2002 – Mart, Sayı: 193, Sayfa: 032
Kâinatta; zerreden kürreye, habbeden kubbeye, “mikro” ve “makro” âlemden istikbâldeki “normo” âleme kadar, bütün hâdiselere zaman, mekân, şekil ve sebep tâyin olunarak en ince teferruatı ile tesbît edilen kader ve vakti gelince icrâ olunan kazâ programı, ilâhî ihtişâma lâyık bir azametle hükmünü sürdürmektedir.
Allâh Teâlâ, varlıkları bir kaderle yaratır ve o kaderle yürütür. Hayat yollarındaki hâdiselerin izleri, hakîkatte kader çizgileridir. Ay, güneş, yıldızlar, nebâtlar, insanlar, hayvanlar vs. bütün varlıkların seyri, bu kader programı muhtevâsındadır. Dalından düşen bir yaprak dahî bu programdan hâriç değildir. Şâyet varlıklar kader programına tâbî olmasaydı, kâinâtta büyük bir anarşi meydana gelirdi.
Her sanat eseri, sanatkârının kudret ve imkânına göre vücûd bulur. Meselâ bir ressam tablosunu, bir hattat hat eserini, kendi irâde ve kâbiliyetine göre oluşturur. Allâh -celle celâlühû- da, kâinâtın yaratılışından yok oluşuna kadar orada sergileyeceği kudret akışlarını, bir san’at hârikası olan insandaki sır ve hikmetleri, diğer canlıların doğumundan ölümüne kadar sâhib olacağı husûsiyetleri ilâhî irâdesiyle ezelde takdîr ve tesbît eylemiştir.
İşte kader, ilâhî irâdenin mahsûlü olan bu tanzim keyfiyetinin adıdır. Bu hakîkati Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmelerde şöyle ifâde buyurur:
“Biz her şeyi bir ölçüye göre (kader ile) yarattık!” (el-Kamer, 49)
“Yeryüzünde vukû bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allâh’a göre kolaydır.” (el-Hadîd, 22)
Kısaca Allâh Teâlâ’nın, henüz olmamış hâdiseleri evvelden bilip tertiplemesi ve levh-i mahfuzda tesbît etmesi “kader”; tesbit ettiği şekilde sırası geldikçe tahakkuk ettirmesi de “kazâ”dır.
Cenâb-ı Hakk’ın, meydana gelecek hâdiseleri daha gerçekleşmeden “ilim” sıfatıyla bilmesi, ulûhiyyetinin muktezâsıdır. Zaman ve mekândan münezzeh olması cihetiyle Allâh’ın, bu bilgiye sahip olması pek tabiîdir. Zîra bizim için kader ve kazânın kavranmasını güçleştiren şartlar, O’nun için mevzubahis değildir.
Kâinâtta her şeyin ilâhî bir kalemin çizgisine göre meydana geldiğine inanmak zarûrîdir. Kader, îmanın altı şartından en mücerredi olmasına rağmen, aslında herkesin ittifakla kabullendiği bir gerçektir. Bu hususta inançsız insanlar bile, dâimâ kendi güçlerinin üzerinde bir kudretin te’sîrini “alın yazım” diyerek itirazsız kabul ederler. Hatta inkarcıların “şansım yâver gitti” yahut “tâlihim küstü” şeklindeki ifâdeleri, her insanın dolaylı da olsa, şuuraltında kader gerçeğini tasdik ettiğini göstermektedir.
Ancak nasıl ki görmeyen bir insana renk târif edilemezse, dünyâ âleminden aldığı intibâlarla düşünen, zaman ve mekan kaydına tâbî bulunan beşerî idrâkle de, kazâ ve kader gibi yüksek keyfiyetlerin sırrına lâyıkıyla erilemez. Bu durum, insanların tahammül edemeyecekleri sırlara vâkıf olarak huzursuzluğa düşmelerini engellemek gibi bir hikmete mebnîdir.
