13 Temmuz 2020 Sohbeti

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİR SES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

13 Temmuz 2020 Sohbeti

Çok Muhterem Kardeşlerimiz!

Bugünkü mevzumuz, Hûd ve Sâlih -aleyhisselâm-’ın hayatlarından ibret ve hikmetler.

Hûd -aleyhisselâm- ve Sâlih -aleyhisselâm- Kur’ân-ı Kerîm’de çok defalarca geçen peygamberlerdendir. İki kavmin de halkı helâk olmuştur. Burada esas üzerinde duracağımız, kavimlerin helâk sebepleri. Helâk olan iki kavmin, Âd ve Semûd kavimlerinin helâk olmalarının başlıca sebepleri:

Birincisi: Âhiretin istenmemesi.

Bugün de aynı problem var. Câhiliye devrinde de aynı problem vardı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e:

“–Sen şu âhiret haberini kaldır.” dediler. Bu “عَنِ النَّبَاِ الْعَظِيمِ” Bu “Büyük haber…” (Bkz. en-Nebe, 2) dediler. Kendileri “büyük haber” dediler.

“–Sen bu büyük haberi kaldır, ondan sonra Sen’inle gelip konuşalım.” dediler.

Hep baktığımız zaman bu câhiliye devrinin insanları, bu büyük haberi “âhiret haberi”ni istemezler. Bugün de öyle. Onun için bunu da ortadan kaldırmak için, gayr-i meşrû birçok sistemler çıkmıştır.

Demek ki birinci sebep, helâk sebebi, âhiretin unutulması, âhiretin istenmemesi. Nefsânî arzuların, o vesîleyle çok rahat yaşanması.

Diğer husus; Allâh’ın nîmetlerini görmemek. Nankörlük etmek. Cenâb-ı Hak İnsan Sûresi’nde:

“…İster şükret, ister nankör ol.” (el-İnsân, 3) buyuruyor.

Şükrün mükâfâtı, nankörlüğün de musibetleri, -Allah korusun- azâbı var.

Cenâb-ı Hak bu iki kavme çok büyük nîmetler verdi. İrem Bağları verdi. İnsanları güçlü-kuvvetliydi. Taştan oyma binalar yapıyorlardı. Bunlar şımardılar ve bu nîmeti kendilerine izâfe ettiler.

Cenâb-ı Hakk’ı unuttular. Fâil-i Mutlak’ı unuttular. “Bizden güçlü kim var?” dediler. Şükredecekleri yerde, şımardılar.

Diğer husus; üst tabaka, elit tabaka, zulüm ve haksızlıkta ileri gittiler. Mazlumların daima bir âhı üzerinde kaldı. Bugün olduğu gibi.

Rabbimiz şöyle buyuruyor âyet-i kerîmede:

“Biz refahından şımarmış nice memleketleri helâk etmişizdir. İşte, onların kendilerinden sonra pek az iskân görmüş harâbeleri! Biz onların (hepsinin) vârisi olduk.” (el-Kasas, 58)

Yani onlar helâk oldu gitti. Bugün o harabeleri baykuşlar ve kelpler şenlendiriyor.

Hattâ bir mütefekkir, onu söylüyor: İşte diyor, o sarayların üzerine doğan Güneş, bugün harâbelerinin üzerine doğan Güneş, aynı Güneş’tir.

Yine diğer bir âyette:

“…Biz halkı zâlim kimseler olan şehirlerden başkasını helâk edici değiliz.” (el-Kasas, 59)

Ancak zulüm varsa, arkadan helâk geliyor, bitiş geliyor.

Yine Hac Sûresi’nde:

“Nitekim birçok memleket vardı ki, o memleket (halkı), zulmetmekte iken, Biz onları helâk ettik…” (el-Hacc, 45)

Ondan sonra çöküntüleri bildiriyor âyet-i kerîme. Yani halk, bir zâlim oluyor. Yani insanların başlarına gelen musîbetler, bizzat kendilerinin işledikleri sebeplerle Cenâb-ı Hak musibetler getiriyor.

Cenâb-ı Hak Rûm Sûresi’nde 41. âyet, her felâket bir îkâzı ilâhî. Hiçbir felâket kendi kendine gelmiyor. Bir yaprak bile kendi kendine düşmüyor. Âyet-i kerîmede:

“İnsanların elleriyle kazandıkları (günahları) dolayısıyla karada ve denizde fesat zuhûr etti. Bu, onlara, yaptıklarından bazısının acısını tattırmak içindir. (Bazılarının; hepsinin değil o da.) Umulur ki (tuttukları kötü yolu terk ederler) Hakk’a dönerler.” (er-Rûm, 41)

Dönenler oluyor, dönmeyenler oluyor. Bugün de aynı.

Yine Şuarâ Sûresi’nde:

“Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah, çoğunu da affediyor.” (eş-Şûrâ, 30)

Vebâ salgınları oldu tarihte. Aids oldu. Bugün virüs salgını oldu. Ebâbil kuşlarını kim gönderdi? Ebâbil kuşlarının Ebrehe’nin ordusunu helâk etmesi oldu. Benzer, birçok bu, çığırından çıkmış kavimlere Cenâb-ı Hak îkazlar gönderdi.

Cenâb-ı Hak, zulmetmekten münezzehtir. Kullarına aslâ haksızlık etmez. Zulüm ve haksızlık insana âit olan bir vasıftır.

Âyet-i kerîmede buyruluyor:

“Şüphesiz ki Allah, insanlara hiçbir sûrette zulmetmez; fakat insanlar, kendi kendilerine zulmetmektedirler.” (Yûnus, 44)

İnsanın, gafil insanın, ham insanın iki vasfı var; “ظَلُومًا جَهُولًا”. (Bkz. el-Ahzâb, 72)

Çok câhil insan. Fâil-i Mutlak’ı görmüyor. Bakıyor; âmâ olarak bakıyor, kalbi âmâ. Görmüyor Fâil-i Mutlak’ı. Cehûl oluyor, câhil oluyor. İsterse tonlarca kitap okusun.

Bir imtihan dünyası içindeyiz. Niye bu imtihan dünyasına geldik? Kim bu imtihan dünyasının sahibi? Kim bu kâinâtın Hâlık’ı, kendisinin Hâlık’ı, bu kadar mahlûkâtın Hâlık’ı? Buna câhil kalmak, Fâil-i Mutlak’ı görememek…

Cehûlâ: Câhil olarak… Fânî hayata aldanıyor, ebedî, sonsuz hayatını helâk ediyor. Cehûlâ, bu…

Zalûmen: İnsan en çok zulmü kendine yapıyor. Kendi gibi bir insan, kendine zulmetse ancak öldürebilir, daha öteye gidemez. Fakat insanın kendine zulmü, ebedî/sonsuz hayatını helâk ediyor.

