları bizler için halketti.

Demek ki bütün hayvanlar, bütün mahlûkat bizlere zimmetli. Yılan bile zimmetli. O da bize bir “Musavvir” sıfatının bir şeyi. Eli yok, ayağı yok, Cenâb-ı Hak ona bir hayat tarzı veriyor, insanlar ondan korkuyor.

Onu bile, eğer sana saldırırsa, onu öldürmeye eğer zaruret varsa onu da bir seferde vur, öldür diyor. Hayvana diyor, eziyet-işkence çektirme buyuruyor.

Yine, diğer bir Buhârî hadîsi, Buhârî ve Müslim hadîsi:

“Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu düşmana teslim etmez. (Kendi menfaati için onu bir düşmana teslim etmez.) Din kardeşinin ihtiyacını karşılayanın, Allah da ihtiyacını karşılar. Müslümandan bir sıkıntıyı giderenin Allah da kıyamet günü sıkıntısından birini giderir. Bir müslümanın ayıbını örtenin, Allah da kıyamet günü ayıbını örter.” (Buhârî, Mezâlim 3; Müslim, Birr 58)

Demek ki bir müʼmin, kısaca, merhametle yoğunlaşacak. Kendi için ne istediğini kardeşine de isteyecek. Yani bir, kapında, kar yağdı, hayvanlar açsa, onlardan kendini mesʼûl görecek. Rızkı veren Allah. Demek ki burada sana zimmetli kılıyor hayvanları, senin elinden vermeni istiyor.

İkincisi “şefkat”:

Bu da yakın. Yani Cenâb-ı Hak âyette, Hicr Sûresiʼnde:

“…Müslümanlara şefkat ve tevâzu kanadını indir.” (el-Hicr, 88) buyuruyor.

Bir Mudar Kabîlesi geldi. Perişan bir kabileydi. Ne üstte var, ne başta var. Efendimiz onları bir gördü; rengi sapsarı oldu.

“–Bilâl, ezan oku.” dedi. Bilâl ezan okudu. Sahâbe toplandı -radıyallâhu anhüm-. İki rekât bir namaz kıldırdı.

“–Herkes neyi varsa getirsin.” dedi. Neyi varsa, kimi çuvala doldurarak getirdi. Kiminin hiçbir şeyi yok, biraz evinde hurma var, iki avucuna hurma aldı, hurma getirdi. Efendimiz müslümanların bu şefkat, bu merhamet şeyini görünce, Efendimiz’in o sararan sîmâsı pembeleşmeye başladı. (Bkz. Müslim, Zekât, 69)

Yine, İslâm’ı tebliğ için Tâif’e gittiği zaman, câhil, putperest, egoist Tâifliler Efendimiz’i taşladı. Dağlar meleği gelerek:

“–Yâ Rasûlâllah! İki dağı çarpalım dedi. Helâk olsunlar!” dedi.

Efendimiz merhamet peygamberi. Tebliği duymayanlar var, daha dünyaya gelecek insanlar var… Dağlar Meleği’ne şunu söyledi:

“–Hayır, ben Cenâb-ı Hak’tan, onların soylarından sadece Allâh’a ibadet edecek, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayacak bir nesil getirmesini isterim.” buyurdu. (Bkz. Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 7; Müslim, Cihâd, 111)

Hakîkaten öyle bir nesil de geldi.

Yine, Efendimiz’in ayrı ayrı duâları var, bu merhamet üzerinde.

Diğer bir husus; “amel-i sâlih sahibi olabilmek”:

Amellerimizin sâlih olabilmesi. Cenâb-ı Hak bizden sâlih amel istiyor, riyâsız amel istiyor. Tabi bunun da en başta sâlih amel olabilmesi için de tabi, birçok şeye dikkat etmek lâzım.

–Kazancımıza dikkat etmek lâzım.

–Gözümüze, kulağımıza…

–Kalbimizdeki birtakım düşünceleri bertaraf etmemiz lâzım.

Ebû Hüreyre’nin naklettiği hadîs-i şerîfte:

“Allah sizin sûretlerinize ve mallarınıza bakmaz, ancak kalplerinize ve sizin amellerinize bakar.” (Müslim, Birr, 34)

“Üç şey (mezara kadar) takip eder. (Ailesi takip eder mezara. Malı vardır dünyada, o da vardır. Üçüncüsü; ameli takip eder.) İkisi döner (gömer, akrabası döner, mal da dünyada kalır, mirasçılar onu paylaşmaya çalışır, didinirler.) Tâ ki kendisi, o amelleri (ile o yolculuğa çıkar.)” (Bkz. Müslim, Zühd, 5)

Tabi, Münker-Nekir’e cevap vardır. Eğer sâlih, ameli sâlih kimse ise, o cevaptan sonra güzel bir, kabirde silüet görür, sevinir, huzur bulur.

“–Sen kimsin benim zor zamanımda?” der. Yani bana bir gurbet arkadaşı oldun, gibi…

O da der ki:

“–Senin dünyada işlediğin amel-i sâlihlerinim.”

Vefât eden sevinir, huzur bulur.

Ona iki pencere açılır, Cennet’ten, Cehennem’den.

“–Sen der, dünyadayken Cennet’i tercih ettin der. Amel-i sâlih üzere oldun daima.”

Eğer fâsık insan için, o da Münker-Nekir’e doğru dürüst cevap veremez, çirkin, iğrenç silüet görür:

“–Sen kimsin der benim bu zor ânımda?”

O da der ki:

“–Senin dünyadayken kötü yaptığın amellerdir.”

İki pencere açılır:

“–Sen dünyadayken Cehennem’i istedin.” denir. (Bkz. Hâkim, Müstedrek, I, 93-95/107. Krş. Ahmed, IV, 287, 295; Heysemî, III, 50-51)

Cenâb-ı Hak cümlemizi muhafaza eylesin.

Velhâsıl “İkisi döner, biriyle yolculuk devam eder.”

Nereye kadar? Sonsuza kadar.

Bu kabir, şeyde mühim çok. Efendimiz sık sık duâsı:

اَللّٰهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنْ عَذَابِ الْقَبْرِ وَمِنْ عَذَابِ النَّارِ

(“Ey Allâh’ım! Kabir azâbından ve Cehennem azâbından Sana sığınırım…” [Buhârî, Cenâiz, 88; Müslim, Mesâcid, 128-134])

Hattâ Sa‘d vardı, onu defnettiler. Sa‘d… Efendimiz’in rengi sarardı.

“–Yâ Rasûlâllah! Ne hâl oldu?” denilince:

“–Kabir, Sa‘d’ı sıktı da sıktı buyurdu. Sonra açıldı, Sa‘d ferahladı.” Efendimiz buyurdu ki orada:

“Sa‘d dedi, ashâb-ı kirâmın sâlihlerindendi.” (Bkz. Taberânî, el-Muʻcemu’l-Kebîr, X, 334; Heysemî, III, 46)

Herkes kendine göre bu “عَذَابِ الْقَبْرِ وَ عَذَابِ الْاخِرَةِ”i mîzân etmesi demek ki zarûrî.

Bu yaşlılar için:

Bir şahıs iki kardeşi görüyor rüyâsında. Bir kardeş şehid olmuş, diğer kardeş de daha uzun ömürlü olarak yaşamış. Fakat uzun ömürlü yaşayan kardeşi daha güzel mevkide görüyor gören. Rasûlullah Efendimiz’e geliyor:

“–Yâ Rasûlâllah! Şehid daha önce değil miydi?” diyor.

“–Evet diyor, öyle ama diyor, şehidin diyor, vefatıyla diyor, artık amel-i sâlihleri bitti diyor. O âbisi diyor, amel-i sâlihlerle, oruç, namaz vs. amel-i sâlihlerle onun mükâfâtı devamlı kazancı arttı.” buyuruyor. (Bkz. Ahmed, I, 163)

Bu da yaşlı olan kişilere bir müjdedir. Demek ki yaşlandıkça acziyet başlar, zorlaşır ama, demek ki ecirler de o şekilde artmış olmuş oluyor.