Hakîkaten Cenâb-ı Hak, kaderi bütün mahlukâtı için meçhul kılmış, onun kazâ hâline gelmeden önce bilinmesini -âdetâ- imkansızlaştırmıştır. Bu sahada ancak Cenâb-ı Hakk’ın ledünnî ilim verdiklerinin bir nebze nasîbi olabilir.
Allâh’ın sonsuz merhameti îcabı, kaderin meçhul kılınması ve bilinememesi, insan müfekkiresinin önünde aşılmaz bir duvar gibi durmaktadır. Ancak yine de O’nun lutfu sâyesinde bu engelin aşılıp duvarın ardının seyredildiği bâzı müstesna durumlar da vardır ki, bunlardan biri sâdık rüyâlardır. Gerçekten sâlih kişilerin rü’yâlarında gördükleri geleceğe dâir haberlerin doğrulandığı çok görülmüştür. Bunlar “levh-i mahfûz”dan onların kalblerine akseden pırıltılardır.
İnsanoğlunun müsbet veya menfîye, hayır veya şerre yönelik işleri yapıp yapmamaya dâir tercih kullanma salâhiyetine “cüz’î irâde” denir. “Küllî irâde” ise, yalnız Hak Teâlâ’ya mahsustur. Bu sebeple kul için mutlak hürriyet imkânsızdır. Doğmak, ölmek, ömür süresi, cinsiyet, milliyet, kâbiliyet gibi insanın müdâhale edemediği hususlar, kader-i mutlak muhtevâsına dahildir. İnsanoğlu, zarûreten tâbî olduğu bu fiillerden mes’ûl değildir.
Cenâb-ı Hak, kuluna verdiği imkânlar nisbetinde onu mes’ûl kılar. Bundan dolayı insanın irâdesi dışında meydana gelen fiillerde, ne mükâfât ne de mücâzât vardır. Nitekim oruçlu bir kimsenin irâdesi dışında, unutarak yeyip içmesi orucu bozmaz ve bu sebeple herhangi bir cezâ tahakkuk etmez.
Allâh Teâlâ, imtihana tâbî ve mes’ûl bir varlık olması sebebiyle insan nefsine, fısk ve takvâ esaslarını koymuş; irâdesini her iki tarafa da serbestçe kullanabilmesi husûsunda, kendisine tercih hakkı tanımıştır. Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede; “Allâh her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar…” (el-Bakara, 286) buyurduğu vechile, insanoğluna tâkatinden fazlasını yüklememiştir. Lâkin her insanı tâkati kadarından da mes’ûl kılmıştır. Tâkati olduğu hâlde îcâbını yerine getirmeyip suçu kadere yüklemek, kişinin gaflet ve cehâletinin eseridir.
Cenâb-ı Hakk’ın her oluşta irâdesi bulunmakla birlikte, rızâsı sadece hayırdadır. Bir hocanın gayesi, talebesinin başarılı olup sınıf geçmesidir. Talebe çalışmaz ise hocanın yapacağı bir şey yoktur. Yine bir doktorun vazîfesi de, hastasını şifâya kavuşturmaktır. Hasta, verilen reçeteyi tatbîk etmez ise, gelişen menfî neticeden kendisi mes’ul olur. Doktora herhangi bir cürüm isnad edilemez.
Bir kimsenin kötü bir yola düşüp de: “−Ne yapayım, kaderim böyle imiş!” demesi, ancak gafletinin muktezâsıdır. Namaz kılmak isteyen bir kimseye Cenab-ı Hak, kılma sebeplerini ihsân eder; kılmak istemeyenlere de mânî sebepler vererek kıldırtmama tecellîsinde bulunur. Dolayısıyla insanın kadere bühtân ederek kendisini mâzur göstermek istemesi, hak ve hakîkate karşı işlenen bir haksızlıktır.