Peki insan nasıl kendi kendine zulmeder?

İnsan kulluk için yaratıldı.

لِيَعْبُدُونِ (“…Bana (Allâhʼa) kulluk etsinler diye.” [ez-Zâriyât, 56])

لِيَعْرِفُونِ (Ben’i (Allâhʼı) bilsinler diye)

Kulluğun gereğini yerine getirmezse kendine zulmetmiş oluyor. Cenâb-ı Hak peygamberlerle îzah ediyor, suhuflarla, kitaplarla izah ediyor. Kâinatla, zerreden küreye her şeyle îkaz ediyor. Bu, kendine zulmetmiş oluyor. O îkazları görmüyor, duymuyor, hissetmiyor.

صُمٌّ بُكْمٌ عُمْیٌ

(“Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler…” [el-Bakara, 18, 171])

Diğer husus; zulümle, yani kalplere diken batırarak yaşarsa, bu da esasında kendine zulmetmiş oluyor, ebedî hayatını mahvediyor.

Helâli bırakıp, haramın peşinde koşarsa, yine kendine zulmetmiş oluyor. Bu haramla, dünyada huzuru gidiyor, ebedî hayatı da helâk ediyor.

Âhiretine faydası olmayan boş işlerle uğraşırsa, o da yine kendine zulmetmiş oluyor.

وَالْعَصْرِ

(“Zamana yemin olsun.” [el-Asr, 1])

Zamanı ziyan etmiş oluyor, bir ömrü ziyan etmiş oluyor. Bu ömrü geriye almak da mümkün değil. Her şeyi geriye alabilirsin, satın alabilirsin, fakat zamanı satın alamazsın.

İşte Cenâb-ı Hak son nefesi bildiriyor. “Keşke diyor kul, yâ Rabbi, biraz daha mühlet versen de, sadaka versem, sâlihlerden olsam demeden evvel, infak edin.” buyuruyor. (Bkz. el-Münâfikûn, 10)

Yine insan câhillerden uzak durmazsa, kendine zulmetmiş olur.

Cenâb-ı Hak:

كُونُوا مَعَ الصَّادِقِينَ

(“…Sâdıklarla beraber olun.” (et-Tevbe, 119]) buyuruyor. Zira zâlimlerden, câhillerden, gâfillerden in’ikâs alır, kalp kararır.

Yine Cenâb-ı Hak Müddessir Sûresi’nde, bu Sekar Cehennemi’ne girenlerin vasıflarından biri de “gaflete dalanlarla beraberdik” diyorlar. (Bkz. el-Müddessir, 45)

Bugün de gaflete daldıran çok hâdise var, çok müessese var. En başta cep telefonları. Ne kadarı faydalı, ne kadarı zararlı?

Diğer, sapık felsefelerin çıkmaz sokaklarında dolaşırsa, vahiyden uzak, o felsefelerin içinde kalbî hayatını helâk ederse, yine kendine zulmetmiş olur.

Yaz bulutu hâlinde gelip geçen dünya hayatını, âhiret endişesi olmadan yaşarsa -sokakları görüyoruz- yine kendisine zulmetmiş olur.

İnsanların zulümleri had safhaya çıktığı zaman da Cenâb-ı Hak onları şiddetle yakalar ve bir ibretli hâdiseleri sergilettirir.

Yine âyet-i kerîmede:

“Helâk ettiğimiz bir beldede artık (yeniden mâmur olmak) imkânsızdır. (İşte Âd Kavmi, Semud Kavmi, benzeri kavimler…) Çünkü onlar, geri dönemeyeceklerdir (o insanlar).” (el-Enbiyâ, 95)

Bitti artık. Zulümleriyle gittiler öbür tarafa. İşte Sodom-Gomore, Pompei ve emsalleri.

Geçmişten ibret almak. Yine Yâsîn’in 31. âyetinde:

(Müşrikler) kendilerinden önce kaç nesli yok ettiğimizi, bu yok olup gidenlerin bir daha dönüp gelemeyeceklerini görmüyorlar mı?” (Yâsîn, 31) Düşünmüyorlar mı, idrak etmiyorlar mı?

Velfecri Sûresi’nde, burada Cenâb-ı Hak üç kavmi bildiriyor: Âd Kavmi, Semud Kavmi ve Firavun Kavmi. Cenâb-ı Hak “اَلَمْ تَرَ” diye başlıyor, “Görmedin mi?..” diyor. (el-Fecr, 6) Yani düşün, tefekkür et.

“Görmedin mi, Rabbin ne yaptı Âd kavmine; direkleri (yüksek binaları) olan, ülkelerde benzeri yaratılmamış olan İrem şehrine.” (el-Fecr, 6-8)

Yani Cenâb-ı Hak o İrem şehrine, İrem bağları, bol nîmetler ihsan etti, sebzeler, meyveler, güzellikler, manzaralar, dünyaya ait bütün güzellikler. Sonra Cenâb-ı Hak Firavun’u bildiriyor. Firavun, o, kazıklı Firavun buyruluyor. Dört tane kazığa bağlardı. O şekilde zulmederdi insanlara.

“Onların hepsi ülkelerinde azgınlık ettiler (buyuruyor). Oralarda kötülüğü çoğalttılar (fesâdı çoğalttılar). Bu yüzden Rabbin onların üstüne bir azap kamçısı indirdi. Çünkü Rabbin (her an) gözetlemededir.” (el-Fecr, 11-14)

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

(“Nerede olsanız, O sizinle beraberdir.” [el-Hadîd, 4])

Daima kul tefekkür edecek, bu âyetlerle derinleşecek. Sırf kıraatiyle değil, mânâsıyla ve âyetlerin yaşantısıyla.

Onlar ne yaptılar da helâke müstahak oldular. Bugün acaba o kavimlerin vasıflarını taşıyan insanlar var mı? Onlar ne yapmışlardı?

Âd ve Semud Kavmi, Allâh’ın verdiği nîmetlerle şımardılar. Zâlim oldular. Ne dediler zayıflara karşı:

“–Bizden güçlü kim var?!” dediler. Zayıf kavimlerin üzerine saldırdılar. Onların ne var ne yok, onların mallarını-mülklerini aldılar.

Peygambere;

“–Gelen rüzgârı böyle değil, böyle çevir.” dediler Hûd -aleyhisselâm-ʼa. Cenâb-ı Hak onunla helâk etti, rüzgârla helâk etti.

Semud Kavmiʼni Cenâb-ı Hak sesle…

“–Biz dediler, binaları sağlam yaparız, bize bir şey olmaz.” dediler. Cenâb-ı Hak onların da ödleri patladı ve sesle helâk etti.