Tabi burada amellerin şey olması, bu çok mühim.

Yani Cenâb-ı Hak buyuruyor, yani gösterişten kaçınma, bir câmi yaptın, şey yaptın, kendi ismini koymaktan kaçınma. Yahut kendini mânevî hizmetlerde bulunmakla övünme. Çünkü tevhid akîdesinin ortaklığa tahammülü yok.

Onun için Rabbimiz buyuruyor ki Bakara Sûresi’nde 264. âyette:

“Ey îmân edenler! Allâh’a ve âhiret gününe inanmadığı hâlde insanlara gösteriş olsun diye malını harcayan kimse gibi sadakalarınızı başa kakmak, gönül kırmak sûretiyle boşa çıkarmayın…” (el-Bakara, 264)

Bu da çok mühim. Demek ki Ebu’l-Leys Semerkandî Hazretleri:

“Sadaka, zekât, infak verirken, bir teşekkür edâsı içinde verin diyor. Çünkü diyor, verdiğiniz fakirden siz daha muhtaçsınız diyor. Siz onun dünyevî ihtiyacını görüyorsunuz, onu vermek sûretiyle يَأْخُذُ الصَّدَقَاتِ (“…Sadakaları (Allah) alır…” [et-Tevbe, 104]) o da, verdiğiniz sadakalarla, siz kendi istikbâlinizi orada kazanıyorsunuz.” buyuruyor.

Yine hadîs-i şerîfte:

“Allah, sadece samimî bir şekilde, kendi rızâsı gözetilerek yapılan amelleri kabul eder.”  (Nesâî, Cihâd, 24)

Fakat bu tabi zaruret var, burada, yani açık verme zarureti var, o zaman cevaz var ona.

“تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ” En hayırlı ticâret. (Bkz. Fâtır, 29)

Eğer gizli, fakat bu mümkün değilse gizli; birtakım fiilî zaruretler varsa, açık vererek de kalbi muhafaza etmek lâzım.

Diğer bir husus, Rasûlullah Efendimiz’e benzemek, “hayâ sahibi olmak”:

اَلْحَيَاءُ مِنَ الْاِيمَانِ

(“Hayâ îmandandır…” [Buhârî, Îmân, 16])

Efendimiz, o kadar hayâ… Hayatın her tarafını kaplaması lâzım, bir yerde değil.

Rasûlullah Efendimiz yüksek sesle konuşmazlardı. İnsanın yanından yavaşça ve tebessüm ederek geçerlerdi.

Hoşlanmadıkları, kaba söz işitince, insanların yüzlerine karşı bir şey söylemezlerdi. Fakat Efendimiz’in yüz/sîmâsının hâlinden ashâb-ı kirâm hoşlanmadığını anlarlardı. Onun için Efendimiz’in yanında konuşmalarında çok ihtiyatlı olarak ashâb-ı kirâm davranırlardı.

Efendimiz, çok yüksek duygu içinde oldukları için, aşırı şekilde bir gülmezlerdi. Yalnız daima tebessüm hâlinde bulunurlardı.

Ebû Kursâfe diyor:

Annem ve teyzem diyor, Rasûlullâh’ın -ben çocuktum- diyor, ayrılırken, annem ve teyzem dedi ki:

“–Oğlum, biz böyle bir insan görmedik. Bu kadar sîmâsı güzel, üstü tertemiz, sanki konuşurken ağzından nur saçılıyordu.” (Heysemî, VIII, 279-280)

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

Yine sahâbenin ifadesine göre; örtüsüne bürünen genç bâkire bir kız gibiydi, hayâ olarak, edep olarak.

Yine bu, hayâlı kimseler hakkında çok hadîs-i şerîfler vardır. Yine, birini ben bahsedeyim:

“Her dinin (kendine has) bir karakteri vardır; İslâm’ın karakteri de hayâdır.” (İbn, Mâce, Zühd, 17)

Yine Efendimiz buyuruyor:

“Bu, sizin anladığınız gibi değildir (hayâ)! Allah’tan hakkıyla hayâ etmek (her türlü günah ve haramlardan) korumak, ölümü ve (toprak altında) çürümeyi unutmamak, hatırda tutmak. Âhireti arzu eden, dünyanın süsünü terk eder. Kim bu şekilde davranırsa Allah’tan gereği gibi hayâ etmiş olur.” (Bkz. Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 24; İbn Hanbel, I, 387)

Ömer bin Abdülaziz’in iki buçuk senelik bir halifeliği vardı. Bir arkadaşı geldi:

“–Ben dedi, Ömer bin Abdülaziz’i görmek istiyorum. Ben onun arkadaşıyım.” dedi.

Haber verdiler, “buyursun” dedi. Geldi, şöyle bir baktı hayretle:

“–Ömer bin Abdülaziz dedi, bu müheykel vücut dedi, ne oldu buna dedi, bak, sırtından kamburun çıkmış dedi, iki buçuk senede.”

Ömer dedi:

“–Geç dedi, geç dedi, sen bana iki tane hadîs-i şerîf oku da ferahlayayım dedi. Sen benim bu hâlime hayret ettin dedi, bir de kabrim açıldığı üç gün sonra kabrimi açsalar o zaman benim esas hâlimi görsen.” dedi.

Nasıl bu:

اَللّٰهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنْ عَذَابِ الْقَبْرِ وَمِنْ عَذَابِ النَّارِ

(“Ey Allâh’ım! Kabir azâbından ve Cehennem azâbından Sana sığınırım…” [Buhârî, Cenâiz, 88; Müslim, Mesâcid, 128-134])’nin bir şuuru içinde.

Tabi hayâ…

“Kaba söz, ayıptan başka bir şey getirmez.” buyruluyor. (Müslim, Birr, 78; Ebû Dâvûd, Cihâd, 1)

Tabi bugün edep de çok mühim. Gerek erkekte edep, gerek hanımda edep, maalesef zaafa uğradı.

Gözde iffet olacak. Kulakta iffet olacak. Ağızda iffet olacak. Velhâsıl bütün uzuvlarda iffet olacak.

Bugün de -maalesef- bilhassa evlâtlarımıza birtakım yanlış telkinlerden, internetin yanlış çıkmaz sokaklarından, televizyonun bazı sakat programlarından evlâtlarımızı korumamız lâzım. Bu da bir babanın-annenin en zor işi bugün.

Efendimiz o kadar, öyle bir hayâlı idi ki; “Niçin böyle yapıyorsun sen?!” demezdi. “Bana ne oluyor ki ben böyle görüyorum?” (Bkz. Buhârî, Menâkıb 25, Eymân 3; Müslim, Salât, 119; İbn-i Hibbân, IV, 534)

Yani galat-ı ru’yeti kendine izâfe ederdi. Bazen de; “Falan falana ne oluyor ki -uzağa atardı, gayba atardı- böyle böyle yapıyor?” derdi.

Diğer bir husus, hepsi birbirinin benzeri; “cömertlik”:

Cömertlik, sadece bir parayı dağıtmak, maddeyi dağıtmak değildir.

“Mallarıyla-canlarıyla Cennet’i satın aldılar.” buyruluyor. (Bkz. et-Tevbe, 111)

Sahâbînin Çin’e gitmesi bir cömertlikti. Semerkand’a gitmesi cömertlikti. Afrika’ya girmesi bir cömertlikti. Kayrevan’a gitmesi cömertlikti. İslâm’ı tebliğ için insan bulunan her yere gitmesi bir cömertlikti.