Âyet-i kerîmelerde Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Şüphe yok ki Allâh zerre kadar haksızlık etmez…” (en-Nisâ, 40)
“Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allâh birçoğunu da afveder.” (eş-Şûrâ, 30)
Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- da, âdetâ bu âyetlerin tefsîri sadedinde, irâde-i cüz’iyyeleri nispetinde insanların mes’ûl olduklarını ve suçu kadere yıkmamak gerektiğini Mesnevî’sinde şöyle ifâde eder:
“Eğer sana bir diken batmış ise, bil ki o dikeni sen dikmişsindir! Şayet yumuşak ve latîf kumaşlar içinde isen, o kumaşı da sen dokumuşsundur!”
Gözün görme, kulağın da işitme tâkati belli bir mesâfeye kadardır. O mesâfeden uzak olanı görmek ve işitmek imkânsızdır. Bunun gibi kazâ ve kaderin de lâyıkıyla idrâki, beşerî tâkatin üzerindedir. Çünkü bizler hâdiseleri sebep ve bahânelerle bilip çözmeye çalışırız. Onun ardındaki hikmeti ekseriyetle idrak edemeyiz. Nitekim kazâ ve kaderin sırrını soran birine Hazret-i Alî -radıyallâhu anh:
“O mevzu, derin bir deryâdır!” buyurmuştur.
Zekâsına güvenip o denizde yüzmeye çalışanların pek çoğu, ya kulun hiçbir irâdesi olmadığını savunan “cebrîler”, ya da her hususta mutlak bir irâde sâhibi olduğunu iddiâ eden “kaderciler” gibi, bâtıl girdaplarda döner dururlar. Nihayet o dipsiz ve sahilsiz denizde boğulurlar. Akıl ve idrâkin tükendiği böyle bir noktada, teslîmiyetle gönül âleminde bir miktar mesâfe daha kat etmek mümkünse de, bu işin sırrını mutlak mânâda çözebilmek mümkün değildir. Bunu kavrayıp haddini bilmek ve ötesini zorlamamak, kâmil bir kulluğun îcabındandır.
Hazret-i Mevlânâ, kader sırrının akılla îzâh ve idrâkinin imkânsızlığını ve bu gizliliğin aslında büyük bir nîmet olduğunu şu kıssasıyla ne güzel ifâde eder:
“Bir adam Mûsâ -aleyhisselam-‘a gelerek: «−Ey Kelîmullâh! Bana hayvanların dillerini öğret! Onların sözlerini anlayayım da hâllerinden ibret alayım; azamet-i ilâhiyyeyi idrâk edeyim!..» dedi.”
“Hazret-i Mûsâ ona dedi ki:
«−Sen bu hevesten vazgeç; gücünün üzerindekileri öğrenmeye kalkma! Bir karınca, gölden, hacminin üzerinde su içmeye kalkarsa, boğulup helâk olur. Yani sana takdîr edilen bilginin ötesini zorlama! Zîrâ bunun birçok tehlikeleri vardır! Sen kâinattaki ilâhî saltanattan aklının yettiği kadar ibret almaya bak! Kalbini Allâh’a yönelt! Bil ki ilâhî tecellîlerin sırları selim bir kalbe âşikâr olur!»”
“Bunun üzerine adam:
«−Hiç olmazsa kapı önünde yatıp duran ev bekçiliği yapan köpek ile kümes hayvanlarının dillerini öğret!» dedi.”
“Ne yapsa, adamı istediğinden vazgeçiremeyeceğini anlayan Mûsâ -aleyhisselâm-, onun son talebini kabul etti. Ancak:
«−Aklını başına al; bu sır okyanusunda boğulma!» diye îkazda bulundu.”
“Adam sabahleyin: «Bakalım sâhiden şu hayvanların dillerini öğrendim mi?» diye denemek için kapı eşiğinde durup bekledi.”
“O sırada hizmetçi kadın, sofra örtüsünü silkelerken bir parça bayat ekmek yere düştü.”
“Orada bulunun horoz, bu ekmek parçasını hemen kaptı. Köpek ona:
«−Sen bize zulmettin! Çünkü sen buğday tanesi de yiyebilirsin. Halbuki ben yiyemem! Niçin benim nasibim olan şu parça ekmeği kapıyorsun?» dedi.”