Firavun, ahmaklıkta zirveleşti. Hâmânʼa dedi ki:

“‒Hâman dedi, bana bir kule yap dedi, ben dedi kulenin üzerine hattâ atla çıkayım dedi, beni herkes bir görsün dedi, gücümü dedi. Orada dedi, Mûsâʼnın Rabbi ile yukarıda görüşeyim dedi. Ben de rabbim dedi, O da Rab dedi. Biz bir pazarlık yapalım.” dedi.

Demek ki vahiyden uzaklaşınca, zihnî melekeler bir fayda vermiyor. O da Kızıldenizʼde boğuldu. Boğulurken hakîkati gördü, dünyaya ait perdeler kapandı, öbür tarafa ait perdeler açıldı.

“‒Gerçekten, İsrâiloğullarıʼnın inandığı Tanrıʼdan başka tanrı olmadığına ben de îmân ettim dedi. Ben de müslümanlardanım.” dedi. (Bkz. Yûnus, 90) Ama “لَا يَنْفَعُ: fayda yok.” Çünkü artık orada alâmetler belirmiş oluyor. Bu alâmetler belirdiği zaman îmânın bir faydası yok.

Diğer kavimlere baktığımız zaman Lût Kavmi ahlâksızlıkta denâete düştü, esfel-i sâfilîne düştü.

“–Biz bu kadar kalabalığız.” dediler Lût -aleyhisselâm-ʼa.

“–Sen mi doğrusun, biz mi doğruyuz? Sen temizsen buradan çık!” dediler.

Lût -aleyhisselâm- o kadar bir zor durumda kaldı ki:

“‒İçinizde rüşd sahibi, akıl sahibi, sözden anlayan, lâftan anlayan bir kimse yok mu?” dedi.

Demek ki o kadar vahiyden uzaklaşınca bir ahmaklık meydana geliyor. Bugün de aynı, birtakım sapık insanların kendilerine göre bir sapıklık felsefesi başladı.

Şuayb -aleyhisselâm-ʼın kavmi, ticârî hayatta sahtekârlığa girdi. Fâiz, yalan, gabn-i fâhiş vs. karaborsa… Bu şekilde zâlim oldular.

Günümüzde, tefekkür edelim, o kahra uğrayan insanlar maalesef günümüzde artmaya başladı. Ahlâksızlık, Allâhʼın haram kıldığı bir ticâret, aile hayatında yaşanan çöküntüler. Bir de câhiliye devrini hatırlatan günümüzdeki vâkıalar; fâiz, rüşvet, iffetsizlik vs…

Bugün maalesef televizyonun bir kısmının menfî programları, internetin kirli sokakları, modanın yalancı rüzgârları, insanımızı modern bir câhiliyeye doğru sürüklüyor, götürüyor. Bir câhiliye devri tekrarlanıyor. Bir gardrop değişikliği var, geometri değişikliği var, o kadar.

Efendimiz alâmetleri bildiriyor. Efendimizʼin teşrifi dünyaya peygamber olarak, âhir zaman alâmeti, âhir zaman peygamberi. Aradan da 1450 sene geçti. Efendimiz alâmetleri bildiriyor. Tabi alâmetler de çok câlib-i dikkat. Buyruluyor hadîs-i şerîfte:

“İnsanlar, iffetsizliği, fuhşu alenî olarak işledikleri zaman, keşfolmamış, daha ortaya çıkmamış birçok hastalıklar çıkar.” (İbn-i Mâce, Fiten, 22; Hâkim, IV, 583/8623; Beyhakî, Şuab, III, 197)

Bugün var mı yok mu?

“Hercümerc” buyruluyor. “Ölen niye öldüğünü, öldürülen niye öldürüldüğünü bilmiyor.” (Bkz. Müslim, Fiten, 55-56)

Müslümanların durumu!..

“Yüksek binâlar” buyruluyor. Gösteriş, sükse. Ve “zina” buyruluyor.

Yine câlib-i dikkat bir hadîs-i şerîf var. Tâbiînden bir zât diğer arkadaşına diyor ki:

“Öyle bir zaman gelecek ki diyor, Kâbeʼde, bu diyor, şu dağlar var ya diyor Kâbeʼnin etrafında, bu dağlar kadar büyük binalar yapılacak diyor. Ve daha diyor, birtakım delikler açılacak burada.” diyor.

Bugün de tüneller, oteller görüyoruz.

Yani demek ki dünya artık bilmiyorum ne kadar bir âhirete zaman var, bunu Cenâb-ı Hak bildirmiyor. Cebrâil de sorduğu zaman Efendimiz de, “sorulan sorandan daha fazla bilmiyor” buyurdu. (Bkz. Müslim, Îman, 1)

Fakat demek ki kul daima bir âhirzaman ümmetiyiz, demek ki Âhirzaman Peygamberiʼnin izinde gideceğiz ki selâmete ereceğiz -inşâallah-.

Zira Efendimiz buyuruyor:

“Benim ümmetimin başı mı hayırdır, sonu mu hayırdır, bilinmez.” (Bkz. Tirmizî, Edeb, 81) Yani ikisi de hayırdır. İşte biz son faslındayız. İnşaallah Kitap ve Sünnetʼin…

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ

(“Kişi, sevdiği ile beraberdir.” [Buhârî, Edeb, 96])

Efendimizʼi çok sevmenin, Oʼnun izinden gitmenin ecrine nâil oluruz -inşâallah-.

Yine Cenâb-ı Hak Raʻd Sûresiʼnin 11. âyetinde:

“…Allah bir kavme verdiğini, o kavim kendisini bozup değiştirmedikçe değiştirmez…” buyuruyor.

Demek ki ne kadar musibet gelirse insan yahut o toplum düşünecek, bunlar neden oldu diye.

Tarihe baktığımız zaman bir Ömer bin Abdülaziz devrinde bir çöküntü yok. Osmanlıʼnın ilk üç asrında daima inkişaf var. Neden sonra çöküntü başlıyor? Rûhânî plân, ten plânına dönüyor.

Yine Cenâb-ı Hak bir merhametini bildiriyor:

“Eğer Allah insanlara zulümleri yüzünden cezalandıracak olursa yerde hiçbir canlı kalmazdı…” (en-Nahl, 61) buyuruyor.

Peki çâre ne? Ne tavsiye ediliyor? Kurʼân ve Sünnetʼte istiğfar tavsiye ediliyor, takvâ tavsiye ediliyor.

Peygamberlere baktığımız zaman zellelerinden daima istiğfar var. Âdem -aleyhisselâm- o gaflet dolayısıyla, zelle dolayısıyla, o yasak meyveye yaklaştıkları için daima, kırk sene Serendibʼde bir istiğfar hâlinde yaşadılar.