Tabi bunun başında hem maddî, hem mânevî iki taraflı, mü’min diğergâm olacak. Kendi için istediğini, Allâh’ın kendisine verdiği nîmetini tevzî için gayret edecek. Zira Cenâb-ı Hak:

ثُمَّ لَتُسْـَٔلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ

“…O gün (verdiğimiz) nîmetlerden sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8) buyuruyor.

İşte Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî, 80 küsur yaşında; Efendimiz’e misafirperverlik etti, gazvelerde bulundu, onu kâfî görmedi, İstanbul’a kadar geldi. Vefât ederken ayağını attığı son noktayı işaret edip;

“Benden sonra gelen asker, daha öteye geçsin, İslâm’ı tebliğ etsin.” buyurdu.

Buyruluyor; imkânlarıyla birçok şeyi satın alıp mahzun gönüllere giremeyen insanların hâli, perişanlıktır, buyruluyor.

Velhâsıl gönül bir dergâh hâline gelecek. İmkânlar nisbetinde, bütün ümmetin derdi, kendinin içinde olacak. Yani -tâbir câizse- onun gönlünde mahşer kaynayacak. İşte evliyâullâh’ın durumu buydu. Kendisini bütün insanlıktan mes’ûl görüyordu. Onun için Mevlânâ, yoldan çıkan insanları bile davet ediyordu, onları kurtarırım diye. Yani nasıl bir denize düşen bir kişiye, boğulan birine bir cankurtaran simidi atılır; Mevlânâ da onun şeyiyle:

“بَازآ بَازآ هَرْ آنْچِه هَسْتِی بَازآ” diyordu.

“Gel, geri dön gel diyordu. Neysen de geri dön gel.” diyordu.

گَرْ کَافِرُ و گَبْرُ و بُتْ پَرَسْتِی بَازآ

“Putperestsen de küfür ehliysen, yine gel.” diyordu.

Niye? Ona bir emr-i bi’l-mârûf’ta bulunacak. Hâliyle bir İslâm’ı tebliğ edecek.

اِینْ دَرْگَهِ مَا دَرْگَهِ نَوْمِیدِی نِیسْتْ

“Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir.”

صَدْ بَارْ اَگَرْ تَوْبَه شِکَسْتِی بَازآ

“Yüz kere tevbeni bozsan yine gel.” diyordu.

Demek ki bu nedir? Bir feryattır bu. Bu, cömertliğin bir feryadıdır bu. Yani bir müslüman, devrin akışından kendisini mes’ûl görecek. Bugün de çok ihtiyaç var.

“Cömert, Allâh’a yakındır, Cennet’e yakındır, insanlara yakın, ama Cehennem’den uzaktır…” (Tirmizî, Birr ve sıla, 40)

Yine bir Gazâlî’nin İhyâ’sında rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîf vardır. Orada:

“Siz, cömerde ta‘n etmeyin buyuruyor. Siz, cömerde ta‘n etmeyin. Cömert eğer sürçerse, Allah onu (mecâzî olarak) elinden tutup kaldırır.” (Heysemî, VI, 282)

Onu da görüyoruz; cömert insan, o da eninde sonunda bir hidâyet buluyor. Fakat pinti insan da -Allah korusun-.

Câbir buyuruyor:

“Efendimiz diyor, bir şey istendiği zaman, O’nun lügatinde «hayır» yoktu.” diyor. (Bkz. Müslim, Fedâil, 56)

Tevzî ederdi, bir garip daha gelirdi, önünde mahzun mahzun dururdu. Efendimiz de bir şey veremediği için utanırdı. Bir ihtiyacını göremedi diye utanırdı. Biraz şöyle öbür tarafa doğru hafifçe dönerdi utancından, veremediği için utancından, onun ihtiyacını göremediği için utancından. Cenâb-ı Hak “قَوْلًا مَيْسُورًا” buyuruyor.

“Eğer (diyor), hiçbir şey veremiyorsan, (hiçbir şey yok, “قَوْلًا مَيْسُورًا”) onun gönlünü tesellî edici birkaç söz söyle.” (Bkz. el-İsrâ, 28)

Biz ticaretteyken görürdük. Kimi meselâ? Bir sâil gelir, bir şey isterdi. Ona; “Allah versin, Allah versin, hadi devam, zaten dün verdik ya, geçen verdik ya.” derdi.

Bir gün, bizim, ticaretle meşgulken, rahmetli Mûsâ Efendi dükkâna gelmişti. Bir tezgâhtar öyle dedi:

“–Yâhu daha dün verdik dedi, her zaman istenir mi?” dedi.

Peder duydu:

“–Gel oğlum dedi buraya!” çağırdı o tezgâhtarı.

“–Bak dedi, biz sabahleyin kahvaltı ettik mi, ettik. Şimdi öğlen yemek yiyeceğiz, akşam yine yiyeceğiz. Bak, Cenâb-ı Hak’tan biz devamlı istiyoruz. O ise senden iki günde bir istiyor. Onun için daima sâili çevirmemek lâzım.”

Mahrum da iffeti dolayısıyla isteyemeyen, gidip de onu bulmak lâzım. “اَلسَّائِلِ وَالْمَحْرُومِ” buyruluyor. (Bkz. el-Meâric, 25; ez-Zâriyât, 19)

Yine Efendimiz çok sevinirdi ikramdan. Bir kurban kesildi.

“–Yâ Âişe! Ne yaptın bu kurbanı?” dedi.

“–Yâ Rasûlâllah, siz kürek kemiğini seviyorsunuz, bir kürek kısmını bıraktık, gerisinin hepsini dağıttık.” dedi.

“–Yani demek ki hep dağıttığın bizim oldu.” dedi. (Bkz. Tirmizî, Kıyâme, 33)

Bize bıraktığın kürek kemiği bizim olmadı. Çünkü bizden çıkacak. Fakat dağıttığın her şey Arş-ı Âlâ’ya çıkacak.

Dâvud-i Tâî Hazretleri’nde var bu. Bir talebesi geliyor, et getiriyor. Ete bakıyor, talebesine bakıyor.

“–Efendim diyor talebe, ben bunu zor elde ettim diyor. Sizi çok seviyorum diyor. Size ikram etmek için getirdim bunu.” diyor.

Tabi şimdi Dâvud-i Tâî, reddetmek de… Nasıl reddedecek gönlünü kırmadan?

“–Oğlum diyor, şu iki yetimden ne haber?” diyor. Ne güzel bir firâset!..

“–Efendim, o iki yetim, bildiğiniz gibi.” diyor.

“–Bak yavrum, o zaman, şimdi onu ben yersem bir müddet sonra benden dışarı çıkacak. Fakat sen daha bunun, daha kabul bir yere gitmesini istiyorsan, eğer o iki yetime verirsen, o zaman bu verilen, Arş-ı Âlâ’ya çıkacak.”

Demek ki burada ne görüyoruz? Dâimâ bir mü’min, cömertlikte fedakâr olacak.

Yine, Âişe Vâlidemiz bir şeyi sayarak veriyordu. Efendimiz müdahale etti:

“–Âişe dedi, yavaş ol dedi. Bu kadar dedi, hesap etme dedi. Yoksa Allah da sana dedi, sayarak verir.” dedi. (Bkz. Nesâî, Zekât, 62)

Demek ki bu, cömertliğin şeyi. Demek ki sevinerek, saymadan vermek. Tabi bu, yüksek derece oluyor. Bizler için değil.

Hendek Harbi’nde büyük bir kıtlık vardı. Soğuk vardı, açlık vardı. Câbir, Efendimiz’i gördü, aç. Velhâsıl Efendimiz’i davet etti. Uzun… Sohbetlerde bahsetmiştik daha evvel. Fakat yalnız gitmedi. Efendimiz cemaati topladı, hepsi açtı Hendek’te, büyük bir imtihan vardı. Velhâsıl elde olan az bir oğlakla arpa ekmeği vardı. Kendisi dağıttı. Belki üç yüz kişi rivâyete göre, kendisi yemeden dağıttı.