“Horoz ise köpeğe:
«−Dert etme! Yarın ev sahibinin atı ölecek, sen de doya doya et yersin!» dedi.”
“Horozun, gâibden bir haber verdiğini zanneden ev sahibi bu sözleri duyunca, hemen atını sattı. Horoz da, köpeğe karşı mahcub oldu.”
Horozla köpeğin bu menfaat çatışması ardarda üç gün devâm etti. Birinci gün at, ikinci gün katır ve üçüncü gün kölesinin öleceğini horozun konuşmasından öğrenen efendi, ölmeden evvel atını sattığı gibi, katırını ve kölesini de -uyanıklık yaptığını düşünerek- satıp elinden çıkardı. Böylece köpek, hiçbirinden umduğu menfaate kavuşamadı. Horoz her seferinde köpeği kandırmış oldu. Olanlar yüzünden üç defâ mahcup hâle düşen horoz, nihâyet dördüncü gün köpeğe dedi ki:
«-Gerçek şu ki, o açıkgöz efendi güya malını kaçırdı. Fakat bu davranışı ile kendi kanına girdi. Artık yarın kendisi ölecek! Mirasçıları da feryad ü figân edecekler. Bir öküz kesilecek, bundan herkes istifade edecek; biz de, sen de!..”
“Atın, katırın ve kölenin ölümleri, bu ham adamın başına gelecek kötü kazanın siper ve kalkanı idi. Fakat o, malın ziyanından ve zarara uğramak derdinden kaçtı da kendi kanına girdi.»”
“Ahmak adam, horozun bu laflarına kulak kabarttı. Duyduğu hakikat karşısında beti benzi sarardı. İçine müthiş bir kor düştü. Soluğu Hazret-i Mûsâ’nın yanında aldı ve ona:
«−Ey Kelîmullâh! Feryadıma yetiş ve ızdırabımı dindir!» diye yalvarmaya başladı.”
“Mûsâ -aleyhisselâm- dedi ki:
«−Sen boyunu aşan işlere girdin. Şimdi de çıkmazlarda dolaşıyorsun. Sen o hayvanları satmakla kazançlı çıkacağını mı sanıyordun? Sana kader ve kazânın sırrını zorlamamanı ısrarla söylemiştim. Akıllı kişiye, sonda görülecek şey önceden görünür; ahmağa da sonunda!.. Lakin iş işten geçmiş olur. Madem ticaret ve satış işinde usta oldun; şimdi de canını sat da kurtul!»”
“Adamın büyük bir pişmanlıkla yalvarması üzerine Hazret-i Mûsâ:
«−Ok yaydan fırlamış artık! Onun geriye dönmesine imkan yoktur. Ancak lutuf sahibi Hak’tan dilerim ki, ölürken îmanlı gidesin!» dedi.”
“Mûsâ -aleyhisselam-, Cenab-ı Hakk’a ilticâ etti. Böylece adamın canı mukabilinde îmanla göçmesi, Kelîmullâh’ın duâsı bereketiyle müyesser oldu. Ayrıca Allâh Teâlâ, Hazret-i Mûsâ’ya:
«−Yâ Mûsâ! Dilersen onu dirilteyim…» buyurunca Hazret-i Mûsâ:
«-Yâ Rab! Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun! Sen onu öbür dünyada, o aydınlık ve yüce âlemde dirilt! Çünkü orası ebedîdir, kazâ ve kaderin esrarının ortaya çıktığı bir yerdir!» dedi.” (Mesnevî)
Hikâyeden de anlaşıldığı gibi insan, bazen kendisi için hayırlı olmayan şeyleri de hırsla ister durur. Halbuki arzuladığı şey, belki de kendisini helâke götürecektir. Nitekim böyle bir âkıbete düşen insan, onu gafleten şiddetle istemiş bulunmasına rağmen pişman olmaktan kendini alamayıp feryâd ü figan eyler. Bunun içindir ki, dünyâda gönül huzuru ve âhirette ebedî saâdet için en uygun olan, bu ilâhî azameti idrak edip tevekkül ve teslîmiyyet gösterebilmektir. Lakin bu da herkesin harcı değildir. Kulun kendi hiçliğini kavrayabilmesi, sonsuzluk sermâyesidir. Yani kazâ ve kader karşısında yegâne çâre Hakk’a teslîm olmaktır. Çünkü tevekkül ve teslîmiyet, kaderi safâ hâline getiren bir rahmet kapısıdır.