رَبَّنَا ظَلَمْنَا اَنْفُسَنَا وَاِنْ لَمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ

dediler. “Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamazsan ve acımazsan mutlakâ ziyan edenlerden oluruz, dediler.” (el-A‘râf, 23)

Yunus -aleyhisselâm- kırk gün tebliğ edecekti, 37. gün, baktı, 3 gün daha vardı, üzüldü, 100.000 kişiden 2 kişi îman etti, üzüldü. Geriye döndü. Balığın karnına dûçâr oldu. Balığın karnında:

لَا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ

“…Senʼden başka hiçbir ilâh yoktur. Senʼi tenzih ederim. Gerçekten ben zâlimlerden oldum.” (el-Enbiyâ, 87) dedi.

Demek ki bu felâket anlarında yapılacak; tevbe, istiğfar ve hizmete devam etmek. Hizmet de bu zor zamanlarda çok mühim. Cenâb-ı Hak “قَرْضًا حَسَنًا” (güzel borç) buyuruyor. (Bkz. el-Bakara, 245; el-Hadîd, 11, 18; el-Mâide, 12; el-Müzzemmil, 20; et-Teğâbün, 17)

Devletler daima zor yerlerde çalışanlara bir mahrumiyet primi verirler. Cenâb-ı Hak da “قَرْضًا حَسَنًا” buyuruyor. Büyük mükâfat, zor zamanlarda hizmette. İnsanları hidâyete davet etme, takvâya davet etme.

Bu, şuna benzer: Bir ırmak kenarında, bir menbaın kenarında bulunan, bir bardak su ikram etse, evet güzel bu, ikramdır. Fakat bir kızgın çölün içinde bir bardak ikram ettiği zaman, ikisi de bir bardak su, fakat bu bir bardak su, birbirinden çok farklı su. İşte Yermuk Harbiʼnde o bir bardak su, dört tane şehidin ortasında kaldı.

Velhâsıl bu zor zamanlarda yapılan hizmetler de bu kadar mühim ve değerli.

Hem insan kendisini inkişâf ettirecek, istiğfar hâlinde olacak, Cenâb-ı Hakkʼa ilticâ edecek, takvâ hâlinde olacak; hem de kendisini toplumun akışından mesʼûl görecek. İşte peygamberlerin durumu. Hep peygamberlerin hayatına baktığımız zaman hep çileler var.

Gelelim yine Hûd -aleyhisselâm-ʼa:

Lakâbı, Nebiyyullahʼtır. Âd Kavmiʼnin peygamberi. Kavmi içinde de çok şerefli bir kimseydi. Peygamberlikten önce ticaretle uğraşırdı. Zâhid, müttakî, ibadete düşkün bir müʼmin idi. Cömertti, şefkatliydi, yoksullara bol bol sadaka verirdi.

Kur’ân-ı Kerîmʼdeki pek çok Sûre, bu Âd Kavmiʼnden bahsediyor. Bu kavim, 23 kabileden meydana gelen bir Arap kavmi oluyor. Kavme ismi verilmiş bulunan Âd, Hazret-i Nûhʼun -aleyhisselâm- torunlarından olan Âd. Onun kavmi olmuş oluyor. Tahminen Nuh -aleyhisselâm-ʼdan 800 sene sonra geliyor.

Âd Kavmi, Yemen, Aden, Umman arasında yaşadılar. Buraya Ahkaf diyarı denilmektedir. Bu mıntıka İrem adıyla tanınmıştır. Meşhur İrem Bağları tabiri de buradan gelmektedir.

Âd Kavmi, Arabistan Yarımadasıʼna ilk yerleşen bir kavimdir. Kayaları -Cenâb-ı Hak o istîdâdı verdi, imkânlar verdi- kayaları yontarak evler yaptılar. Gösterişli binalar inşa ettiler. Hattâ bunların içinde de bu, fıskıyeli havuzlar yaptılar.

Bu kavim, Nuh -aleyhisselâm-ʼdan sonra putperestliğe dönen ilk kavimdir. Zamanla dünya nimetlerine fazla fazla, bolca gark olması sebebiyle Allahʼtan gâfil kaldılar. Fitne ve fesatları, dinden uzaklaştırdı. Dünyaya daldılar. Kibre kapıldılar. Böbürlendiler. “…Bizden güçlü kim var?..” dediler. (Bkz. Fussilet, 15) Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede bildiriyor.

Ve bu kavim, zâlim oldu, gaddar oldu. Güçsüz kimseleri, binanın yukarısına çıkarıyorlardı, oradan aşağı atıyorlardı köleleri. Yani kim, biz daha iyi patlatırız, diye. Yani bir sadizmden, bir sadizm başladı, sadizmden zevk almaya başladı.

Sanki bugün bir zelle olarak bir avcılık yapmak gibi. Ganimet, bir gıda kastıyla değil de, bir zevk olarak avcılık yapmak gibi. Yavruyu vuruyor ana kalıyor, anayı vuruyor yavru kalıyor.

Bunlar da alıyorlardı şeyleri, yukarı çıkartıyorlardı esirleri, zayıfları, köleleri; oradan, binanın yukarısından, tepeden aşağı atıyorlardı. Parçalanmış manzaraları da zevkle seyrediyorlardı. Yani kalpleri bu kadar katılaşmıştı. Yani tam bir sadizm yaşıyorlardı.

Zayıf kabilelere baskınlar yapıp mallarını-mülklerini gasp ediyorlardı. Nuh tufanından sonra ilk helâk olan kavim, bu Âd Kavmi.

Peygamberleri Hûd -aleyhisselâm- devamlı îkaz hâlindeydi:

“Ey kavmim! Rabbinizʼden mağfiret dileyin (diyordu). Tevbe edin (diyordu. Bir ara kıtlık oldu), bol bol yağmur gelsin (buyurdu). Kuvvetiniz artsın (buyurdu). Günah işleyerek (Allahʼtan) yüz çevirmeyin!” (Hûd, 52) buyurdu. Hep peygamberler îkaz, îkaz, îkaz…

Yine, diyorlardı, dönüyorlardı:

“–(Hûd diyorlardı) biz seni iyi bir insan zannediyorduk, halbuki sen, beyinsizmişsin.” diyorlardı.