Zira buyruluyor; “Beden yemekle doyar, ruh ise yedirmekle doyar.” Efendimiz hep yedirmekle doyardı, infak etmekle huzur bulurdu. En mühimi; hidâyete getirmekle huzur bulurdu.

Hidâyete getirmek, en büyük merhamettir insanları. Yani onu kendinden mes’ûl görmek. Allah sana hidâyet verdi, nûra kavuşturdu, senin de vazifen, Allâh’ın verdiği nîmeti infak etmen, insanları hidâyete kavuşturmak için gayret etmen.

Abdullah bin Selâm anlatıyor:

Ben diyor, hahambaşıydım diyor yahudilerin. Merak ettim diyor. Bu, Kuba’da diyor, herkes karşılarken ben de bulundum diyor. Şöyle bir baktım, seyrettim diyor. Dedim; “Bu insan yalan söylemez.” dedim diyor.

Samimiyetteki in’ikâs.

Hâlâ Rasûlullâh’ın sözleri hatırımdadır diyor. Şöyle buyurdu:

“Ey insanlar! Selâmı yaygınlaştırın…”

Ne yapar selâm; bir dostluk getirir.

“Es-Selâmu aleyküm!” diyorsun, “Allâh’ın selâmı üzerine olsun!” diyorsun, duâ ediyorsun kardeşine. O da:

“Ve aleyküm selâm!” diyor. O da sana duâ ediyor, “Allâh’ın selâmı üzerine olsun!” diyor.

“Selâmı yaygınlaştırın. (Hemen ikincisi) yemek yedirin…”

Birincisi, selâmla kardeşlik artacak; yemek yedirin, o da kardeşliği artıracak. Üçüncüsü, kendinin feyz ve rûhâniyetle dolması için:

“…İnsanlar uykudayken gece namazı kılın ki selâmet içinde Cennet’e giresiniz.” buyurdu. (Bkz. Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme, 42)

Abdullah bin Selâm bunları rivâyet ediyor. İlk diyor, Allah Rasûlü’nden duyduğum tebliğ bunlardı diyor.

Efendimiz, bu, misafire ikrama da çok ehemmiyet verirdi. Evine sorardı, sudan başka bir şey olmadığı denilince, ashâb-ı kirâma dönerdi. Baştan kendisinden.

Yine ashâb-ı kiramdan bir misal. Ebû Talha dedi:

“–Bu misafiri ben alayım.” dedi. Eve gitti

“–Ne var?” dedi.

“–Az bir şey yemek var dedi, çocuklara kadar.” dedi.

“–Sen çocukları uyut o zaman dedi, feneri de söndürelim hafif dedi, kısık; misafire yedirelim.” dedi.

Çocuklar da aç, kendisi, ailesi de aç.

Efendimiz sabahleyin:

“–Allah sizden râzı oldu.” buyuruyor. (Bkz. Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 10, Tefsîr 59/6)

Demek ki nedir bu? Kendinden fedakârlık ederek ikram etmek.

Yine Efendimiz’e Habeşistan’dan misafirler geldi. Efendimiz, onlara hizmet etmeye başladı. Sahâbî dedi ki:

“–Yâ Rasûlâllah! Biz hizmet ederiz. Siz zahmet buyurmayın.”

“–Yok dedi, bunlar dedi, benim ashâbıma hizmet etti.” (Bkz. Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, VI, 518, VII, 436)

Bir vefâ…

Yine, Ebû Hüreyre buyuruyor:

“Efendimiz birden fazla amel arasında, “yemek yedirmeyi” de tavsiye etmiştir.” (Bkz. İbn-i Hibbân, Sahîh, II, 261)

Yine bu, bir misafirliğe gittik, yemek yedik içtik, ondan sonra çıkarken de, Efendimiz buyuruyor, “o ev sahibine duâ edin” buyuruyor. (Bkz. Ebû Dâvûd, Et’ıme, 54)

Ne kadar güzel!..

Diğer, Efendimiz’in bir hususiyeti; “ahde vefâ”:

Bizde ne kadar ahde vefâ var? Yani bir kardeşimiz bize bir emânet verse, ona vefa göstermeye çalışır; “Bu benim kardeşim deriz, bana emanet verdi.” deriz.

Efendimiz ümmetini çok seviyordu. Bir ananın-babanın sevmesinden daha çok seviyordu.

“Kabirde diyor, kıyamete kadar «ümmetî, ümmetî» diyeceğim.” buyuruyor. (Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XIV, 414)

Fakat bize “İki emânet bıraktım buyuruyor, Kur’ân ve Sünnet’imdir.” (Muvatta’, Kader, 3)

Ne kadar Kur’ân-ı Kerîm’i yaşayacağız, yaşatacağız, emek vereceğiz, Sünnet-i Seniyye’ye de hâkezâ…

Yine Efendimiz buyuruyor, Ahmed bin Hanbel naklediyor:

“Emanet duygusundan mahrum olanın îmânı yoktur. Ahde vefâ göstermeyenin dîni yoktur.” (İbni Hanbel, III, 134)

Demek ki burada bir ehemmiyet burada bildiriliyor.

Efendimiz buyuruyor:

“Kendi adınıza altı şeyi bana garanti edin, ben de size Cennet’i garanti edeyim:

(Bir) konuştuğunuzda doğru söyleyin…”

Cenâb-ı Hak ne buyuruyor Furkan Sûresi’nde:

“Yalan yere şahitlik etmezler…” (el-Furkân, 72) Eğrilmezler, bükülmezler, yamulmazlar. “Konuştuğunuzda doğru söyleyin.”

“…(İkincisi) söz verdiğinizde yerine getirin. (Söz, bir borçlanmadır.) Size (bir şey) emanet edildiğinde onun gereğini yapın…

Emânete sahip olmak. Tabi en mühim burada, onu da düşüneceğiz, evlâtlar, baba-anneye bir emânet.

“…(Üçüncüsü) namusunuzu muhafaza edin.

Gözlerinizi (bakılması yasak olandan) çevirin…”

Bugün bu çok zor. Çünkü manzaralar güzel değil. Onun için;

“–Ne yapmamız lâzım?” diye bana soruyorlar. Diyorum ben de;

“–Gençler! Her arabanın plakası var. Fakat siz plakayı okuyor musunuz? Okumuyorsunuz. Demek ki plakaları okumayın!”

Onun için kendimizi korumaya gayret edelim.

“…(Üçüncüsü de) ellerinize sahip olun.” buyruluyor. (Bkz. İbni Hanbel, V, 323)

Yine uzun, Efendimiz’in çok şeyleri var… Efendimiz, nasıl güzel bir mektep kurdu, nasıl onun mektebi, o mektebin talebesi, Efendimizʼin mektebinin talebesi olabilmek, Ashâb-ı Suffe gibi, Dâruʼl-Erkam gibi.

Diğer husus Efendimizʼin müʼminler için, “affetmek”:

Bir müslümanla bir müslüman arasında burûdet olmayacak. “Aranızı düzeltin!” buyuruyor Enfâl Sûresiʼnde. (Bkz. el-Enfâl, 1)

“Ben haklıyım!” Yok o!.. Kaldıracaksın “ben haklıyım”ı. “Aranızı düzeltin” buyruluyor. Arkadan; “…Eğer siz Müslümansanız.” (Bkz. el-Enfâl, 1) buyuruyor, sert bir tehdit geliyor.

Nur Sûresiʼnde orada bahsediliyor uzun uzun, Âişe Vâlidemizʼe iftira atıldı. Cenâb-ı Hak tenzih, tenzih etti Âişe Vâlidemizʼi. Bu iftira atanlardan biri de Ebû Bekir Efendimizʼin çok sadaka verdiği birisi çıktı. Ebû Bekir -radıyallâhu anh- dedi ki:

“‒Ben bundan sonra buna dedi, sadaka vermeyeceğim.” dedi.