Nitekim Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:
“Kadere îmân eden, her türlü kederden emîn olur.” buyurmuşlardır.
Ancak rızâ, teslîmiyet ve tevekkülü, hiçbir tedbîre başvurmamak, gelebilecek belâları önlemek için herhangi bir gayret göstermemek şeklinde bir pasiflik ve tembellik telakkî etmek de yanlıştır. Tevekkül, hayrın celbi, şerrin defi için her türlü tedbiri aldıktan sonra, netîce hakkında Cenâb-ı Hakk’a teslîm olup O’na sığınmaktır. Yoksa sebeplere tevessül etmeden kuru bir tevekkül makbûl olmadığı gibi, bu durum gerçek tevekkülün rûhuna da zıd bir keyfiyettir.
Nitekim Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bir yolculuktayken, gitmek üzere oldukları Şam’da salgın hastalık zuhûr ettiğini haber alınca gerekli istişâreler netîcesinde Şam’a gitmekten vaz geçmiştir. Aslında Cenâb-ı Hakk’ın ve Hazret-i Peygamberin emrine daha muvâfık olan bu ihtiyat ve tedbîr karşısında sahâbeden Ebû Ubeyde bin Cerrah -radıyallâhu anh-, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-‘a:
“Allâh’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” diye sormuş, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- ise, o âlim ve fâzıl sahâbîden böyle bir suâli beklemediği için:
“-Keşke bunu senden başkası söyleseydi ey Ebû Ubeyde! Evet, Allâh‘ın kaderinden, yine Allâh‘ın kaderine kaçıyoruz. Ne dersin, senin develerin olsa da bir tarafı verimli, diğer tarafı çorak bir vâdiye inseler ve sen verimli yerde otlatsan Allâh’ın kaderiyle otlatmış; çorak yerde otlatsan yine Allâh’ın kaderiyle otlatmış olmaz mıydın?” (Buhârî, Tıb, 30) sözleriyle mukâbele etmiştir.
Görüldüğü üzere kaderin dışına çıkılamaz. Bu yüzden kula düşen, tedbîr ve gayretten ibârettir. Sonra da Allâh’ın takdîr ettiği netîceye râzı olmaktır.
Hikmet penceresinden bakanlar için kaderdeki gizlilik ve kulun onu lâyıkıyla idrâk edememe keyfiyeti, bir kahır sebebi değil, bilakis son derece büyük bir lutuf vesîlesidir. Çünkü beşerin kaderi bilmesi hâlinde, içinden çıkılmaz birçok tehlike ve felâketlere düşeceği, inkâr edilemeyecek bir hakîkattir.
Meselâ şifâsı olmayan bir hastalığa dûçâr olup can verecek bir şahsın, öleceği âna kadar endişeden uzak kalabilmesi, kaderin bu meçhûliyyeti sâyesindedir. Fakat herhangi bir kimse öleceği zamanı bilseydi, ölümün kendisine yaklaştığı yıllarda, kederden eli ayağı tutulur, iş yapamaz hâle gelir, defâlarca ölür ölür dirilirdi. Yavrusunun kendinden evvel öleceğini bilen bir anne de, seneler öncesinden o hâlin mâtemine girerdi. Netîcede bu durum, hayattaki âhengin îcâbıyla tezad teşkîl eder ve muvâzene kaybolurdu.