Hud -aleyhisselâm-:

“–Ey kavmim dedi, ben beyinsiz değilim, fakat ben, âlemlerin Rabbi olan Allâhʼın gönderdiği bir elçiyim.” buyuruyordu. (Bkz. el-A‘râf, 65-67)

Yalancılıkla itham ediyorlardı. Tabi lâkin bu gâfiller, peygamberlerine karşı gâfiller, her zaman peygamberlerin men ettiği putlara tapmaktan, karşı bir tavır aldılar. Çünkü putlarla kendi fıtratlarındaki ihtiyacı görüyorlar. Çünkü insan, yaratılış fıtratı, İslâm fıtratı üzerine doğuyor. Onun için daima bir fıtratın îcâbı, bir yere bağlanması lâzım. Meselâ bunu Hindistanʼda görüyoruz, hâlâ bir öküzü mukaddes olarak görüyor, bazı hayvanları mukaddes olarak görüyor.

Demek ki vahiyden ayrılınca, kendine göre bir ilâh tasavvurları başlıyor. Bunun için bir putperestlik hâkim oluyor. Peygamberler hep hak dîne îmâna davet ettiler. O zaman tavırları değişti. O methettiği, daha evvel peygamberlik gelmeden evvel methettiği insanları o zaman yalancılıkla itham etmeye başladılar.

Daima baktığımız zaman, uykudan uyandıranlar, daima itham edilir. Peygamberler de o toplumları uykudan uyandıranlar.

Dediler:

“‒Hud dediler, herhâlde bizim tanrılarımız seni çarpmış dediler. Sen ondan böyle yoldan çıktın.” dediler. (Bkz. Hûd, 53-54)

İşte Hud -aleyhisselâm- onlara devamlı cevaplar veriyordu.

“‒Hud dediler, biz seni hakikaten bir sapıklık içinde görüyoruz.” dediler. (Bkz. el-A‘râf, 60)

Vesâire, türlü türlü ithamlarda, âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak bildiriyor.

Ve bugünkü insanın dediği gibi gâfil insanların, Müʼminûn Sûresi 37. âyetinde:

“Hayat, bizim yaşadığımız şu dünya hayatımızdan başka bir şey değildir. (Kimimiz) ölürüz, (kimimiz) yaşarız. Öldükten sonra diriltilecek değiliz.”

Cenâb-ı Hak da muhtelif cevaplar verir:

“اَوَّلَ مَرَّةٍ” İlk yaratan sizi yaratacaktır. (Bkz. Yâsîn, 78-79)

Yine Cenâb-ı Hak Kıyâme Sûresiʼnde; müşrik, alır kemiği, şöyle un hâline getirir:

“‒Bizler böyle un hâline gelen kemiklerden mi yaratılacağız?” der. Cenâb-ı Hak da “بَنَانَهُ” buyuruyor. “Sizi tekrar yaratacağız, parmak uçlarınızı dahî yaratacağız.” (Bkz. el-Kıyâme, 4)

O zaman bu bilinmiyordu parmak uçlarının ne olduğu.

Yine bu, o zamanın güyâ eşraf takımı şunu söylüyorlardı:

“–Siz, bizden başka bir şey değilsiniz. Siz de bizim gibisiniz diyorlardı. Bizim yediğimiz gibi yiyor, içtiğimiz gibi içiyor, eğer beşere bir itaat etmemiz doğru olmaz. Siz mutlaka ziyandasınız.” diyordu peygamberlerine. (Bkz el-Mü’minûn, 33-34)

Yani bu dünya sevgisi bütün kötülüklerin başı oluyor. Daima kendilerine küfre karşı bir mazeret bulmaya çalışıyorlar. Cenâb-ı Hak bize Kıyame Sûresiʼnde yine bir îkaz:

“Hayır! Doğrusu siz, çarçabuk geçeni (dünya hayatını ve dünyanın nîmetlerini) seviyorsunuz (tercih ediyorsunuz). Âhireti ise bırakıyorsunuz.” (el-Kıyâme,  20-21)

İnsan ne kadar bir gafil ki o dünya lezzetini de veren, yine Allah, aynı Allah.

Yine İnsan Sûresiʼnde:

“Şu insanlar, çarçabuk geçen dünyayı seviyorlar da önlerindeki çetin bir günü (âhireti) ihmal ediyorlar.” (el-İnsân, 27)

Zor bir gün.

“Kitabını oku! Bugün nefsin kâfidir…” (el-İsrâ, 14) denilecek. Bütün hayatın bir programı önlerinde seyredilecek. Gözler konuşacak, kulaklar konuşacak, deriler konuşacaktır. Mekânlar konuşacak.

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا

(“(Nefsini) arındıran kurtuluşa ermiştir. [eş-Şems, 9])

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰى

((Nefsini kötülüklerden) arındıran kurtuluşa ermiştir.” [el-A‘lâ, 14])

Kalpten perdeler kalkacak. Kalp uyanacak.

“İç âlemini temizleyen, felâha erdi.”

فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰیهَا

(Nefse) iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin olsun ki.” [eş-Şems, 8]

Fücur bertaraf edilecek, Allahʼtan uzaklaştıran her şey bertaraf edilecek, kalp, ilâhî azametin, esmânın cemâlî tecellîlerine kalp mazhar olacak.

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا

(“(Nefsini) arındıran kurtuluşa ermiştir. [eş-Şems, 9])

İç âlem temizlenecek.

Rasûlullah Efendimiz buyuruyor, intibaha gelin buyuruyor:

“Uyanık olun (buyuruyor). Şüphesiz dünya değersizdir. Dünyanın mal-mülkü de kıymetsizdir…” (Tirmizî, Zühd, 14)

Mevlânâ da bu hususta buyuruyor ki:

“Dünyada diyor, varlık, mal sahibi olmak, rüyada define bulmaya benzer.” diyor. Rüyadan kalkınca, ne o define kalmıştır, ne bir şey kalmıştır.

Efendimiz yine buyuruyor:

“…Ancak Allah Teâlâʼnın zikri ve Allâhʼa yaklaştıran (takvâ, ancak selâmete erdirir), öğretici ve öğrenici olmak, müstesnâ.” (Tirmizî, Zühd, 14)

Demek ki öğreneceğiz ve öğreteceğiz. Hayatımız boyunca Kurʼânʼın muallimi olacağız. Bilmediklerimizin de talebesi olacağız. Kurʼânʼın hem muallimi olacağız, hem de Kur’ân-ı Kerîmʼin talebesi olacağız.

Mekke müşrikleri müslümanlara çok ağır zulmediyorlardı. Müslümanların içinden şöyle bir his geçti:

“Bizler dediler, her türlü cefaya, her türlü zulme katlanıyoruz. Müşrikler ise refah refah, diyar diyar dolaşıyorlar.” dediler. İçlerinden öyle bir şey geçti müʼminlerin o çektikleri cefâlar karşısında.