İftirâ, çok büyük bir cürüm. Cürümlerin en cürümü. Çünkü iftirâ atılan, Rasûlullah Efendimizʼin ailesi. Kur’ân-ı Kerîmʼde belirtilen “ümmehât” ümmetin annesi. Âdem -aleyhisselâm-ʼdan beri gelen en iffetli bir aile. Ebû Bekir Efendimizʼin kızı.

“‒Ben sadaka vermeyeceğim.” dedi Ebû Bekir Efendimiz. O kadar… Cenâb-ı Hak Nur Sûresiʼnde:

“Allâhʼın sizi affetmesini istemez misiniz?” (en-Nûr, 22) buyuruyor.

Ebû Bekir Efendimiz:

“‒Evet, Allâhʼın beni affetmesini isterim.” dedi. Yine sadaka vermeye devam etti.

Yine bu, çok…

Hazret-i Hamzaʼnın… Mekke Fethiʼnde Habeşli Vahşî geldi, Hind geldi. Hind sordu, bir rivâyette arkasına geçti Allah Rasûlüʼnün:

“‒Bizim için ne var?” dedi.

“‒Af var.” dedi Efendimiz.

“‒Ne mübârek bir şahsiyetsin dedi, ne güzel bir kardeşsin.” dedi. (İbn-i Hişâm, IV, 32; Vâkıdî, II, 835; İbn-i Sa‘d, II, 142-143)

Hebbâr bin Esved geldi, Efendimizʼin kızını, Zeynebʼi deveden düşürerek şehid eden. Kelime-i tevhid ile geldi. Efendimiz; “kızıma niçin böyle yaptın” demedi. (Bkz. Vâkıdî, II, 857-858)

Velhâsıl demek ki bu af çok mühim. Yani affede affede affedilmeye lâyık hâle gelebilmek.

Âişe Vâlidemiz buyuruyor:

“Allah Rasûlü hiç kimseye kendisi için bir kötü hisler içinde bulunmazdı. Fakat Allâhʼın bir emri çiğnendiği zaman, o zaman emr-i ilâhî yerine getirilinceye kadar, (bir damar çıkardı alnında) sâkin olmazdı.” (Bkz. Buhârî, Hudûd, 42)

Yine bu da çok mühim. Abdullah bin Ömer anlatıyor:

Bir adam geldi:

“‒Yâ Rasûlâllah! Hizmetçiyi (işlediği bir hatadan dolayı) kaç kere affedeyim?”

Efendimiz bir müddet sükût etti. Ondan sonra:

“‒Affedebildiğin kadar affet dedi. Her gün yetmiş kere affet.” dedi. (Bkz. Tirmizî, Birr ve sıla, 31; Ebû Dâvûd, Edeb, 123-124)

Yani burada ne var? Burada demek ki müstahdemine karşı mûnis davranacaksın. Olmadı, mizâcı değişik; onu güzellikle göndereceksin, gönlünü alarak göndereceksin. Yani kalp kırma yok.

Tevâzu”:

Bu da çok mühim. Bu, tevâzu zor. Bu benliği bertaraf etme, ilâhî kameranın altında olduğunu idrâk edebilme, bir hiç olarak geldiğini düşünme.

Ne verdiyse sana Allah lûtfetti. Furkan Sûresiʼnde Cenâb-ı Hak:

“İbâdurrahman (Allâhʼın rahmetinin tecellî ettiği kullardan bahsederken birinci olarak) yeryüzünde mütevâzı olarak dolaşırlar…” (el-Furkân, 63) buyuruyor.

İkinci maddede;

“…Câhillerle karşılaştığı zaman «selâmâ» derler (bir tebessümle) geçerler.” (el-Furkân, 63)

Velhâsıl bu tevâzu çok mühim.

Birisi geldi Mekke Fethiʼnde, titriyordu böyle.

“‒Titreme dedi, ben dedi, senin dedi, Mekkeʼde dedi, kuru ekmek yiyen komşunun ben yetimiyim.” buyurdu. (Bkz. İbn-i Mâce, Et’ime, 30; Taberânî, el-Mu’cemü’l-Evsat, II, 64)

Yine Ebû Hüreyreʼden:

“…Müslüman kardeşini küçük görmesi, kişiye kötülük olarak yeter…” (Müslim, Birr ve Sıla, 32)

Yani ibâdullâhʼı istihkār etmek. Onu yaratan Allah, seni yaratan Allah, aynı Allah. İstihkār değil; o sana zimmetli. Sen onun ihtiyacı varsa görmen lâzım.

وَيْلٌ لِكُلِّ هُمَزَةٍ لُمَزَةٍ

(“Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi âdet edinen herkesin vay hâline!” [el-Hümeze, 1])

Yazıklar olsun diyor hepsine Cenâb-ı Hak. Göz-kaş işareti yapar, alay eder vs. Maalesef toplumumuzda biraz zihinden muhtelse onu alaya alırlar. Onu alaya almamak lâzım. Onun gönlünü almak lâzım. Neye ihtiyacı varsa, onun gönlüne girecek birkaç güzel söz yahut birkaç ona hediye vermek lâzım vs…

Fâtihʼte bir hanımcağız vardı, sâlihât-ı nisvandandı. Annem rahmetli, ona sık sık giderdi. O anneme demiş ki:

“‒Kızım Feride demiş, bak demiş biraz zihninden muhtel olanlarla alay ederler, istihkār ederler, sen onların gönlünü al.”

Onun için, o kimselerle asla alay vs. şu bu değil, onların gönlünü almak lâzım. Bu, “meczubîn”in bir kısmı da bu durumdadır.

Doğru sözlü olmak”:

Ebû Hüreyre naklediyor:

“Îman ile küfür, doğruluk ile yalancılık, hıyânet ile emânet bir şahsın kalbinde bir araya gelmez.” (İbni Hanbel, II, 349)

Müʼminin kalbinde bir araya gelmez, mümkün değil. Hem müslüman olacak hem de yalan söyleyecek, emânete hıyânet edecek; mümkün değil o…

Furkan Sûresiʼnde yine Cenâb-ı Hak:

“Onlar, yalan yere şahitlik etmezler…” (el-Furkân, 72)

Yani ister kardeşi olsun, neyi olursa olun, yamulmazlar, eğrilmezler, bükülmezler. Onlar daima doğrudur, cetvel gibidir onlar.

Yine Efendimiz buyuruyor:

“Eğer bir satıcı (ticarette), doğru söyler ve gerekli açıklamalarda bulunursa, alışverişi bereketlendirilir.

Eğer yalan söyler ve kusurları gizlerse, alışverişinin bereketini yok eder.” (Nesâî, Büyû’, 4; Dârimî, Büyû’, 15)

Bugün maalesef bugün reklâmlar ne yapıyor? Biri on gösteriyor. Ne oluyor? Alışveriş de bereketini kaybediyor. Bir taraftan geliyor, bir taraftan gidiyor.

Hoş görmek, müsâmaha”:

Tabi hoş görmek, şahsına ait hoş görmektir. Yani umuma/âmmeye ait olan bir hatâyı hoş göremezsin. Onu elinle-dilinle onu kaldırmaya mecbursun.

Bir misal:

Bir bedevî geldi, mescide girdi, çömeldi, idrarını yaptı. Sahâbî elini kılıca götürdü böyle. Rasûlullah Efendimiz:

“‒Sâkin olun.” dedi.

Bir kova su getirin dedi, Efendimiz suyu döktü:

“‒Bak dedi, burası dedi mesciddir, burada dedi, böyle bir iş yapılmaz. Bu ihtiyacın geldiğinde bunu dışarıda yaparsın.” dedi.