Son zamanlarda artan stres, bunalım ve intiharlar, cüz’î irâdenin zaafa uğramasının tabiî bir netîcesidir. Ayrıca mâneviyat mahrumluğunun getirdiği hazîn bir âkıbettir. Çünkü mânevî eğitimden uzak bir kalbin, nefsânî arzu ve ihtiraslara esîr olması pek tabiîdir. İnsanı “gayba” yönlendiren kadere îmân ise, hayatın sürprizlerini sükûnet ile karşılayan bir teslîmiyet ve huzur hâlinin yaşanmasıdır.
Saâdetin şaşmaz kâidesi; aklı vahye tâbî kılmak, kalbi güzel ahlâk ile tezyîn etmek ve bu sâyede hayâtın sürprizlerine karşı rızâ göstermektir. Yine gerçek saâdet, hayatın med ve cezirlerini kabullenmek, meşakkatlerine tahammül göstermek, her şeyin güzel tarafını görüp, âlemlerin Rabbine teslîm olmaktır.
Cenâb-ı Hak, bâzen bir lutfu zâhiren kahır sûretinde, bir kahrı da lutuf sûretinde tecellî ettirebilir. Bütün bu keyfiyetlerin insana meçhûl kılınması, bu dünyanın bir imtihan mekânı olmasından kaynaklanmaktadır.
Allâh Teâlâ buyurur:
“Umulur ki hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayır; sevip beğendiğiniz bir şey de sizin için şer olur. Allâh bilir, siz bilmezsiniz.” (el-Bakara, 216)
Hakîkaten, dünya hayatı bakımından meselâ âmâ olmak, büyük bir kayıp gibi görünür. Hiçbir nîmetin, gören bir gözün yerini tutmayacağı düşünülür. Fakat dünyaya âmâ gelen bir kimse, bu özrünün mânî olmasıyla günah bataklıklarına düşmekten sâlim kalabilirse, zâhiren bir keder vesîlesi gibi görünen bu hâl, hakîkatte sürûra inkılâb edecektir. Fakirlik ve zenginlik de böyledir. Bir fakir, hâlinden şikâyet etmeyip, Allâh’ın takdîrine rızâ gösterirse, bu onun için belki ebediyyet zenginliğine vesîle olacaktır. Halbuki o fakir, bu dünyada zengin olsa, ihtimal ki sâhip olduğu imkânlar benliğini tahrîk edip nefsinde bir kudret vehmi doğuracak ve yine belki gaflet içinde sefahat ve rehâvete dalarak ebedî seâdeti hebâ edecektir. Tabî ki bunun zıddı da mümkündür. Velhâsıl mü’min, içinde bulunduğu her hâli güzel görüp ilâhî takdir ve tanzîme râzı olarak, onu ebediyyet kazancına bir fırsat bilmeli; sabır, şükür ve teslîmiyet üzere yaşamaya gayret etmelidir.
Bir hadîs-i şerîfte buyurulur:
“Mü’minin durumu gerçekten gıbta ve hayranlığa değer. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır vesîlesidir. Böylesi bir haslet sâdece mü’minde vardır: Sevinecek olsa, şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir belâ gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd, 64)
Bu sebeple Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, kadere îman etmekle iktifâ etmemizi emir buyurmuş ve bu hususta yersiz münakaşalardan menetmiştir. Öyle ki, kader hakkında tartışan bir gruba rastladıklarında onlara:
“Siz bununla mı emrolundunuz? Yoksa ben size bunun için mi gönderildim? Sizden öncekiler bu mes’elede münâzara ettiklerinden dolayı helâk oldular. Sakın bu mes’eleyi münâkaşa etmeyiniz!” buyurmuşlardır.
Şâir Ziyâ Paşa da, beşer tâkatinin üstündeki hakîkatlere dâir şöyle der:
İdrak-i meâlî bu küçük akla gerekmez,
Zîrâ bu terâzî bu kadar sıkleti çekmez!
Ey Rabbimiz! Bizleri gerçek mânâda tevekkül ehli kullarından eyleyip rızâna muvâfık ameller işlemeyi nasîb buyur. Kazâ ve kadere rızânın safâsına nâiliyyeti müyesser eyle!
Amîn!..