Cenâb-ı Hak Âl-i İmrân 196-197. âyetinde:

“İnkârcıların (bugün de aynı şekilde bizlere verilen intibah) İnkârcıların) refah içinde diyar diyar dolaşmaları sakın seni aldatmasın. O, azıcık bir menfaattir. Sonra onların varacakları yer Cehennemʼdir. O ne kötü bir varış yeridir.” (Âl-i İmrân, 196-197) Cenâb-ı Hak buyuruyor.

Yine bir kıssa var Efendimiz zamanında:

Efendimiz ashâb-ı kirâm ile beraber giderken bir keçi ölüsü gördü. Efendimiz buyurdu ki:

“–Size dedi, bunu bedava verseler, ister misiniz?” dedi.

“‒Yok yâ Rasûlâllah dediler, bunun biz neyini alalım?” dedi.

Efendimiz buyurdu ki:

“‒Allâhʼa yemin ederim ki Allâhʼa göre dünya, önünüzdeki şu ölü oğlaktan başka bir şey değildir, o kadar değersizdir.” (Müslim, Zühd, 2)

Esas hayat âhiret hayatı, sonsuz, ebedî.

Tabi Hud -aleyhisselâm- îkaz, îkaz, îkaz, bir netice vermeyince çok üzüldü Hud -aleyhisselâm-. Cenâb-ı Hakkʼa ilticâ etti. Bunun üzerine, kavminin kadınları kısır kaldı. “Biz çoğunluğuz.” diyorlardı. “Sen bir tek kişisin.” diyorlardı.

Bu hâl, on sene devam etti, kadınlar kısır oldu. Bu mucizeye rağmen:

“‒Hûd dediler, sen bize bir mûcize göster.” dediler.

“Sen bizi tanrılarımızdan bizi çevirmek için mi geldin (dediler). Haydi (dediler), doğru söylüyorsan tehdit ettiğin şey gelsin.” (el-Ahkâf, 22) dediler.

Bunun üzerine pınarlar kurudu. Bağlar, bahçeler soldu. O güzel İrem Bağları yok oldu. İri cüsseli insanlar, bir lokmaya muhtaç duruma geldi, iki büklüm, kamburlaşmış insanlar hâline geldi.

Hûd -aleyhisselâm- onları tekrar toparladı:

“Cenâb-ı Hak’tan mağfiret dileyin.” buyurdu.

Onlar da tehditte bulundu Hud -aleyhisselâm-’a. Hud -aleyhisselâm- da cevaben:

“Haydi hepiniz bana tuzak kurun; sonra da bana mühlet vermeyin! Ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allâh’a tevekkül ettim. Çünkü hiçbir canlı yoktur ki, Allah onun perçeminden tutmuş olmasın. Şüphesiz Rabbim, dosdoğru yoldadır.” (Hûd, 55-56)

Velhâsıl benzer âyetler…

Ondan sonra yine yanaşmadılar. Yani nefsânî hayat onlara o kadar câzip geliyordu ki, bugün bazı grupta olduğu gibi, bir türlü îkazlara rağmen, irşadlara rağmen, yanaşmıyorlardı. Üç yıl yağmur yağmadı. Onlar yağmur yağsın diye Mekke’ye heyetler gönderiyorlardı. Çok geçmeden gökyüzünde bulutlar peydâ oldu. Onlar bulutları görünce çok sevindiler:

“–Bak dediler, Hud dediler, sen dediler, bize kuraklıktan bahsiyordun, işte yağmur geldi!” dediler. Hâlbuki bu gelenler, azap bulutları idi.

Yine Hûd -aleyhisselâm- yine onları îkaz, azaptan kurtulmaları için. Fakat onlar büyük bir gaflet içinde:

“–Yok, bunlar yağmur için gelen bulutlardır.” dediler.

Böylece son ilâhî îkâza da kör ve sağır davrandılar.

Cenâb-ı Hak buyuruyor, âyet-i kerîme, Fussilet Sûresi’nde:

“…Biz dondurucu bir rüzgâr gönderdik…” (Fussilet, 16) buyuruyor.

İkinci olarak:

“…Uğultulu bir kasırga saldık.” (el-Kamer, 19) buyuruyor.

“Âd kavminde (ibret vardır). Onlara, kasıp kavuran rüzgârı göndermiştik. Üzerinden geçtiği şeyi sağlam bırakmıyor, onu kül edip gidiyordu.” (ez-Zâriyât, 41-42)

Bunun için, havada uçmaya başladılar. Birbirlerine etekleriyle bağlandılar. Yine etekleriyle beraber, çekirgeler gibi havada uçmaya başladılar.

Bazıları kurtulmak için evlerine doğru koştular. Fakat kasırga onları bir saman çöpü gibi evlerinden attı. Âyet-i kerîmede, Kamer Sûresi’nde:

“İnsanları sanki köklerinden sökülmüş hurma kütükleri gibi koparıp deviriyordu.” (el-Kamer, 20) gelen fırtına.

“Allah (fırtınayı), ardarda yedi gece, sekiz gün onların üzerine musallat etti…” (el-Hâkka, 7-8)

Onlar da seyredip kaldılar.

Cenâb-ı Hak yine âyet-i kerîmede:

“…Âyetlerimizi yalanlayıp îman etmeyenlerin ise kökünü kestik.” (el-A‘râf, 72) buyuruyor.

Cenâb-ı Hak yine muhtelif âyetler var, onların âkıbetlerini bildiriyor, fecî durumlarını bildiriyor.

Âişe -radıyallâhu anhâ-’dan bir rivâyet var:

Efendimiz diyor, rüzgâr estiğinde diyor, şiddetli bir rüzgâr, gökyüzünde siyah bir bulut gördüğünde, Efendimiz heyecanlanırdı, sîmâsı değişirdi, bazen o buluta karşı durur bakardı. Bazen geri dönerdi, eve girerdi, evden çıkardı. Yağmur yağdığında ise rahatlardı. Bunlar hep bir endişe alâmetleriydi. Âişe Vâlidemiz bunun sebebini öğrenmek isteyince, Efendimiz:

“Ne bileyim, belki bu kara bulut Âd Kavmi’ne geldiği gibi bir azap olur. Onlar gördükleri siyah bulutu yağmur yağdıracak bir bulut zannetmişlerdi; ama o elîm bir azap getirdi.” (Buhârî, Tefsîr, 46/2; Müslim, İstiskâ, 14-16)

Yine buna benzer Âişe Vâlidemiz’den rivâyetler var.

Demek ki, Efendimiz dahî bir havanın şartlarının değişmesinden ne kadar bir endişe ederdi.

Bugün de düşüneceğiz: Bu virüsü kim davet etti? Hangi davetiye ile geldi? Girip çıkmadığı yer hemen hemen kalmadı. Küresel güçleri nasıl bir perişan etti? Demek ki zâlimlerin (ezdiği mazlumların) âhları, sessiz sessiz feryatları davet etti.