Bedevî o kılıç şakırtılarını gördü, bir de Efendimizʼin bu mülâyim ifadesini gördü:

“‒Yâ Rasûlâllah dedi, Allah dedi, Senʼi beni, ikimizi affetsin.” dedi.

“‒Yok dedi Efendimiz, bak dedi, burada dedi bu kardeşlerinizi de, Allah bu kardeşlerinizi de affetsin diyeceksin.” dedi. (Bkz. Tirmizî, Tahâret, 112; Ebû Dâvûd, Tahâret, 136)

Bu çok mühim.

Abbad bin Şurahbil vardı. Bu, anlatıyor bir geçmişini:

Bir zamanlar diyor, fakir düşmüştüm diyor. Bunun üzerine diyor, Medîne bahçelerinden birine girdim diyor. Bir yerde hurma, bir yerde başak ovup yedim dedi, hem de torbama aldım onlardan dedi. Derken bahçe sahibi geldi, beni yakaladı dedi. Dövdü, torbamı elimden aldı. Ben de gidip gideceğim yer neresi? Rasûlullâhʼa gittim, Rasûlullah Efendimizʼe anlattım durumu dedi.

Rasûlullah Efendimiz bahçe sahibini çağırdı:

“‒Niye bu adamı dövdün dedi. O dedi, câhildi dedi, sen ona öğretmedin dedi, bu yaptığı işin kötü olduğunu öğretmedin dedi. O açtı dedi, sen doyurmadın.” dedi. Niye dövdün o zaman dedi.

Bahçe sahibi mahcup oldu. Efendimiz ikram etti, ayrıldı. (Bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd, 85/2620-2621; Nesâî, Kudât, 21)

Demek ki burada “câhilken öğretmedin”. Bu toplumumuz, buradan mesʼûlüz biz. Bazen kızıyoruz ama, esas kendimize kızmak lâzım. Biz bunlara öğretmek için müesseseler kurduk mu? Bunlara yaklaşabildik mi? Bilmiyor çünkü. Bilmediği için, birçok yanlış işlere giriyor. Velhâsıl bu çok mühim bir hassasiyet.

Onun için Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- diyor ki:

“–Siz diyor, susarak tebliğ edin.” diyor.

“–Yâ Halife! Nasıl susarak tebliğ edelim.” denilince;

“–Hâlinizle, ahlâkınızla.”

Yine bir hırsızlık oldu Ömer -radıyallâhu anh- zamanında. Tabi Ömer -radıyallâhu anh- tenfiz etmedi kısâsı. Tenfiz etmeyince birisi dedi ki:

“–Yâ Halife dedi, âyet var dedi, sen kısâsı tenfiz etmedin?” dedi.

“–Bir; dedi, kıtlık oldu dedi. Bu adam aç kaldı dedi. Esas dedi, ben dedi, o adama değil, bu adamı aç bırakanlara kısas yapmam lâzım.” dedi.

Demek ki bir mü’min, kendisini mes’ûl görecek. Ömer -radıyallâhu anh- ne yapıyordu, sırtında çuval taşıyordu. Un taşıyordu, bir garibin kapısına bırakıp gidiyordu. Öyle bir şeye girmişti ki, hassasiyete; “Dicle’nin üzerinde bir koyun düşse boğulsa, yarın adl-i ilâhî benden sorar.” diye kendisini muhâsebe etme durumundaydı.

Efendim, en mühim, “nezâket, zarâfet”:

Bugün de maalesef bundan uzak kaldığımız bir zamandayız.

Efendimiz’in örnek şahsiyeti, merhamet, nezâket, zarâfet, rikkat-i kalbiyyenin zirvesini teşkil etmişti. Kaba bir insan karşısında, daima ona, çok yumuşak olarak hareket eder, onu o şekilde tenvir ederdi. (Bkz. Müslim, Nüzür, 8; Ebû Dâvûd, Eymân, 21/3316; Tirmizî, Zühd, 50; Ahmed, IV, 239)

Yine bir gün mescide doğru, kıbleye doğru yaklaştılar. Kıblede bir tükürük gördü. Sahâbî diyor:

“Allah Rasûlü’nün o diyor pembeleşen sîmâsı, birdenbire sapsarı oldu diyor. Üzüldü çok diyor. Yani o kadar terbiye ediyor, yine bu nezaketsizlik… Biz onun üstünü kapattık diyor. Ondan sonra Rasûlullah Efendimiz’in rengi yerine geldi.” diyor.

Demek ki bir müslüman eğer bir şey gördüğü zaman onun muhakkak üstünü kapatması lâzım. Bu, Fâtih devrinde öyleydi. Mahallelere bekçiler koyardı. Bu bekçiler elinde kömür tozu ve kireç tozu taşırlardı. Herhangi bir güzel olmayan şey görünce onu kapatırlardı öyle.

Yine Efendimiz buyuruyor:

“…Nerede (nezâket) bulunursa (nezâket) orayı güzelleştirir…” (Bkz. Müslim, Birr ve sıla, 78)

Bugün Cenâb-ı Hak kâinâtı büyük bir nezâket telkini; o çiçekler… Her biri, kalbi olanla konuşuyor. Kara topraktan çıkıyor, renkleri, şekilleri, hepsi ayrı ayrı, hepsi bir tebessüm hâlinde. Onu koparıyorsun, vazoya koyuyorsun, güzel bir huzur vermesi için. Peki onu halkedene ne kadar bir şükredeceğiz, ne kadar teşekkür edeceğiz? Bir buket getirene teşekkür hâlindeyiz. Cenâb-ı Hak onu yaratmasaydı, kim kime götürebilirdi?

Efendimiz buyuruyor:

“…(Nezâketten) mahrum olan, hayırdan da mahrumdur. (Bkz. Müslim, Birr ve sıla, 74)

Bir bal arısına Rasûlullah benzetiyor. Nasıl bal diyor, çiçeklerin ortasından toplar, güzelce onu bir ambalaj yapar, kırk beş günlük ömrünü yahut az-fazla, az şey, o ambalajla insanlara takdim eder. Bir mü’min de bal arısı gibi olacak. (Bkz. Ahmed, II, 199; Hâkim, I, 147; Beyhakî, Şuab, V, 58; Süyûtî, el-Câmî, no: 8147)

-Allah korusun- bir fare gibi olmayacak. Fare ne yapar? Lağıma koşuyor, orada lezzet alıyor.

Bir kedinin önüne kebapları koy, kebapları yemeye iştahla koşar. Arkadan bir fare geçti; o yemekleri, o kebapları bırakır, fareye doğru gider.

Demek ki bu, sefih insanın durumu bu.

Yani bal arısı, istikâmetteki bir insanın durumu. Nasıl bir mesai içinde geçirecek Hak yolunda?

Demek ki bir bâtıldaki insanın durumu da, o da nasıl Allâh’ın lezzet kıldığı, helâl kıldığı şey varken, harama koşuyor. Rabbimiz muhafaza buyursun.

Müslüman daima mütevâzı olacak, temiz olacak, tertipli olacak.

Saçı-başı dağınık birisi gördü Efendimiz; hayret etti. “Niçin bu adam dağınık?” dedi böyle. (Ebû Dâvûd, Libâs, 14/4063; Nesâî, Zînet, 54; Ahmed, IV, 137)

Bugün de bakıyoruz işte topluma, nasıl gençlerin durumu? Îzahtan vâreste…

Yine Efendimiz o kadar nezâket sahibiydi ki; bir deve eti yenildi. Bir koku çıktı. Efendimiz:

“Abdesti bozulan abdest alsın.” demedi. “Deve eti yiyenler abdest alsın.” Yani bir kişinin mahcubiyetini örtmek için, ashâb-ı kirâma yeni baştan abdest aldırdı.

“Sû-i zan beslemek”:

Bu da aslâ yok.

Cenâb-ı Hak:

وَلَا تَجَسَّسُوا (“…Birbirinizin gizli hâllerini araştırmayın…” [el-Hucurât, 12]) buyuruyor. Tecessüs istemiyor. Kendimize tecessüs edeceğiz. Kendimizin hatâlarına bakacağız.

“Zandan kaçının…” buyuruyor Efendimiz. (Müslim, Birr ve Sıla, 28; Buhârî, Edeb, 57)

Efendimiz meselâ;

“Fısıldaşmak sûretiyle konuşmayın, buyuruyor. Fısıltıyla konuşursanız, öbürlerini rencide eder.” (Bkz. Müslim, Selâm, 38; Buhârî, İsti’zân, 47)

Mülâyimlik” vs. o da Efendimiz’de zirvedeydi.

Fakirlere Muâmele”: Bunun da Efendimiz kâ‘bına varılmaz bir durumdaydı.

“Aman Âişe diyordu, hiçbir şeyin yoksa, yarım hurma vermekle bile (Cehennem azâbından kurtul).” buyuruyordu. (Bkz. Tirmizî, Zühd, 37/2352)

Onun için bu fakirler çok mühim. Burada Mevlânâ Hazretleri’nin ve diğer evliyâullâh’ın çok ayrı ayrı şeyleri var.

Yetimlere Muâmelemiz”:

Bu da çok mühim. Yani bir çikolata almakla olmaz bu. Cenâb-ı Hak, Efendimiz’i babasız olarak getirdi. Daha doğmadan babası alındı. Doğduktan bir müddet sonra annesi alındı. Hem yetim hem öksüz olarak geldi. O’nu Cenâb-ı Hak terbiye etti.

Demek ki yetimin terbiyesi de ümmet-i Muhammed’in borcu. Onun için müesseselerin kurulması, bilhassa yetimlere, öksüzlere ayrı bir alâka gösterilmesi gerekir. Eğer göstermezsen, o, yanlış yollara gider. Yanlış yola giderse, ondan da sen mes’ûl olursun. Yani bir müslüman daima diğer müslümanların hâlinden mes’ûl olarak hissedecek daima.

Bu, yetimler hakkında çok âyet de var, hadîs-i şerîfler de var.

Diğer bir husus;

Hâle rızâ göstermek”:

Zenginsen zenginliğinin îcâbını yapacaksın. Rahmetli pederim derdi:

“Eğer Dolmabahçe Sarayı’nda oturmak -söz kabilinden- oturuyorsan, yine iktisat yapacaksın, asgarîde geçineceksin. (“قُلِ الْعَفْوَ” Cenâb-ı Hak “fazlasını ver” diyor. (Bkz. el-Bakara, 219)) İnfak edeceksin.”

Yani şâşaa, debdebe, aslâ bir israf çılgınlığı aslâ olmayacak.

Efendimiz’in odası mâlum. Tabi o, bizim için çok zor da, fakat dâimâ Efendimiz’in bir giysilerini, evinin geometrisini, evindeki eşyâyı da düşünmemiz lâzım.

İşte ashâb-ı kirâm, Efendimiz’in hâliyle hâllenmek istiyordu. Aramızdaki mesafe ne kadar?..

Adâlet”:

Bu da çok mühim. “العدل اساس الملك” (Adâlet, mülkün temelidir.)

Adâlet; âyetler de çok, hadisler de çok.

Efendimiz kendinden misal verirdi bazen. Bakî’ye gidildi, Efendimiz duâ etti orada. Döndü Ravza’ya geldi. Cemaati topladı:

“–Ashâbım dedi, (sırtından attı ridâyı) kimin sırtına vurmuşsam, işte sırtım dedi, gelsin vursun. Kimin malını almışsam bilmeden, işte malım, gelsin alsın.” (Bkz. Ahmed, III, 400)

İşte adâletin tevzii, hakkın tevzii, hukukun tevzii…

Sabır”:

Cenâb-ı Hak sabrı dünyada… Âhirette, Cennet’te sabır yok. Sabrın dünyevî tarafı acı, sabrın durumuna göre, fakat Cenâb-ı Hak, gelen-değişen şartlar altında; “…Namaz ve sabırla Cenâb-ı Hakk’a ilticâ edin…” (el-Bakara, 153) buyuruyor.

Bunun misalleri de çok tarihte. Meselâ Sâre Vâlidemiz. Firavun hemen sarayına aldı, tecâvüz etmek için. Hemen iki rekât namaz kıldı. Firavun’un yanına geldi, eli-ayağı titremeye başladı:

“–Aman dedi, bu kadını -sihir midir nedir- bu kadını hattâ Hacer’i yanına verin de buradan uzaklaşsın!” dedi.

Tabi bu neye göre? Senin kalbinin samimiyetine göre.

Şükür”:

En zor şey de bu şükür.

Bana bir âmâ talebem sordu.

“–Hocam dedi, şükür mü zor, sabır mı zor?”

Ben ne cevap vereyim, âmâ kendisi;

“–Oğlum dedim, duruma göre şükür zor, duruma göre sabır zor.”

“–Yok hocam dedi, bence dedi, sabır değil, şükür zor dedi. Sabır, zaten hayat geçiyor dedi. Zaten zaman akıp gidiyor dedi. Fakat şükür zor dedi, Allâh’ın verdiği nîmetlere…”

Âmâ diyor bunu. İslâm nîmeti, Allah Rasûlü’ne ümmet olma nîmeti, devamlı…

Demek ki Cenâb-ı Hak İnsan Sûresi’nde:

“İster şükredici ol, ister nankör ol.” buyuruyor. (Bkz. el-İnsân, 3) Serbestsin. Her şeyin şükrü. Gözün şükrü, kulağın şükrü, ağzın şükrü, Efendimiz’e ümmet olmanın şükrü, Allâh’ın verdiği “sayamazsınız” buyuruyor. (Bkz. İbrahim, 34)

“Göklerde ve yerde ne varsa âmâde kıldım.” buyuruyor. (Bkz. el-Câsiye, 13)

Velhâsıl bir şükür… Efendimiz bile hep şükür hâlinde olduğu hâlde, geceleri ayakları şişinceye kadar namaz kılardı. Âişe Vâlidemiz:

“–Yâ Rasûlâllah! Kendini bu kadar zorlama, Allah Sen’in geçmiş-gelecek her şeyini affetti.” deyince:

“–Yâ Âişe! Şükreden bir kul olmayayım mı?” buyurdu. (Bkz. Buhârî, Teheccüd, 16)

Demek ki bir kul daimâ şâkirînden olacak. Dâimâ şükür, elhamdü lillâh! Tabi bunu yaşayacak. Şu suyu içerken, Allâh’ın bir nîmetini düşünecek. Âyeti düşünecek. Cenâb-ı Hak soruyor:

“Ya diyor, bu suyu diyor, yukarıdan diyor, semâdan bir tuzlu olarak indirseydik, ne yapardınız?” diyor. (Bkz. el-Vâkıa, 70)

Menfî şeyler -Allah korusun-. Bu rûhânî istîdatlar, bunlar Efendimiz’in istîdatları. Bu, tezkiye ile bu kötü şeyler silinecek. Bunun başında ne geliyor -Allah korusun- “gurur, kibir” geliyor:

“Kalbinde zerre kadar kibir olan kimse Cennet’e giremez.” buyruluyor. (Müslim, Îmân, 147)

Kibir nedir? Ortaklıktır. Allâh’ın sana verdiği nîmeti, sen kendinden zannediyorsun onu. “Ben” diyorsun. “Ben” yasak. “Sen yâ Rabbi!” diyeceksin. Tevhid akîdesinin ortaklığa tahammülü yok.

“Cehennemliklerin kimler olduğunu size söyleyeyim mi? (buyuruyor Efendimiz. Tabi ahlâkını zaafa uğratanlar. Kimler onlar?) Katı kalpli, kaba, cimri, kurularak yürüyen kibirli.” (Buhârî, Eymân 9, Edeb 61)

Tak tak tak, öyle, “bana bakın” diye yürüyen kibirli.