Petrol diyorlardı, ona güveniyorlardı. Petrolü de veren Cenâb-ı Hak. Petrolü vermeseydi Cenâb-ı Hak, hiçbir maddî bir terakkî mümkün müydü? Aynı bu Âd Kavmi’nin olduğu gibi Fâil’i görmüyorlardı. Sanki petrol de kendiliğinden oldu, virüs de kendiliğinden geliyor, hepsi kendiliğinden oluyor…

Hûd -aleyhisselâm-’ın Mûcizeleri:

–Allâh’ın izni ile, rüzgârları istediği tarafa yönlendiriyordu.

Dediler:

“Sen mâdem bize rüzgârı böyle geliyor, sen rüzgârı böyle çevir.” dediler. Oldu. Yine “yok” dediler, “sihir” dediler.

Cenâb-ı Hak da işte “rîh-i sarsar” uğultulu ve şiddetli kasırgalarla helâk etti onları.

–Yünü, ibrişim hâline getirirdi. Yani parlak bir hâle çevirirdi Hûd -aleyhisselâm-.

–Şiddetli yağmurlarda sefer yapılamıyordu. Hûd -aleyhisselâm- duâ etti; yollarda barınaklar oldu. Yağmur bitinceye kadar halk o barınaklarda kendisini muhâfaza etti.

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’deki bu ibretleri bahsediyor; ümmet-i Muhammed bundan ibret alacak, ders alacak.

Hûd -aleyhisselâm-’ın vasfı:

Allah yoluna samîmiyetle sarılmış vakur bir kişiydi. Demek ki bir müslüman, Allah yolunda gayret edecek. Usanmayacak, bıkmayacak. Gayret edecek. Bir de vakur olacak. Kibir olmayacak, zillet olmayacak, samimi olacak, vakur olacak.

İkincisi; söyleyeceği sözü, ölçüp tarttıktan sonra söylemiştir Hûd -aleyhisselâm-. Bu iki vasfı.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz onu da, o hâli tembih ediyor:

“…Özür dilemeni gerektiren bir sözü söyleme!..” diyor. (İbn-i Mâce, Zühd, 15)

Kırılan bir camı istediğin kadar yapıştır, o çatlak daima belli olur. Onun için bir mü’min, söz söylemeden evvel düşünecek, ondan sonra söyleyecek.

“…Özür dilemeni gerektiren bir sözü söyleme!..” buyuruyor Efendimiz. (İbn-i Mâce, Zühd, 15)

Ebû Bekir Efendimiz’in bir îkâzı:

“Ne söylediğini, kime söylediğini, ne zaman söylediğini iyi düşün!” Onun mukâbili muhakkak gelir sana, döner gelir.

Hûd -aleyhisselâm- o kadar şiddete karşı, onların ithamlarına karşı, gayet veciz:

“Ben, Allah tarafından gönderilmiş bir elçiyim.” buyurdu.

Demek ki leyyin lisan. Cenâb-ı Hak Musâ -aleyhisselâm-’ı Firavun’a gönderirken “leyyin lisan / yumuşak lisan kullan” buyurdu. (Bkz. Tâhâ, 44) Çünkü karşındakini yumuşatmak…

İşte Hud -aleyhisselâm- ve diğer peygamberler de kötülüğe karşılık vermediği gibi, çünkü Cenâb-ı Hak:

“…Câhiller karşısında «selâmâ» derler, geçerler.” (el-Furkân, 63) buyuruyor.

Onlara yumuşak davranabilmek. Allâh’ın üzerlerindeki nîmetlerini yumuşak lisanla hatırlatmak, bu nîmetlere şükretmek için Allâh’ın emirlerine riâyet etmeleri gerektiğini anlatmak.

Kötülük yapana karşı iyilik etmek. İnsanlar daima ihsâna mağluptur. İşte Yusuf -aleyhisselâm-. Kardeşleri onu kıskandı. Kuyuya attılar, vs. oldu. Mısır’a vezir oldu sonra Yusuf -aleyhisselâm-. Kardeşleri geldi. Onlara:

“–Ben Yusuf’um! Siz bana böyle böyle zulmettiniz, babama böyle böyle yaptınız!” demedi. Onlara iyilik etti, ihsân etti.

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“İyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğe karşı iyi davran, o sana candan bir dost olur.” (Bkz. Fussilet, 34)

İşte Yusuf -aleyhisselâm-’la sonra, kardeşleri, onu kuyuya atan kardeşleri dost oldular.

Efendimiz’le müslümanlara yirmi küsur sene zulmeden Mekke müşrikleri, Mekke Fethi’nde Efendimiz’le dost oldular, o Efendimiz’in affıyla.

Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, Âl-i İmran Sûresi:

“O (takvâ sahipleri) bollukta ve darlıkta da Allah için harcarlar…” (Âl-i İmrân, 134)

Demek ki burada kâmil mü’minin vasıflarını Cenâb-ı Hak… Kâmil mü’min, bollukta da bolluğuna göre harcayacak. Darlıkta darlığına göre harcayacak. Onu bu kadar keyfiyet mühim, kemmiyet mühim değil.

Cenâb-ı Hakk’ın verdiğinden fedakârlık. Sırf bu parada-malda değil, her şeyde. Hizmette, Allâh’ın dînini tebliğ etmekte, Allâh’ın kelâmını öğretmekte vs. Allah ne güç verdiyse, ne kadar güç verdiyse, hacmi kadar, bollukta ve darlıkta.

Tâ sahâbe Çin’e kadar gitti, Semerkand’a kadar gitti. “Ben Medîne’de oturayım hurmalıkların altında. Burada gelen geçen kavme tebliğ edeyim.” demedi. Nerede insan var, oraya doğru koştu.

“O (takvâ sahipleri) bollukta ve darlıkta da Allah için harcarlar…” (Âl-i İmrân, 134)

Allah için harcarlar, ondan sonra, nefsin şerrinden sakınarak “…Gayzlarını yutarlar…” (Âl-i İmrân, 134) Yani öfkelerini yutarlar. Çünkü öfke, kalp üzerine bir perde çeker, gaflete götürür öfke.

Onun için bir zât geldi, çok öfkeli bir zât demek ki, Efendimiz’den bir amel-i sâlih istedi. Efendimiz:

“لَا تَغْضَبْ” buyurdu. “Öfkelenme!” buyurdu. Üç sefer, tekrar tekrar üç sefer, “لَا تَغْضَبْ, لَا تَغْضَبْ” buyurdu. (Bkz. Buhârî, Edeb, 76; Tirmizî, Birr, 73)

Demek ki öfkeli insanlar buna dikkat edecek. Öfkeyi bertaraf edecek. İki rekât namaz kılacak, abdest alacak, yerini değiştirecek vs…

Ondan sonra Cenâb-ı Hak:

“…İnsanları affederler…” (Âl-i İmrân, 134) buyuruyor.

Affettiğin kimseye sahip olursun. Affettiğin kimse senin insanın olur. Affetmediğin kimse senin düşmanın olur.

Ondan sonra:

“…Allah muhsinleri sever.” (Âl-i İmrân, 134) Güzel davrananları sever, ihsan sahiplerini sever buyruluyor.

Yani asıl fazîlet, kişinin cezalandırmaya muktedir olduğu bir durumda, âhiretin ecrini almak için, Allâh’ın kullarını affedebilmesi, o şekilde onları hidâyete getirebilmesi. Tabi âmmeye karşı değil, kendine karşı olan meselelerde onu affetmesi. Yani asıl meziyet, âyette buyrulduğu gibi, “kötülük yapanlara iyilik yapabilmek.”

Mevlânâ Hazretleri buyuruyor:

“Bilesin ki Allâh’ın rahmeti, her zaman kahrından daha üstündür. Bu bakımdan her peygamber, kendisine karşı çıkan düşmanlara gâlip gelmiştir.”

Nasıl galip geliyor? Rahmetiyle gâlip geliyor. Belâyı gidermenin çâresi zulmetmek değildir. Onun çâresi affetmek, bağışlamak ve kerem eylemektir.

«Sadakalar belâyı def eder.» nebevî îkazı seni uyandırsın. Artık hastalık ve belâları tedâvi usûlünü iyi anla!..”

Yine Efendimiz buyuruyor:

“Hiçbiriniz; «Ben insanlarla beraberim, eğer insanlar iyilik yaparlarsa ben de iyilik yaparım, kötü davranırlarsa ben de kötü davranırım.» diyen şahsiyetsiz kimseler gibi olmayın! (buyuruyor. Efendimiz burada «şahsiyetsiz» buyuruyor.) Aksine, insanlar iyilik yaparlarsa iyilik yapmak, kötü davranırlarsa haksızlık etmemek için nefsinizi terbiye edin.(Tirmizî, Birr, 63)

“Seninle ilgisini kesenden sen ilgini kesme! Sana vermeyene sen ver! Sana kötülük edeni bağışla! (Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV, 148, 158)

Yine Efendimiz buyuruyor:

“Cennet bahçelerine bakan köşkler gördüm ve Cebrâîl’e:

«–Bunlar kimin içindir (bu köşkler)?» diye sordum. O da:

«–Her türlü kin, nefret ve öfkeyi bastırıp içine gömenlere ve insanların kusurlarını hoş görüp bağışlayanlaradır.» dedi.” (Ali el-Müttakî, no: 7016; Avârif, s. 253)

Buna da Efendimiz ne güzel misaldir, Yusuf -aleyhisselâm- ne güzel bir misaldir, diğer peygamberlerin sabrı ve merhameti ne güzel bir misaldir.

Yine Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’a Efendimiz sordu:

“–Yâ Ali dedi, sen birisine iyilik etsen, o da sana kötülük yaparsa ne yaparsın?”

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-:

“–Ben o kimseye iyilik yaptıkça o bana hep kötülükle mukâbele etse, ben yine onlara iyilik yaparım.” buyurdu.

Yine Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- Mısır’a tayin ettiği vâli, Mâlik bin Hâris’e bir emirnâme yazdırdı. Orada şu ifadeler yer aldı vâliye, tâlimâtı Hazret-i Ali’nin:

“İnsanlara, canavarın sürüye baktığı gibi bakma. İnsanlara, canavarın sürüye baktığı gibi bakma. Onlara karşı kalbinde sevgi, merhamet ve iyilik duyguları besle. Çünkü istisnâsız insanlar ya dinde kardeşin, ya da senin yaratılışta eşindir.

İnsanlar hatâ edebilir, başlarına iş gelebilir. Düşenin elinden tut. Kendin için Allâh’ın affını istiyorsan, sen de insanları affet. Onları hoş gör ve onları bağışla.

Allâh’a karşı aslâ âsî olma (yani günah işleyerek). Affından dolayı da aslâ pişmanlık duyma. Affından dolayı aslâ pişmanlık duyma. Verdiğin cezadan dolayı da aslâ sevinme.

Seni yoksulluğa düşmekle korkutarak iyilik yapmaya mânî olan cimriyi (birincisi cimriyi. İkincisi) büyük işler karşısında azmini kıracak korkağı, (üçüncüsü) gözünü hırs bürümüş kimselerle (muhteris kimselerle) istişâre etme.”

Velhâsıl bunlar, ne güzel tâlimatlar olmuş oluyor.

Yine Efendimiz buyuruyor:

“Sâlih ameller işlemekte acele ediniz. Zira yakın bir gelecekte karanlık geceler gibi birtakım fitneler ortalığı kaplayacaktır. (Bugün öyle mi değil mi, bilemiyoruz işte.) O zamanda insanlar, mü’min olarak sabahlar, kâfir olarak geceler. (Nasıl o, bana göre şöyle olmalı der. Bugün Peygamber gelse bana göre böyle yapardı, der. Allah korusun!) Mü’min olarak geceler, kâfir olarak sabahlar. Dinini küçük bir dünyalığa satar.” (Müslim, Îmân 186. Ayrıca bk. Tirmizî, Fiten 30, Zühd 3; İbni Mâce, İkāme 78)

“ثَمَنًا قَلِيلًا” (Bkz. el-Bakara, 41, 79, 174; Âl-i İmrân, 77, 187, 199…)

Yine yukarıda bahsettiğimiz gibi, düşünmek lâzım ki, gürül gürül akan buz gibi bir suyun başında otaran bir kişiye bir bardak su ikram etsen ne olur? Teşekkür eder. Bu tabi güzeldir, lâkin çölde susuzluktan neredeyse ölecek duruma gelmiş bir insana ikram edilen bir bardak su ile kıyas edilebilir mi?

İşte fitne dönemlerinde, insanlara İslâm’ı anlatmak, iyilikleri emredip kötülüklerden men etmek, İslâmî hizmetlerde bulunmak, çölde susuzluktan ölmek üzere olan bir kişiye su ikram etmek gibidir.

Cenâb-ı Hak -inşâallah- cümlemizi böyle makbul, ashâb-ı kirâmın o hizmetleri gibi hizmetler, Cenâb-ı Hak nasîb eyler -inşâallah-. Cenâb-ı Hak peygamber hayatlarından, nebîler silsilesinden hisseler almayı cümlemize nasîb eylesin!

Duâmızın kabûlü niyâzıyla; Lillâhi Teâleʼl-Fâtiha!..