Velhâsıl çok âyet de var, hadîs-i şerîf de var.

Haset”:

Nedir haset? Hâle râzı olmamak. Allâh’ın takdîrine râzı olmamak. Bilmiyorsun ki senin için belki bu hayırdır. Bak Cenâb-ı Hak Kârun’a zenginlik verdi, kahroldu gitti. Bu misaller de çok.

Demek ki en mühim, hâle râzı olmak, haset etmemek, kıskanmamak.

Öfke”:

“…Gayzlarını yutarlar…” (Âl-i İmrân, 134) buyuruyor. Bir mü’min öfkeyi bertaraf edecek. Eğer öfkelenirse birtakım zaafa uğrar, yanlış hareketlerde bulunur, diken batırır karşısındakine.

“…Asıl yiğit kızdığı zaman öfkesini yenen adamdır.” buyuruyor Efendimiz. (Buhârî, Edeb, 76)

Riyâ”:

-Allah korusun- bu da -demin bahsettiğimiz gibi- hattâ bunu; gelir üç kişi; şehid gelir, âlim gelir, zengin gelir. Üçüne de Cenâb-ı Hak sorar. Kısacası, üçü de riyâ olarak yaptıkları için, onların Cehennemlik olduğu bildirilir. (Bkz. Müslim, İmâre, 152)

Cimrilik”:

-Allah korusun- “sayar” buyuruyor Cenâb-ı Hak “devamlı sayar” buyuruyor. “Sanki kendine kalacakmış gibi sayar.” buyuruyor. (Bkz. el-Hümeze, 2-3)

Ne yapıyor? Allâh’ın verdiği nîmete ihânet ediyor. Allah onu niye verdi sana? İmtihan olarak verdi. Yine Cenâb-ı Hak Velfecri Sûresi’nde diyor;

“Sevinir diyor, Allah bana ehemmiyet verdi ki bana zenginlik verdi der.” diyor. (Bkz. el-Fecr, 15)

Hâlbuki onu düşünecek: “Allah bana niye verdi bunu?” Efendimiz’e de veriyordu zenginlik, ganimetler geliyordu. Efendimiz ne yapıyordu? Süleyman -aleyhisselâm-’a verdi. Süleyman -aleyhisselâm- ne yapıyordu? “نِعْمَ الْعَبْدُ” (ne güzel kul) buyuruyor Cenâb-ı Hak. (Bkz. Sâd, 30)

Tersine olur, fakirlik verir. Ona da;

“Beni önemsemedi, ona verdi, bana vermedi…” (Bkz. el-Fecr, 16)

Değil! Allah’tan râzı olacaksın. Bak ona îtiraz etti şey, Kârun, hâliyle, yerin dibine gömüldü.

İsraf”:

Bir çılgınlık, ihânet Allâh’ın verdiği imkânlara.

Allah Rasûlü nasıl yaşardı? Ashâb-ı kirâm ne şekilde yaşardı? Peki benim o zaman ashâb-ı kirâmla aramda mesafe ne kadar?..

Nedir israf? Aşağılık duygusunu geometri ile bastırma hareketi, eşyâ ile bastırma hareketi, sevimsiz bir iş. Cenâb-ı Hak sana onu, dünyada istediğin gibi yaşa, tepin, vs. gösteriş yap, çılgınlık yap diye vermedi ki. İnfak et diye verdi.

لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ

(“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda sarf etmedikçe birrʼe (îman, ibadet ve ahlâkta hayrın kemâline) eremezsiniz…” [Âl-i İmrân, 92]) Sevdiklerinden vermedikçe Hakk’a yaklaşamaz buyruluyor.

Gıybet”:

-Allah korusun- kıyamete kalıyor. Yahut özür dileyeceksin, af dileyeceksin. Yahut kıyamet günü sevabından vereceksin ona. Sevabın bitti, onun günahını alacaksın. Kul hakkı çok mühim.

Diğer işlerde de kul hakkı çok mühim. Öldü; vârisiyle görüşeceksin. İmkânın oldu; onun için sadakalar vereceksin.

Tecessüs, yalan vs. En mühimi “fâsıklarla beraberlikten kaçınma”:

غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالِّينَ

(“…Gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil!” [el-Fâtiha, 7])

Buna da çok dikkat etmemiz lâzım. Eğer kaçınmazsak oradan in’ikâs gelir. Bugünkü toplumdaki durumumuz da -maalesef- o da o şekilde…

Efendimiz buyuruyor:

“(Müslümanlarla müşriklerin) yaktıkları ateşler birbirlerini görmemeli.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 95/2645; Tirmizî, Siyer, 42/1604)

Yani birbirlerinden uzağa konaklamalılar, müslümanlar eğer zaruret varsa, eğer zaruret; orada İslâm’ı tebliğ edecek, yaşayacak, bütün mülk Allâh’ındır. Fakat orada tesir altında kalacaksa oradan hicret etmek lâzım.

Deylemî’de zikredilen bir hadîs-i şerîf:

“Allâh’ım! Bana bir fâcirin, dünyada-âhirette karşılığını vermek durumunda kalacağım bir nîmetini bana nasîb eyleme!” (Deylemî, Firdevs, I, 393 [2011])

Bu da çok mühim. Onun için daima sâlihlerle/sulehâ ile beraber olabilmek.

Diğer bir husus, en mühim “Tebliğ”:

Cenâb-ı Hak buyurur Nahl Sûresi, 125. âyette:

(Rasûlüm! Sen) Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır…”

Birincisi; “hikmetle çağır.” İkincisi; güzel öğütle çağır.

“…Onlarla en güzel şekilde mücâdele et…”

Demek ki İslâm’ı tebliğ etmek, hepimizin vazifesi. Yaşayacağız, yaşamaya gayret edeceğiz, gönül dünyamızı ihyâ edeceğiz, o şekilde in’ikâs olacak.

Burada, bu âyet-i kerîmede üç şekilde tebliğ var. Birincisi, yüksek bir idrâke sahip kimselerle “hikmetle” tebliğ etmek. Yüksek idrâke sahip olan seviyeli insanlara hikmetle tebliğ etmek. Yani Mesnevî’nin tebliği gibi, evliyâullâh’ın tebliği gibi.

İkincisi; “güzel öğütle çağır.” Umum insanlığa nasihat ve güzel öğütle tebliğ etmek.

Üçüncüsü; sert mizaçlı kimselere daima iyilik, güzellikle yaklaşarak onlara da “قَوْلًا لَيِّنًا” (yumuşak söz) (Bkz. Tâhâ, 44) buyruluyor. O şekilde bir tebliğ etmek.

Yine Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri, hâli çok mühim hizmette. Hasta insanlara hizmet ediyor. Zira onlar, bana zimmetli diyor. Hayvanlara hizmet ediyor, onlar da bana zimmetli diyor. Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı. Yolları temizliyor; buradan insanlar geçecek, mahlûkat geçecek, onlara karşı da bir vazifeyi yapabilmek.

Demek ki, seven, sevilene benzemeye çalışır.

Nasıl benzeyeceğiz?

İbadette rûhâniyet, muâmelâtta zarâfet, ahlâkta nezâket, sîmâda nûr-i melâhat, lisanda selâset, duygularda incelik, nazarlarda derinlik…

Velhâsıl bütün güzellikler -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in muhabbetinden kalplere akseden parıltılardır. Cenâb-ı Hak -inşâallah- cümlemize, Cenâb-ı Hak;

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

(“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” [Buhârî, Edeb, 96]) hadîs-i şerîfiyle Rasûlullah Efendimiz’e benzemeyi hedeflemeyi, kalbimizin fârik vasfı olmasını, Cenâb-ı Hak nasîb eylesin.

Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..